Bir lahza-i teahhur

Tamamına yakını artık söndürülmüş bu yangınların arkasına saklanıp Erdoğan’a olmadık hakaretlerde bulunan, hattâ sözün şehveti ve içindeki husumetin motivasyonuyla hızını alamayıp Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’na ağız dolusu “Ulan!” bile diyebilmeye cüret edebilen zevat, bir diğer taraftan da ülkede diktatörlük olduğundan, fikir özgürlüğü bulunmadığından bahsediyor sesleri bile titremeden. Yerseniz artık!

Ey şanlı avcı, dâmını bî-hûde kurmadın!
Attın… Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın.

(Tevfik Fikret)

***

PEK Muhterem Kari,

Bir önceki ya da bilemiyorum, belki de bir sonraki bölümde bahsetmiş olduğum, ismini sorduğumda “‘Yunus’ derler!” diyen ihtiyarın “Belki yardımı dokunur” diye verdiği, üzerinde İbnü’l-Arabî Fütuhat-ı Mekkiyye, ilk sayfasında da “Kahraman’a” yazan kitabın sayfalarını kimi zaman az da olsa anlayarak ama umumiyetle anlamayarak, kâh sadece garip şekillerin ne ifâde ettiğini idrak etme gayreti ile notlar alarak çevirdikçe; Efrasiyab’ın bilmecesini çözeceğim hissine ve ümîdine kapılıyorum inceden…

Ama yine de kolay olmayacak bu!

Kitapta geçen felekler, âlemler, burçlar, atlas, arş, kürsî ve zamanla ilgili tarifler, çizimler, tasvirler sanki birer kelebek gibi süzüle süzüle gelip bulmacanın sağına soluna konuyorlardı âdeta. Lâkin yapbozun parçalarını bir araya getirmek için daha epeyce dirsek çürütmem, kafa patlatmam gerekiyor. Hissediyorum.

İbni Arabî’yi okudukça ve dahi onun da benim gibi -aslında benden asırlarca önce- zamanı düz bir çizgi değil de daire şeklinde dönen bir mevhum olarak mütalâa ettiğini gördükçe, yalnız olmadığımı düşünerek içten içe seviniyorum.

Bakalım kitabın sonuna geldiğimde muhteviyatın ne kadarını anlayabileceğim ve elimde neler kalacak. Ve bakalım Efrasiyab’ın bilmecesinden nasıl bir sır çıkacak…

Geçen seferki seyahatimizde altmış beş yıl öncesinin Mısır’ına gitmiştik lâkin sefinemiz arıza yapmış, dönememiş, altmış beş yıl öncesinde kalmıştık. Durumumuz “küllüm müşkila” idi.

Evet, sefineyi bir şekilde imâl etmiştik ancak bir gün böyle bir arıza ile karşılaşacağımız hiç hesapta yoktu. Ciddî şekilde endişe içerisindeydim. Ya bir daha ait olduğum zamana ve mekâna dönemezsem, ne olurdu? Üstelik bu durum zamanın akışında da kırılmalara sebebiyet verirdi ki böylesi bir durum kesinlikle tayy-i zaman kaidelerine aykırı idi.

Üzerimdeki panik ve endişeyi zor da olsa bir kenara bırakıp arızanın sebebini aramaya koyuldum. Problem büyükse ve alet edevat gerekecek olursa ne yapardım?

Kasnakları kontrol ettim, sıkışma yoktu. Kayış kopmamıştı, elle çevirince dönüyordu. Zebercet diskler yekpare idi. Dişlilerde herhangi bir sıkıntı mevcut değildi. Ateşleme sistemi çalışıyordu…

Sefinenin altına eğildiğimde, yerdeki kumların üzerinde damlama izini gördüm. Depo delinmiş, tüm yakıt boşalmış ve buharlaşmıştı bile.

Hesaplarıma göre iki üç litre yakıt yeterli olacaktı dönmem için; lâkin nereden bulacaktım?

