Bir ölme (veya ölememe) provası

“Üzerimde kimin hakkı var ki?” diye kendi kendimi bir sorguya çektim. Aman Allah’ım! Aklıma kimler gelmedi ki? Yirmi sene, otuz sene önceki meseleler bir bir gözümün önüne geliyordu. “Evet, onunla da helâlleşmem lâzım” diyordum ama nasıl olacak bu iş?

YAKLAŞIK dört ay önce, Ocak ayında umreye gitmeye karar verdim. Niyetim bu umre yolculuğunu “ölmeden önce ölme” provasına çevirmekti. Dünyalık işler o denli sarmalamış ki kalbimiz, kafamız, ruhumuz, bedenimiz sadece bu dünya için çalışıyordu. Bu bitmek tükenmek bilmeyen koşuşturmacaya ancak ölüm hâli son verebilirdi.

Umreyi bir süreliğine de olsa dünyalık hesapları kapatıp başka bir âleme yolculuk olarak düşünmüştüm. Filhakika umre de böyle bir şeydi. Bu düşüncelerle kendime bir hazırlık süresi tanımıştım. Üç ay önce maddî ve manevî hazırlıklara başlayacaktım...

Üç ay kala, “Neyse, daha zamanım var. Hele Kasım bir gelsin” diye düşündüm. Çünkü çalıştığım bir iş vardı ve onun için sabah akşam koşmaya devam etmeliydim. Mesai yapıyor, eve iş getiriyor, geç saatlere kadar çalışıyor, sabah erken kalkıyor, çocukları okula bırakıyor, gezip dolaşıyordum. Cumartesi ve Pazar günleri de dâhil yoğunluk ve koşuşturmaca devam ediyordu. Güya ölüm provası yapacaktım ama işler bir türlü yakamı bırakmıyordu. Ben de o işleri yapmadan rahat edemiyordum. Dünya ve ben, birbirimize o kadar bağlanmışız ki, dünya “Beni sakın bırakma” diyor, ben de “Sen benim dünyamsın” diye ondan vazgeçemiyordum.

Kasım ayı gelmişti; ne maddî, ne manevî hazırlık yapabilmiştim. Pasaportları yenilemek gerekiyordu ve umre için anlaştığımız şirket vize alabilmek için pasaportların iki ay önceden kendilerine ulaştırılmasını istemişti. Gerçi şirkete umre için ödeme de yapmamıştım. Önümde dersler, tezler, araştırmalar, makaleler, projeler, çalıştaylar, öğrenciler ve daha bir sürü gündem maddesi vardı. “Hele bunları bir bitireyim” diye mücadele veriyordum. Ancak biri biterken önüme yeni bir gündem maddesi daha düşüyordu. Günler 48 saate, haftalar 14 güne çıksa yine dünyalık işlerle dolup taşacaktı. Hâsılı, Kasım ayında da maddî ve manevî olarak ölüme hazırlık yapamamıştım. Umutlar Aralık’a kalmıştı.

Aralık ayı, yılın son ayıydı. Ben “Ölüme hazırlık yapayım” derken, tüm senenin yapılmayan işlerinin birer birer, bazen de toplu hâlde önüme geldiğine şahit oldum. Aslında her sene böyleydi ama benim başka bir telaşım vardı. Zamanım daralıyor, günler bitiyor, yolculuk yaklaşıyordu. Dünyadan vazgeçmedikçe, manevî hazırlık için de fırsat bulamıyordum.

Şirketten Aralık’ın 15’ine kadar pasaportların verilmesi gerektiği söylendi, aksi hâlde vize almak için zaman kalmayacaktı. Alelacele pasaport yenilemek için çalıştığım kuruma dilekçe verdim. Bir iki gün sonra dilekçeye eklediğim formda soyadımı büyük harfle yazmadığım için geri dönüş yapıldı ve formu yeniden yazmam istendi. Ben günleri sayarken, iki gün böyle boşa gitmişti.

