Bir ömrün iki şehâdet bahtiyarı Hazreti Nevfel

Ecdâdın mübarek kanı üzerinde bizlere devredilen bu aziz vatanda bir ve beraber olma şuurumuzu kıyamete kadar sürdürecek bir ruh nasip etsin. Bu ülkenin ortak tüm değerlerine ait olmadıklarını yaptıkları zulüm ve insanlık dışı eylemlerle ispatlayan tüm bölücü terör örgütlerinin tuzaklarını Allah kendilerine çevirsin.

ŞEHÂDET mâkâmı, kuşkusuz gönülden iman etmiş olan insanların varmak istedikleri bir şâhitlik mâkâmıdır. Öyle ki, şehit olmakla şâhit olmak bir olmuştur.

Yüce Allah’ın dinimiz yolunda kendi canını hiç düşünmeden fedâ edebilecek kadar Kendisini seven insanlara mahşer gününde peygamberlerin dahi şehitler geldiğinde ayağa kalkacak ve onların dahi şâhitlik edeceği bir ahiret nasip edeceği inancı, biz inananları tamamen şehit olmaya veya olanlara özendirebilecek duruma getirmiştir.

Şüphesiz bu mâkâma yükselmenin güzîdeliğini bir yandan hadîs-i şerîflerden, diğer yandan kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet-i kerîmelerden istifade ettikçe şehitlik mâkâmına karşı tam bir muhabbet ile bağlanmaktayız.

“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyiniz. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız” (Bakara, 154) âyetinde Yüce Allah, şehit olmaya erişecek kullarına nasıl bir ayrıcalık ve mevki vereceği konusunda bizlere hem bir uyarı, hem de bir vaat sunmuştur. Şüphesiz o mâkâma erişecek olan müminler, mahşer gününe kadar bedenleri diri bir şekilde kalarak Rabbimizin şâhitliğinde Cennet’te peygamberlikten bir sonraki Firdevs mâkâmına yükseleceklerdir.

İslâm Nûru Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (sav) ile yeryüzüne indiğinden itibaren dinimizi yayma noktasında karşılaşılan türlü zorluklar olmuştur. Bu mânâda sadece dinimizi yaymak anlamında değil, Allah’ın varlığını, birliğini ve yine Allah yolunda namus, şeref ve vatan sevgisi gibi birçok uğurda insan hayatının tek ve yegâne varlığı olan kendi canını fedâ etmek hissi, bugün var olduğu gibi Peygamberimizin yaşadığı dönemlerde de olmuştur.

Peygamber Efendimiz (sav) yaşadığı dönem itibariyle gerek ashabına ilettiği vahiyler, gerekse kendi hadîs-i şerifleri ile şehitlik mâkâmının özelliğini bildirmiştir.

Peygamber Efendimiz (sav) yine bir gün Medîneli gençleri toplamış, şehitliğin anlam ve önemini arz ediyordu. Efendimiz bir yandan âyetleri aktarırken, diğer yandan da kendi söylediği “Sizden biriniz karınca ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehit olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar” (Tirmizî, Fedâilü’l-cihâd) ve  “Şehitler mahşer alanına geldiğinde peygamberler ayağa kalkar ve o şehitler, aile eşrafından ve dostlarından yetmiş bin kişiye şefaat ederler” gibi hadîslerini aktardıkça ashabın cihada ve şehit olmaya yönelik isteği de gittikçe artıyordu. Öyle ki, Ashab-ı Kiram’ın nurlu gençlerinden olan Nevfel, sohbetten ziyâdesiyle etkilenerek evine gitmişti. Evine giden Nevfel, hanımı ve iki oğluna sohbeti anlatıp onları da alarak Kâinatın Nûrunun yanına gelmişti.

