Bir münzevinin ayak sesleri

Her aşkın sonu gibi, tersine bir gelişim gösteriyoruz. Tükenmeden, tüketmeden uyanmadığımız, tuhaf bir masal yazıyoruz…

DÜNYA artık yaşlı, elden ayaktan düşmüş ve çirkinleşmeye başlamış biri. Kimse onu eskisi kadar sevemiyor. Bir zamanlar çok popüler olan uğruna ölünecek dâvâlar, şimdi uğruna yaşanılacak büyük mücadeleler oldu. Dünya bizimle arasına mesafe koydu bundan birkaç yıl önce.

Ve belki de bu mesafe, bir gün ayrılığın gelip çatabileceği ihtimâlini unutmuş olmamızdandı. Hatırlatıyor, “Ayrılık var. Ölüm var. Her an buralardan gidebilirsin. Her an seni evden çıkarabilirim. Her an kirayı artırabilir, evini daraltabilir, eşyalarını haczedebilir ya da seni başka bir mahalleye gönderebilirim” diyor gibi. Belki bizi çok sevdiğinden ve kederimizi kontrol altına almak istediğindendi. Belki de sıkılmıştı bizden ve yormuştuk artık. Dayanılmaz ve çekilmez olmuştuk. Çünkü son zamanlarda ona çok düşkünleşmeye ve doyamamaya başlamıştık.

Malûm, vazgeçilmez hissettirdiğimiz herkesin bir gidesi geliyor. Dünya da gitmek istedi demek. Kurtulmak istedi. Ona atfettiğimiz şeyleri ondan sakınmaya başladığımız için öfkeliydi belki. Adaletini çaldığımız için kırgındı. En çok türküsü söylenen adaleti kapalı kapılar arkasına saklamış bir hazine gibi tutuyorduk. Kimse görmesin diye mi, kimse çalmasın diye mi? Her ne niyetle yaptıysak, en sonunda biz de kaybettik. Kimseyi suçlamaya gerek yok. Kimse gelip de içimizdeki hâkimi öldürmedi. Biz biliyorduk onun zaaflarını ve tuzağa düştük.

Adaletini sevdiğimiz dünyanın adaletini arar olduk. Hak yemeyi sol elle yemek kadar konuşmadığımız için... Suyu israf etmeyi, üç yudumda içmek kadar konuşmadığımız için… Haram lokmayı GDO kadar konuşmadığımız için… Bir şeyler oldu, bir şeyler yaptık ve sonunda kaybeden biz olduk. Mütevazı yaşantıları bile ancak bir akım olduğunda benimseyip canlıları korumayı “Tavşan Ralph” gündem olunca hatırladık. Belki biraz ağır bir söylem olacak ama hassasiyetlerimizi trend topiclere göre belirlemeye başladığımızdan beri, duyarını kastığımız her şeyin samimiyeti sorgulanır hâle geldi. En çok da adaletin…

En çok adaletin şarkısını sevdik. Klavyede hepimiz Ömer’ken, sokakta Ebu Cehil olmaktan kaçınmadığımız tuhaf bir zaman… Üzerine saatlerce konuşabileceğimiz, aslında ise tek kelime etmeye hakkımız kalmayan bir zaman… “Dediğimi yap, yaptığımı yapma”lar ile geçen, kimsenin sorumluluk almak istemediği ve taşı hep şeytana attığı tuhaf ve acımasız bir zaman… Hırsızın hiç mi suçu yok? Tabiî ki var. Fakat hırsız, hırsızlığını yapıyor.

Aslında herkes kendi kapısının önünü süpürse çok yol alır bu gemi fakat gözümüz hep komşunun kapısında olduğundan, kendi önümüzü göremiyoruz. Anlatmaya, anlaşılmaya hevesimiz de kalmıyor. Sonra bir münzevinin kalem vuruşları ile kısa bir sessizlik oluyor. Kalem sesleri artıyor. Kâğıtla dertleşiyoruz. Kâğıdın bizi yargılama imkânı yok. Ne yazarsak onu dinliyor. Belki yalan, belki yanlış, bizi eksiksiz dinleyen nadir eserlerden… Ve kalemiyle dertleşenlerin sayısı böyle böyle artıyor. Herkes kendi köşesinde, kendi türküsünü söylüyor. Aynı türküyle dertlenen birileri eşlik eder umuduyla…

Naralarını attığımız konulardan hep birlikte nasıl sınıfta kaldığımızı izliyoruz. Aynı düşüşü yaşıyor, benzer seslerle ağlıyoruz. Her şeye rağmen içimizde küçük bir umut ışığı var, biliyorum. O cılız ışığı görebiliyorum. Onu tutuşturup aydınlığa da çıkabiliriz, yerimizden yurdumuzdan da olabiliriz. O platonik âşık olduğumuz dünya uğruna ölünecek şeyler arayıp bulurken, şimdi uğruna yaşanacak şeyleri konuşuyoruz.

Her aşkın sonu gibi, tersine bir gelişim gösteriyoruz. Tükenmeden, tüketmeden uyanmadığımız, tuhaf bir masal yazıyoruz.