Yolculuğun en önemli ayağı olduğu için pasaportu yetiştirmek zorundaydım. Nüfus Müdürlüğünde tahmin edemediğim bir yoğunluk vardı. En erken tarihe randevu aldım, işlemler bitti. Nüfustaki memurlar yıl sonu olması sebebiyle bir yoğunluk olduğunu, normalde bir haftada gelen pasaportların 20 güne kadar ancak geleceğini söylediler. Ben hızlandırmak için bir çözüm olup olmadığını sorduğumda, şirketten, umreye gideceğime dair bir yazı alıp, verdikleri numarayı arayıp, o numarada söylenen adrese e-posta ile gönderirsem önceleyebileceklerine dair bir cevap aldım. Artık kaçarı yoktu ve ben ne denirse yapmak zorundaydım. Aksi hâlde yolculuk gerçekleşmeyecekti.

Koskoca Aralık ayında sadece pasaportu yenileyebilmiş ve onlarca başka işe girişmiştim…

Ocak ayı geldi çattı. Rutinin hâlâ dışına çıkamıyordum. Yolculuğa çıkmadan önce bitirmem gereken çok fazla iş vardı. Ve benim 15 günüm kalmıştı. “Acaba her işi olduğu gibi bırakıp, telefonumu kapatıp sadece yolculuğa mı hazırlansam?” diye aklımdan geçirdim. Manevî hazırlık konusunda pes ettim, dünyalık işlere yenildim.

Şirketten hocalar, “Üzerinizde hakkı olanlarla helâlleşin ki oraya buradan üzerinizdeki yüklerle gitmeyin” demişlerdi. Bu, tam da ölüm provasına uygun bir tavsiyeydi. Hesapları bu dünyada kapatıp öbür âleme kul hakkı ile gitmemek… İlk başta bu tavsiye hoşuma gitti, “Bir iki eş dost, kim varsa ararım, helâlleşirim, olur biter” diye düşündüm. “Üzerimde kimin hakkı var ki?” diye kendi kendimi bir sorguya çektim. Aman Allah’ım! Aklıma kimler gelmedi ki? Yirmi sene, otuz sene önceki meseleler bir bir gözümün önüne geliyordu. “Evet, onunla da helâlleşmem lâzım” diyordum ama nasıl olacak bu iş? Bir kısmıyla ayrı dünyaların insanı olmuşuz, iletişimi kesmişiz, bir kısmı vefat etmiş, bir kısmı şimdi nerede, ne yapar, haberim yok… Bu işin öyle kolay olmayacağını, bu dünyada tüm hesapları kapatmanın mümkün olmadığını anladım. İster istemez bazı şeyler mahşere kalıyordu.

Ben bu işleri düşünürken, Ocak ayında yapılması gereken işler hesapta olmadan önüme düşmeye devam ediyordu. Ben ölüm provası yapıyordum ama hayat devam ediyordu. TÜBİTAK, proje değerlendirmesinin son tarihi için uyarı mesajı atıyor, başka bir üniversiteden hocamız ise profesörlük kadrosuna müracaat edeceğini haber veriyor, dergilerden hakemlik görevi geliyor, Tayvan’dan bir profesör kongreye davet ediyor… Bunların yanı sıra okulda akademik teşvik puanı için sisteme yüklenmesi gereken evraklar var, son teslim tarihine birkaç gün kalmış kitap bölümleri cabası… Bunlara “Ben öldüm, benden bir şey beklemeyin” demedim, diyemedim. Desem de neyi nasıl anlatabilirim? İşleri yapmasam kul haklarına yenileri mi eklenir, tam bilemedim, ikilemde kaldım.

Hâsılı, apar topar gideceğim. Arkamda kapanmamış dünyalık hesaplar, yarım kalan onlarca iş bırakarak ve gözüm arkada kalarak… Kötü bir ölme, daha doğrusu ölememe provası oldu. Bu hâlimi düşününce gerçek ölümden koktum. Ecel geldiğinde hazırlıksız yakalanmaktan, dünyayı bırakamamaktan, işlerden kopamamaktan, hesapları kapatamamaktan korktum.

Yazıyı okuyan herkes hakkını helâl etsin!