KAFANDA yetişmeyen işler,
birikmiş telâşlar, kalıplaşmış ağrılar, bedenini uyuşturan ve yürek sancıların
olmadan toprağın ıslak kokusunu şükürle, doyasıya içine çekmeyeli ne kadar
oldu? Kaç bahar geçti sayısını bilmediğin ömründen ömür giderken, taze
filizler, canlanan renkler, ılıklaşan rüzgâr umurunda bile olmayarak?
“Sussam
gönül razı değil, söylesem anlamı yok” diye biriktirdiğin lâflar kafanda o
kadar yer kaplamasa, sana ayak bağı olmasa, kim bilir kaç farklı trene binecek,
kaç farklı yolun kâşifi olacaktın? Başkalarının çizdiği yolun rahatlığı ve
güvenliği, sana da konforlu bir hapishaneyi anımsatmıyor mu? Şükretmek için
ekstra bir şeye ihtiyacın var mı? Ya yaşamak için?
Bir
hengâme, bir koşuşturma içinde yanından geçip gittiğimiz öylece, biz hiç
farkında bile olmadan hayatımıza katkı sağlayan ama olmasa yana yakıla
arayacağımız şeyler… Bazen bir ayrıntı olan sadece, bazen zor işlerin tatlı
yanı, bazen kaçamaklarımız bizi kendimize getiren küçük şeyler…
Küçük
şeyler önemlidir. Farkındalık kazanmak için hayata ve insana dair ayrıntılara
bakmak gerekir. “Mahalle bakkalının ekmek dolabının camı temiz mi?” diye bakar
çoğu insan ama ekmeklerin altına serili olan gazetedeki çikolata reklâmında
oynayan çocuğun yüzünde donan buruk gülümseme, çoğu insanın dikkatini çekmez.
Bir
evin duvarlarının rengine bakarız çoğumuz ama duvarın önemsiz bir yerindeki
küçücük oyuğa anlam yüklemeyi, en basitinden onu bir şeylere benzetmeyi, ona
bir hikâye yazmayı çoğu insan aklına bile getirmez. Yolda yürürken rastlanan
arkadaşın hâli hatırı sorulur, ne yaptığı, ettiği öğrenilir ama gözlerindeki
özlem duygusunu ya da yüzünde derinleşmiş ufak çizgiyi birçok insan görmez.
Bir
yere gittiğinde ruh hâline ya da ilgi alanına göre dikkatini çeken ayrıntılar
her insanda farklıdır ama çoğunluk, o yerin yerleşik dokusuna, kokusuna, ondaki
kendine haslığı veren akışa aldırmaz. Bir çorba kâsesinin kenarındaki çatlak,
bir telefon kabındaki tükenmez kalem lekesi, üzerine çay dökülmüş eski bir
kumaş parçası, bir renkli cam kırığı, bir kar tanesi, bir kelebek kanadı, bir
kemer deliği, bir kâğıt kırpığı, bir saç teli, bir su birikintisi akşamdan
kalma, bir tiyatro bileti tarihi geçmiş göz ardı edilen “saçma” detaylar, belki
de esas aradığımıza götürecek bizi en büyük yardımcılarımızdır.
Aslında
değeri bilinmeyen rastlantılar, hiçbir şeyin boş yere yaratılmadığı dünyanın ne
kadar geçici, bir o kadar elinin tersiyle itemeyeceğin güzellikte olduğunu
hatırlatır. Öylesine karşına çıkmış gibi görünen şey, hayatının fırsatı
olabilir. Beklenmedik anda gelen, en çok inciten de, en çok mutlu eden de
olabilir. Nasıl baktığımız kadar, bir şeyleri nasıl değerlendirdiğimizle de
ilgili bir durum bu. Küçük bir tekne-balık meselesi özünde...
Balığı
yakalamak kadar, onu teknede tutmak da, o balığı nasıl değerlendireceğin de
önemlidir. Beklenmedik olan, bazen hesapta olmayan bir balığı tekneye düşürmek
de olabilir, o tekne yolculuğu esnasında gözüne vuran güneşin uzun zamandır
çözemediğin bir meseleyi aydınlığa kavuşturması da. Rastlantılar kıymetlidir.
