Bir ömürlük sitemdir türküler

Ayrı düşsek de birbirimizden, toplanırız bir araya bir türkünün çatısında. Gönül birliği, kültür dizesidir bizim sesimiz; ses verir, her diyardan gür sedaları vatana serperiz. Bunun içindir ki türkülerin çalındığı, söylendiği yerdir benim vatanım. Ve ben, insanımı türkülerden tanırım!

BİR beşiğin ipinden başlar türkünün insandaki hikâyesi. Orada vurulur mayası tertemiz dimağlara. Duası, umudu ve hayâli o beşiğin ipinde yolculuk yapar önce; bir ana yüreğinden taşıp ezgileri nakış nakış işlenerek en masum tahtta hükümdarlık kurar…

Türküler zamandan sıyrılmış, tüm çağların acısını, hasretini ve sevdasını dipdiri tutarak avuçlarında tertemiz ve katıksız hâlde diyar diyar dolaşıp toprağın her çeşit rengini döker üzerimize. Bazen bir elif miktarı çekilir gamlarım yukarılara Sümmanî’nin “Ya bir çift kanat ver, ya bir kuş eyle” çaresizliğindeki yakarışıyla… O kuşun kanadına tutunup bedenimden bîhaber yolculuklar yaparım diyarlara; cönk defterlerini açar, sayfa sayfa koşuklar, deyişler, remizler düşürürüm en kırılgan yanlarıma.

Bana göre hayata baktığın penceredir bir türkünün nağmelerinden dökülenler ve yine hayatta durduğun yerdir bir türküden yüklenip heybene eklediğin ezgiler. İnsana dair her tat vardır bünyesinde; kimi gün acına, kimi gün sevdana tercüman olur seni anlarcasına. En çok da “kadın”ı severim türkülerimde. Bir servi ağacından bilirim boyunu. Gece midir daha kara olan, yoksa saçı mı?

Dîdârının ziyası ay ve güneşe nispet yapan o nazlı sevgilidir âşığın gönlünde taht kuran. Sevmenin en damıtılmış, en ari hisleridir o yârin sözlerinde kulaklarımızdan gönlümüze damlayan.

En büyük düşmanı mesafelerdir kiminde, engel bildiği yollarla ve dağlarladır kavgası. Kâh yalvarır, kâh meydan okur gür ve hoyrat sesiyle. Umudu turnalardır yâre selâm gönderme, sıladan bir haber alma hevesiyle.

Dert çeşit çeşit, söz türlü türlüdür her canda. Dile gelmese de tele dökülür bir tamburanın bağrında. Gönlünden avucuna indi mi gamlar, önce onun gövdesi anlar, acıdan kabaran sînesinde elleri söyler, tambura ağlar.

Hepsi yurdumdur, vatanımdır! Toroslar mor sümbüllü tacını taktığında âşığın kabaran yüreğinde tek çare, bir curanın mızrabının ucundadır. Munzur’un başındaki karını çiğdemlerin dilinden türküler bilir yine onlar söyler. Bozlaklardan öğrenirsin mertliği, yiğitliği; yaptığı kavganın gür sesini bir ağıt gibi dinlersin. Kışladan sılaya sızan, rediflerden ölüme koşanların hikâyeleridir hepsi. Bir insan ömrüdür, bir ömür sitemdir “türkü” dediğin…

Düzen kurar, düzen bozar sözündeki gücüyle. Zalimin zulmüne meydan okurken Köroğlu’nun nefesinden yiğitliği çağlar aşan cesaretin kamçısını bu destanın ruhundan yeriz hislerimizin üstüne.

Veysel’in âleme yüklediği mânâdan kaç nefes hisse alır payına. Toprağın varlığının, yokluğunda tek serveti olduğunu söylerken, “Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa” sözünden, “Âşık yoksa güzeli kim bilir?” suali, bize sevginin ve sevgilinin mânâsını muhabbet süzgecinden geçirmemizi sağlar.

