Bir Necip Fazıl geçti yüreğimizden

Onun mücadelesini anlamak, onu anlamaktır. Onun zamanını, onun yaşadığı şartları, o zamanın yobazlığını ve zulmünü bilmeden, hissetmeden onu anlamak elbette zordur. O dönemin muktedirlerinin güç sarhoşluğu ile bu milleti köklerinden koparıp havada asılı tutmak için giriştikleri cinayetlere karşı koymak o kadar kolay değildi.

“26 Mayıs 1904, doğdu.

25 Mayıs 1983, öldü.”

İşte mezar taşına kazınan bu iki cümledir birçok insanın hayat hikâyesi!

İki parantezdir hayat namına açılan her insan için, dünya denilen bu romanda… Kimisi bu iki parantezi “doğdu” ve “öldü” kelimeleri ile tamamlar, kimisi de “doğdu” ve “öldü” kelimelerinin arasına öyle hikâyeler sığdırır ki, “İşte hayat budur!” dersiniz.

Kimisi de bu hikâyelerine ek olarak, ölümden sonraki parantezin dışına bir parantez daha açar ve ucu kapatılamaz… İşte daha gerçek hayat budur!

Öldükten sonra bile yaşayabilmek marifetini Cenâb-ı Hakk herkese nasip etmez. Peygamberler, sâlihler, sıddıklar, şehitler, velîler ve Allah dostları bu nimetin sahibi olanlar…

Bir Necip Fazıl geçti bu dünya sahnesinden… Öyle bir hayat yaşadı ki, aldığı her nefesi bir mücadelenin, bir kavganın uğruna tüketircesine… Ne tabuta sığdı, ne mezara öldüğünde bile. Sıradan bir şair, bir tiyatrocu, bir gazeteci, bir romancı, bir aksiyon adamı olmadı! Sıradanlığı asla ve kât’a yaklaştırmadı yanına. Hesabî değil, hasbî idi. “Desinler” için değil, samîmi olarak dâvâsının dâvâcısı oldu. Onun samîmiyetinin karşılığı olarak Allah da onun sözünü, hayatını, çilesini bereketlendirdi ve bugünlerde, hattâ yarınlarda konuşulur hâle getirdi.

Kimi çevreler onun her şeyini yok hükmünde saymak adına onu inkâr ettiler. Yaşadığı zamanlarda akıl almaz iftiralar, kumpaslar, saldırılar düzenleyerek ona dünyayı zindan etmeye kalktılar. Hattâ her ucuz bahaneye mal bulmuş mağribi gibi sarılarak onu zindanlara tıktılar.

O, gerçek anlamdaki zindanı ve onun için zindana çevirdikleri sokakları bile bir Yusufiye Medresesi’ne çevirerek mücadelesine devam etti. Hem de her gün yenilenerek, her gün daha da bilenerek...

Bugün bile onun ölümünden sonra sanki o yaşıyormuş gibi ona saldıran meczuplar, neredeyse onun kemiklerini mezarından çıkarıp darağacına göndermek derdindeler. Bu olmadı mı, onun kitaplarını sayfa sayfa parçalayıp her sayfasını bir darağacına çekmek özlemindeler… Ne kin, değil mi?

Onların derdi, onun taşıdığı misyona olan düşmanlıktan kaynaklanıyor. Haydi bunu anladık ve diyelim ki mazur gördük, ya sûret-i haktan görünüp de sarığıyla, cübbesiyle, tesbihiyle, takkesiyle, seccâdesiyle ona her fırsatta “ama”lı îmâlarla saldıran mîrasyedilere, kalem cücelerine, müteşair bozuntularına, muharrir kırıklarına, dâvâyı işportacı velvelelerine kurban eden Donkişot kılıklı “mü(c/T)ahit”lere ne demeli?

Öyle ya, hazretin şiirleri, Çile’deki gibi kafatasını iğrenç bir şekilde kusan manzûmelerden daha naiftir. Omurgasızlıkları yazılarına da sirayet ettiği için dikensiz bir gül bahçesidir. Ota böceğe, Ayşelere Fatmalara yazıldığı hâlde sonuna ekledikleri “inşirah, sükût, secde, vecd” gibi üç beş kelime ile ihtida ettirdikleri sözde çağdaş tasavvuf soslu şiirleri neden gündeme gelmiyor da hâlâ insanlar Çile’ye takılıyordur? Nedir bu Çin Seddi gibi önlerinde duran devâsa surlar?

Perdelerin gerisine gizlenip karanlığa karşı sessizce döktürdükleri hamâsetin en damardan nâmeleri, neden Sakarya’nın coşkun mısraları karşısında köpük köpük eriyip gider?

Neden yarattıkları modern karakterler, onun Bir Adam’ı karşısında sus pus olur?

İşte bu kıskançlık ve hasetlik ile sıcak köşelerinden “amalı îmâlarla” saldırırlar.