En çok da hiç hesapta yokken çıkageldikleri için…
Her
birimiz kendi hikâyelerimizin yazarıyız. Hikâyelerimizi yazarken kullandığımız
detaylar ne kadar zenginse, ifademiz o kadar güçlü olacaktır. Bu detayları, hiç
üstümüze lâzım olmayan dedikoduları araştırıp magazinsel boyuta da
indirgeyebiliriz; bir balığın yüzgecine takılmış poşet parçasından tüketimin
ulaştığı noktaya, oradan küresel gönüllü kulluk sisteminin yeryüzünde bıraktığı
ağır tahribata ve son olarak evrende bir nokta kadar yere bile düzgün bakmayı beceremeyen
insanın acınası ve bir o kadar komik hesaplarına götüren derinliğe de
taşıyabiliriz. Peki, bunu bu kuşatılmışlık altında, magazinin bir vizyon hâline
geldiği bir dünyada nasıl başaracağız?
Öncelikle
bir şey başarmaktan vazgeçerek işe başlayacağız. Vazgeçmek, çoğu zaman
yeğlemekten daha kökten bir özgürleşme yoludur. “Başarı”yı kokuşmuş anlamlardan
kurtarmanın en temiz yolu, onu kişiselleştirmekten vazgeçmektir. Başarı,
kazanılmış bir şey olmadığı gibi, değer yargıları tuzağına düşmüş insanların en
üstünü olmak da değildir -ki üstünlüğün takvada olduğuna inanmayan insanların
dahi bugün ahlâkî değerlere sahip çıkan, ahlâklı bir hayat süren insanların
hakkını teslim ettiğini görüyoruz-.
Biz
hep bir mücadele hâlindeyken, içinde hem şiddeti, hem de sevgiyi barındıran
aşkı göreceğiz vazgeçtikçe. Sürekli yenileneceğiz, sürekli gelişeceğiz ama bunu
fark etmeden yapacağız o aşkla. Öyle büyüleneceğiz, öyle feyz alacağız ki
aşktan, daha önce hiç dikkat etmediğimiz kör noktalar aydınlanacak birer birer.
O aydınlığın şükründe huzur bulacağız. Çocuk merakımızı yeniden uyandıracağız
böylelikle.
Yeni
yollar her zaman hoşumuza gitmese de, sevilecek bir yön bulacağız illâ ki. Bir
nüans, bir güzellik göreceğiz mutlaka karşımıza çıkan her şeyde. Bazen
anlamayacağız, bazen anladığımızı sanacağız, bazen düşeceğiz, bazen utanacağız,
bazen güleceğiz, bazen ağlayacağız, bazen öğüre öğüre gideceğiz kuyunun en
dibine, bazen sarsılarak uyanacağız yumuşak yatağımızda… Ama hep seveceğiz,
aşkın âşığı olacağız ki o kadar emeğe yazık olmasın insan için verilen!
Bu
mükemmel nizamın Sahibi’ne nasıl şükredeceğini bilemez bir hâlde olması
gerekirken insan, bu doyumsuzluk boyutuna aşkı unutarak ulaşmadı mı?
Tanımlar
anlamı kısıtlar, edinimleri kalıplara sokar. Bu yüzden aşkı tanımlamak, aşka
yapılabilecek en büyük haksızlıktır belki de. İnsanın kendi içinde sürekli
yenilenen, gelişen bir aşkı yaşatması, onu hem kendine has, hem de etrafına
ilham olan biri hâline getirir. Bunun bilinen tek yolu hata yapmaktan, canının
yanmasından, hakarete uğramaktan, aşağılanmaktan, ağlamaktan, bağırmaktan,
utanmaktan, incinmekten korkmadan derinin ince kalmasına, gözeneklerinin açık
olmasına razı olmak, her duyguyu en derininde hissederek yaşamayı göze
almaktır.
Bu cesareti olan herkesi birlikte çıkacağımız öğrenme yolculuğuna davet ediyorum. Gündelik hayatta sıradanlaşmış detayları mercek altına alacağımız bu yolculuk üzerine fazla açıklama yapmayı uygun bulmuyorum. Şu kadarını söyleyeyim: Söz gelimi “kahve”yi konu aldığım bir “Farkındalık Notları” yazısını okuduktan sonra, kahve içerken yüzünüzde beliren gülümsemenin sebeplerinden biri olursam ne mutlu bana, ne mutlu bize!