Acı nasıl anlatılırdı iki tel bir nefes olmasa? Zılgıt olmasa kalbin coşkusunu ne kadar yükseltebilirdik? Sitemi, sessizce kulak veren dağlar, uzayıp giden yollar olmasa nereye yükleyecektik? Zühre’nin sevdasını dinlemese, yıldızlar Tahirler gönül koyar mıydı bu yola? Teke yöresindeki kavgaların hiddetini toprak hissedecek miydi? Ege’nin şaha kalkışını rüzgâr kesebilecek miydi? Türküler kucak açmasa insana, dünya insanın derdinden çekebilecek miydi kendini temize? Bir avucun kınasından, bir duvağın arkasından hem vuslatı, hem hicranı okuyabilecek miydik? Bozkırdan bir ses kulağıma, “Hep sen mi ağladın, hep sen mi yandın?/ Ben de gülemedim yalan dünyada!” diye seslendiğinde, insanımın derdine gönülden yandım, onunla ağlarken kendi özüme rehberlik yaptım.

Bir duruştur türkü; her satırından görkem dökülen, yedikçe tokmağı gönül kafesine, süzülür oradan ne varsa sesinden sözüne… Durdu mu dadaş bara, o artık teslim olmuştur davulun tokmağına. Bağrını delince zurnanın sesi, dik duruşun ilk adımıdır barın nefesi. Bir ses yükselir: “Dinle davul ne diyor, dan, dan, dan!/ Ben bu sese vurgunam can, can, can!/ Canlar yurdundur elbet, her can vatana kurban…”

Saflar sıkılaştırılıp başlar dikleşince mızrağı türkü olur, süngüsü barı. Coşmuş yüreklere azgın Aras bent vurur, her nefes barda kendini bulur. İnsanımın özetidir derin derin söylenen. Bahtının, yazgısının kederini, “Ervah-ı ezelden levh-i kalemden/ Bu benim bahtımı kara yazmışlar” diye tespit ederken, sitem değildir onunki; kaderiyle yüzleşmesi ve teslimiyetini bildirirken Rabbin yazan kalemine itaat edişidir.

İnsan, toprağına benzer. Dağından, denizinden, ovasından alır huyunu. Ondan değil midir ki Karadeniz’in hırçınlığı, insanının kalbini dalgalarıyla döver, coşturur dünyasını. Tuluma üflediği nefesi, kabaran öfkesine uyutma ninnisi, sis çökmüş yaylasına teselli bestesidir. Braga ağıtlarında İbrahim’in ölüm acısını en yanık perdenin en dokunaklı sesinden dinleriz. Bütün malzemesini doğadan alıp yüreğinin harmanında hergini yaparak bedenine urba gibi dolayıp dem tutmuş hâliyle dökülür sesten söze.

Zordur bu coğrafyada hayat, meşakkatlidir ömür. Bir çiçek kadar bir çocuk da yenik düşer şartlara. İkisini bir bilerek ana yüreğinden türkü yakıp merhem niyetine sürer yarasına. Elediği höllüğü, beklediği beşiğinden asker ettiği yavrusunu beklerken, “Giden gelmiyor, acep nedendir?” sualinde korku ile umut arasında kıvranmasıdır aslında.

Bir medeniyetin tüm merhalelerini seyrederiz türküden. Tarihimizi acı, sevinç ve umuttan besleyip, bir tezgâhta ilmek ilmek işleyip, nakış nakış serptikten sonra bizden sonrakilere emanet ederiz. İnsanın doğayla mezcedilişini, insanın mânâya hicret edişini en iyi türkülerde yaşarız. Bir kavaldan dağılan buğulu sesler ve maddeye bulanan ruhunu yırta yırta koparıp soyarak, bedeninden dünya yükünü varlığının sebebinde hikmet ararsın. Bir garip çoban mihmandarlık eder iki nefesten, çiçek böcek gözüyle baktığın kâinatta bir derviş hırkasıyla seyr-ü sefer edersin.

Dedik ya, türkü vatandır. O vatanda Kuvay-i Milliye vardır. Kerkük’ten bana seslenirken, “Altın hızma mülayim/ Seni nerde bulayım?” çağrısıyla damarlarımda vatanın eksik kalan parçasını ararım. Hasretinden yanarken, bu sesi duyunca gönlüm şâd olur.

Ayrı düşsek de birbirimizden, toplanırız bir araya bir türkünün çatısında. Gönül birliği, kültür dizesidir bizim sesimiz; ses verir, her diyardan gür sedaları vatana serperiz. Bunun içindir ki türkülerin çalındığı, söylendiği yerdir benim vatanım. Ve ben, insanımı türkülerden tanırım!