Kimisi de çağdaş olmak adına Batı’nın her haltını maymunvâri taklide kalkışanları taklit edercesine İngiliz’in, İsrail’in, Amerika’nın Mason laboratuvarlarında üretilen sözde İslâmî fikirlerini “Selefilik, Reformculuk, Kur’ân’a dönüş” gibi yaldızlı isimlerle oradan buradan ithal edilen devşirmelerle ona karşıdır.

Mütefekkir Necip Fazıl’ı anlamak

Hâlbuki Necip Fazıl, medreselerde dinî ilimler okumuş, hıfzını tamamlamış bir İslâm âlimi değildir. Onun dinî bilgisi vasatın üzerindedir ama o bir Müslüman mütefekkirdir. Onun firâseti en azından akı karadan, hattâ sütteki beyaz kılı beyazdan ayıracak kadar keskindir. İşte onun bu keskin görüşü, bu devşirmelerin oyunlarını bozacak bir derinliğe sahiptir!

Onu anlamayı, ondan ezberledikleri birkaç mısraa, birkaç nükteye, kitaplarının adını saymaya irca ettirmek zannedenler de bir başka garâbet heykelleridir. Onlar da maalesef onu tüketmekle yollarını bulma derdindeler.

Oysa onun mücadelesini anlamak, onu anlamaktır. Onun zamanını, onun yaşadığı şartları, o zamanın yobazlığını ve zulmünü bilmeden, hissetmeden onu anlamak elbette zordur. O dönemin muktedirlerinin güç sarhoşluğu ile bu milleti köklerinden koparıp havada asılı tutmak için giriştikleri cinayetlere karşı koymak o kadar kolay değildi.

Onlar nereden saldırdıysa, o da onlara oradan saldırarak kendini ve inandığı değerleri müdafaa etmeye çalıştı. Hiçbir zaman savunmada beklemedi. Hücûmları, savunma hattını onların kendi hanelerinin tam ortasında kurmaya matuftu. O yüzden onlar “Kızıl Sultan” deyince, o da “Ulu Hakan” dedi. Onlar işkembeden vatan haini safsataları ile gelince, “Büyük Vatan Dostu” dedi.

Tarih tezleri mübalağalıydı. Zira karşıdaki hücûmlar bilimden, insaftan, izandan yoksundu. Mahalledeki çeşme başı dedikodu kazanlarının bile pişirmekten ar edeceği yalanlara karşı böyle mübalağalı çıkışlar elbette masumdu.

Dili ve üslûbu sertti. Zira karşısında duranlar ve etrafında uyuklayanlar ancak bu sertlikten ve bu üslûptan anlıyordu. Birilerini püskürtmek, birilerini de uyandırmak ancak böyle mümkün oluyordu.

Geçmişte Üstad hakkında yazdığım bir yazımda, onun yaşadığı cemiyet ortamını şu şekilde anlatmışım:

“Her birisi paha biçilemeyecek derecede eşsiz elmaslar gibi olan kendi öz değerlerini, Batı’nın içi boş, imitasyon mamulü çakıl taşlarına değişen bir cemiyet düşünün… Bu cemiyetin ekser ferdinin büyük bir sarhoşluk içerisinde, pervanelerin ateşe üşüştüğü gibi inkâra koştuğu bir cemiyet… Ve tam otuz yıl bu uçuruma yuvarlanışa kendini teslim eden, saatlerin durmadan işlediği ve içinde yaşadığı cemiyetin her ferdi gibi gökyüzünden habersiz uçurtma uçuran bir adam…”

İşte Necip Fazıl böyle bir kavganın, böyle bir mücadelenin adamıydı!

Hâlâ bir kısım çevreler, onun öğrencilik yıllarında yaşadığı bohem hayatının karelerini ağızlarına sakız ederler. Ama bilmezler ki, bu adam kendi hayatının en mahrem anlarını kendi kalemiyle anlatmış, muarızlarından önce kendi eleştirisini yine bizzat kendisi yapmıştır. O da bir dönüşüm yaşamıştır. O her türlü zevk, şehvet, şöhret ve imkân dolu hayatı elinin tersiyle itmeyi başarmıştır.

Abdülhakim Arvasî ile tanışması ile kendine yeni bir rota çizebilmiştir.  Bahsettiğim yazımda bundan sonrasını şöyle ifade etmişim:

“Ve bir bakış düşünün… Bu sarhoşluğa ‘Dur’ diyecek ve muhatabının rûhuna temel çivisi çakacak bir bakış… Bu nazarlar, bu bakışlar, fikir çilesinin ateşten zehri ile bulanmış birer ok olarak muhatabının yüreğine saplanmış ve ânında muhatabının can elmasını küle döndürecek, beyninin tüm kıvrımlarını bu ateş ile tutuşturacaktı…

İşte bu olaydan hemen sonra, sonu çıkmaz olan sokaklara akan bu cemiyet selinin önüne geçip kollarını bir makas gibi iki yana açarak  ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!’ diye haykıran bu adam, Necip Fazıl’dan başkası değildi.”

İşte bu minvâlde yaşadı Necip Fazıl. Ve eserleriyle hâlâ yaşıyor. Onu rahmetle, özlemle yâd ediyorum…