Nevfel, Peygamber Efendimize (sav), “Ya Resûlullah, bir duâ etsem, Siz de ‘Âmin’ der misiniz?” dedi. Peygamberimiz de kabul edince Nevfel, ellerini semaya açarak, “Ya Rab, Nevfel kulunu şehit et, çocuklarını yetim, hanımını da dul bırak” dedi ve Peygamberimiz (sav) de mübarek gözleri dolarak onun isteği üzerine duâya icabet etti. Bunun üzerine ilk seferde Nevfel şehit olmuştu. Savaş kazanılmıştı. Medine-i Münevvere’ye girerken askerî karşılamaya gelen aileleri bulunurdu. Nevfel’in karısı Peygamberimizin yanına geldi, “Nevfel nerede Ya Resûllullah?” dedi. Resûlullah merhametliydi, “Şehit oldu” diyemedi. Mübarek başını önüne eğdi ve gözleri dolarak arkayı işaret etti. Arkadan Hazreti Ali ve Hazreti Ammar geliyordu. Peygamber demeyince onlar da diyemediler ve arkayı işaret ederek devam ettiler. Arkadan Hazreti Ömer ve Hazreti Osman geliyordu, onlar da diyemeyerek arkayı işaret ettiler ve arkadan son olarak sadece Hazreti Ebubekir-i Sıddîk geliyor idi. Öyle ya, Ebubekir-i Sıddîk ömründe hiç yalan söylememişti, yine de söylemeyecekti. Resûlullah’ın yaptığını yapmak istiyordu; çünkü ashab, Peygamberimizin yaptığını yapmamaktan çok korkardı. Hazreti Ebubekir ise bir başka korkardı. Ama arkasını döndü, kimse gelmiyordu artık. “Nevfel nerede ya Ebubekir?” diye soruyordu Nevfel’in hanımı gözyaşları içinde. Oğulları ağlayarak “Babamız nerede?” diye soruyorlardı. Hazreti Ebubekir dayanamadı, gözlerini kapattı ve ellerini semaya kaldırarak gözyaşları içinde, “Ya Allah! Ya Nevfel, gel artık” diye haykırdı.

Ortalık bir anda toz bulutu oldu ve o toz bulutunun içinden, yayından fırlarcasına atıyla gelen bir süvari göründü. Yüzünden peçesini açtı. “Buyur yâ Ebubekir, beni mi çağırdın?” dedi. Ashab şaşkındı. Peygamberimiz aynı şekilde Nevfel’e bakıyorlardı. O arada Cebrail (as) Efendimizin (sav) yanına geldi ve dedi ki, “Ya Resûlullah, Hakk Teâlâ’nın Sana selâmı var. Buyurdular ki, ‘Eğer mağara arkadaşın Ebubekir bir kere daha ‘Ya Allah, gönder’ deseydi, Yüceliğim hakkı için bütün şehitleri diriltirdim; çünkü Ebubekir cahiliye döneminde bile hiç yalan söylemedi’”.

Hazreti Nevfel bundan sonra yıllarca yaşadı ve nihayet duâsı kabul oldu. Yemame Cengi’nde umduğuna kavuştu ve şehâdet şerbetini yudumladı. O, İslâm tarihi boyunca şehâdetini hakkıyla elde eden şehitlerimizden sadece bir tanesi idi. Umulur ki, bizler de onlara lâyık olacak bir mümin hayatı sürdürerek -onlar kadar olamasak bile- bu uğurda çaba sarf edebilenlerden olalım.

Kendi vatan coğrafyamız içinde de Rabbimiz ülkemizi iç ve dış tehditlerden muhafaza etsin. Ecdâdın mübarek kanı üzerinde bizlere devredilen bu aziz vatanda bir ve beraber olma şuurumuzu kıyamete kadar sürdürecek bir ruh nasip etsin. Bu ülkenin ortak tüm değerlerine ait olmadıklarını yaptıkları zulüm ve insanlık dışı eylemlerle ispatlayan tüm bölücü terör örgütlerinin tuzaklarını Allah kendilerine çevirsin. Ülkemizin dirliğine ve birliğine inanan, bunun devamı için titizlikle huzur ve mutluluğumuz adına çabalayan, kutsal coğrafyamızdaki hâkimiyetimizin kıyamete kadar huzur ve mutlulukla devam etmesi için gerektiğinde kendi canını fedâ edebilen milletimizin mukaddes değerlerine kendilerini adayan tüm şehitlerimize selâm olsun.