Bir meddi tabiî: Film çekmek

Nitekim edebiyat ile “hâddini” bilmek arasında ana-çocuk yakınlığı vardır. “Edeb Ya Hû!” bunu betimler. Hatta “Hâddini/hattını bil!” inceliğinde, edebiyatın tüm türlerinde bir “terbiye” ve “sınır-kural-çerçeve” vardır. Fakat sinema öyle değil! Sinemada “sınırı aşmak” becerisi vardır. Belki de edebiyatı klasik ve özgün tutan da sinemadır.

Bir “elif” miktarı sinema

SİNEMA üzerine yazı yazmayı, film çekme zahmetinden kaçış olarak görürüm. Sinemanın önemi ve dayanılmaz izlenceliği üzerine koltuğa gömülü fragman geçmeyi, “fikrin patlamış mısırı” tadında eğlenceli bulurum. Fakat ve bence “Filmin üstünde bir film vardır” etkisini görmemek, klasikler arasına girmiş bir filmi hiç izlememek olur. Bence insanoğlunun, Tanrı’nın mesajına karşı mesaj olarak bulduğu en esaslı “tepki/etki”, bir “elif” miktarı film çekmektir.

İnsanoğlunun en etkili konuşması, hayâl gücünü konuşturmasıdır. Bu noktada insanlık tarihinde edebiyat, bir “vav çekmek” hükmündedir. Yani hayâlin hat sanatıdır. Buradaki “hat” vurgusu, “çizgi”ye içkindir. Sonuçta hayâl gücünün “sınırı zorlayan” doğasını “çizgi” ile kontrol eder edebiyat.

Nitekim edebiyat ile “hâddini” bilmek arasında ana-çocuk yakınlığı vardır. “Edeb Ya Hû!” bunu betimler. Hatta “Hâddini/hattını bil!” inceliğinde, edebiyatın tüm türlerinde bir “terbiye” ve “sınır-kural-çerçeve” vardır. Fakat sinema öyle değil! Sinemada “sınırı aşmak” becerisi vardır. Belki de edebiyatı klasik ve özgün tutan da sinemadır. Çünkü sinema sınırı aştıkça, sınırın önemi ve sınırda durabilmenin zorluğu da kıymetleniyor. Dolayısıyla şu spot yer tutabilir: Edebiyata sormuşlar, “Edeb’in nereden gelir?”, cevap edeplice olmuş: “Sinemadan!”

Nitekim edebiyattan uyarlama veya edebiyatı taklit sınırında kalan sinema ekolleri tutunmakta zorluk çekmişlerdir. Sınırı aşabilen sinema ise kendi sınırlarını da aşmıştır. Sinema bende bir “yasak ağaç” metaforu çağrışımı yapmaktadır. Sanki Tanrı insana, “Her türlü sanata yönel, fakat bu sanat ağacına yönelme!” der gibidir. Çünkü bu sanat ağacına yönelenin ilk fark ettiği “çıplaklık” ve çıplaklığın sınır etkisi, üreme organlarıdır. İnsanın hemen ve fıtraten “mahremi örtme” çabası da dikkat çekicidir. Sanki sinema ile ortaya çıkan çıplaklık sebebiyle sinemanın bıraktığı mahremiyet ihlâli üzerine çıplak kalan organların üzerine konulan yaprak edebiyattır.

Edebiyat incir yaprağı mıdır?

Odağımız, sinemayı bir “elif” miktarı çekmek. Dolayısıyla “elif ve incir ağacı” üzerine hikâyelendirmek istemiyorum kelimeleri. Sinema ve “yasak ağaç” arasındaki geçişkenlikten maksadım da sinemanın maksadı aşan gücü ve onun ortaya çıkardığı insanı insan yapan iradesi. Dolayısıyla sinema ve meyvesi olan film ile “irade-Cennet’ten kovulma-imtihanın başlaması” arasında bir “fragman” tadı olduğunu düşünüyorum.

Sinema ve onun meyvesi olan filmi yedikçe, yani çektikçe, insanda bir “isyan tadı almak” var. Hatta Tanrı’nın insana seslenişi olan Vahyin edebi ve hatta edebiyata diz çöktüren edebî sözleri karşısında âdeta edep sınırlarını aşan bir yol tutuşu var sinemanın. İnsana göre sanki filmde, “Tanrı’ya rağmen” rol almaktan zevk duyma iksiri var. Bu nedenle sinemanın kışkırtan tarafı, en az sinema kadar filmi çekilmeye değer!

Kuşkusuz sinemanın kışkırtıcılığı sembolize eden iki kırbacı var: Şiddet ve seks… Yani edebiyatın örttüğü iki mahrem edinim… Zaten “edeb” de şiddeti ve seksi günah saymaz, örter. Fakat sinema ikisini de “çıplak” kılar ve hatta çıplaklığı teşhir eder!

İçinde şiddet ve seks “enstantanesi/karesi” olmayan filmler, sanki sinema ağacının “olgunlaşmamış” ürünleri gibi sayılırlar. İçinde şiddet-seks kokusu olmayan filmlerse “çekilmiş edebiyat filmleri” gibi tarif edilir ve ödüllendirilirler. Bu noktada ödüllü filmler kuşağında dünyada birçok ülke sineması bilinir ve takdir edilir. Ancak izleyicisi şiir, roman, hikâye okuru gibi azdır.

Çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane

Dürüst olmak isterim; “Araştırmaya değer olan edebiyat mı, sinema mı?” diye tercihe zorlansam, tereddüt etmeden “Tabiî ki sinema!” derim. Çünkü edebiyatta “arayış” var, sinemada “kayboluş” tadı.

Sinemanın özellikle “teknolojik kader” motoru ve mottosu çok etkileyici! Özellikle bilimkurgu filmleri âdeta “Tanrı’ya verilen cevaplar” cüretkârlığında. İnsan en çok bu filmlerde şımarık çocuk edasında... Fakat asıl etkileyici olan, bu filmlerde insanın “yaratıcı” sıfatını Tanrı’dan rol çalma tadında kapma hırsı. Hatta şu spot uygun düşer: Sinema, bir hırs şerididir.

Çarşıdan bir film alıyorsunuz, fakat izledikçe sizde tatlandırdığı kelimeler, duygular, edinimler çoğalıyor da çoğalıyor. Hatta beylik bir cümledir: “Film hayâlinizi sınırlar; çünkü kahramanlar, olayların zaman-mekân dekoru görseldir. Oysa şiir, roman, hikâye sizde hayâliniz kadar çeşitlenir.” İşte bu beylik cümledeki beyliği alan bir gelişme var sinema dünyasında: Kurgu teknolojisi…

Sinemada kullanılan teknoloji ile âdeta hayâl gücünü öğrenci bırakan bin bir kurgu ve sunum çeşitliliği söz konusudur. Özellikle robot-zombi figüranlar, bu çeşitliliğin âdeta tanıtım promosyonları gibidirler. Tabiî bu figüranlar aynı zamanda “Tanrı’nın öcü” mesajına içkin de işlevselleştirilmişlerdir.

Çok ilginçtir, sinema zamanla endüstri ölçeğine gelince, “sınırsız lunapark” gibi aklın ve duygunun eğlendiği, tükettiği bir hayâl parkına evirilmiştir. Bir bakıma, “Delidir, ne yapsa yeridir!” konforunda kafasına göre takılmaktadır. Sinemayı ve meyvelerini ciddî ciddî analiz eden yaklaşımlara da, “Abartmayalım, sonuçta bir film, gerçek değil!” tepkisi verilebilmektedir.

Gerçek ne?

Filmler en fazla “gerçek”te kopuyor. Öyle ki, artık “Sinema ‘gerçek’ten kopunca başlar!” denecek. Nitekim en hoş anonslardan biri şudur: “Bu filmdeki kahramanlar, gerçek hayattan esinlenilmişlerdir.” İşte tam da “sınır” burasıdır! Yani edebiyat ve sinema arasındaki “fark ettiren fark” performansı... Nitekim bir film gerçeğe yaklaştıkça, “edebiyat” kokusu taşıdığından, hemen şiddetle ve seksle bu gerçeklikten uzaklaşarak “sinemalaşma” gayretine girer. Hatta bu şiddet ve seks hırsını, “Hayatın gerçekleri içinde şiddet ve seks vardır!” diye de meşrulaştırmaya çalışır.

Evet, gerçekçilik içinde şiddet ve seks vardır. Ancak insanın gerçeklerle yüzleşirken çıkardığı en önemli ders “edep”tir. Yani sınır-ölçü-denge edinimi... Sinema ise “gerçeği olanca çıplaklığıyla göstermek” iddiasıyla “çıplaklık” üzerinden prim üzerine gider. Bir bakıma “edepsizlik” yapar. Çünkü sinema insanda şunu yakalamıştır: “Çıplaklığın en iyi müşterisi, ‘çıplak insan’dır!”

Arz-talep hırsı, zamanla sinemayı “felsefe”den uzaklaştırıp ticarete yaklaştırmıştır. Hatta sinema-felsefe ilişkisinde ısrar edenler, çoğu zaman ticarî başarılar elde edememişlerdir. Bu gerçeğin en çıplak hâli ise ortadadır: Hollywood!

Özün fragmanı şudur: Edebiyata önemli bir misyon düşüyor, “Sinema çıplak!” demek… Tabiî bunu söylerken bir elif miktarı çekerek…