İskenderiye’nin birbirine benzeyen dar sokaklarında şuursuzca dolaşmaya başladım. Evleri çevreleyen yüksek avlu duvarları sokaklar boyunca sağlı sollu uzanıyordu. Kimden nasıl bir yardım isteyebileceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu.

Günün heyecanından -ki o gün Nasır, Mısırlılara hitap etmişti- evlerin duvarlarında Mısır bayrakları asılı idi. Şuursuz adımlarım, duvarında Türk bayrağı asılı bir evin önüne getirdi beni. Çekine çekine, etrafı ince bir işçilikle işlenmiş taşlarla çevrili ahşap kapının tunçtan imâl tokmağına uzandı elim, üç kez kapıyı tıklattım.

İçeriden kapıya doğru yaklaşan ayak seslerini duyuyordum. Kapıyı açacak kişinin Türk ya da Türkçe bilen birisi olmasını diledim Allah’tan. Kul daralmıştı, Hızır vaktiydi zaman…

Kapıyı esmer, tıknaz, ellili yaşlarda, kır saçlı, beyaz entarili ve beyaz takkeli bir adamcağız açtı; sorgulayan bir çift siyah gözle. Selâm verip Türkçe bilip bilmediğini sordum. Gözlerindeki sorgunun siyah rengi, deniz mavisi bir mutluluğa dönüşüverdi birden. Türkçe biliyordu ve rahatlamıştım.

Beni içeri buyur etti, avlunun ortasındaki hurma ağacının gölgesi altına oturduk. Hemen su getirmeleri ve yemek hazırlamaları için seslendi iki katlı taştan imâl eve doğru.

Su ve yemeği beklerken tanıştık, Türk’müş kendisi ve ismi Hızır’mış. Dedesinin dedesi, zamanında Mısır’a yerleşmiş, Abdülaziz Han dönemleriymiş dedesi yanlış hatırlamıyorsa. Sonra da kök salmışlar, kalmışlar buralarda. Hızır’dan ziyâde, “Türk” diye seslenirlermiş ona komşuları, ahbapları.

E, ben nereden gelip nereye gidermişim böyle? Hangi rüzgârın önüne katılmışım? İstediğim kadar kalabilirmişim evinde. Memlekete dönebilmek için bir miktar nefte ihtiyacım olduğunu söyledim kendisine, “Hâllederiz” anlamında bir baş hareketi yaparken gülümsedi. Fazla soru sormadı Allah’tan.

Olur da sefineyi çalıştıramazsam, şimdilik sığınacak bir kapımın olması bir nebze rahatlatmıştı beni.

Yemekten sonra acı ama muhteşem aroması olan bir kahve ikram etti Hızır. Yemekten arta kalan bir parça ekmeği yanıma aldım ve birlikte aynı sokaktaki yakın bir komşusuna gittik. Aralarında Arapça konuştular ve komşusu içeri giderek evinden bir teneke neft getirdi. Fazlasıyla işimi görürdü bu miktar, yeter ki sefine çalışsındı.

Hızır’dan ayrılmam kolay olmadı. O misafir etmek istiyordu, ben ise bir an önce dönmek zorundaydım. Olur da işler ters giderse yine geleceğim sözünü vererek ve kucaklaşarak ayrıldık.

Sofradan aldığım ekmeği çiğneyerek hamur kıvamına getirdim ve deponun delik kısmına yapıştırdım. Ekmeğin kurumasını bekledikten sonra nefti depoya doldurdum. Haydi bismillah!

Birkaç denemeden sonra motor çalışmaya ve kasnaklar deveran etmeye başladı. Elhamdülillah. Dönüş yolunda evimi ne kadar özlediğimi fark ettim. Öyle ya, altmış beş yıllık hasret vardı arada.


Muhterem Dostlar,

Bu seferki seyahatimizde sizleri 21 Temmuz 1905’e götüreceğim inşallah. Gideceğimiz yer ise Yıldız sırtları… Merak buyurmayınız, depoyu tamir ettik, tüm kontrolleri muntazaman yaptık, yağımızı suyumuzu tamamladık. Sefinemiz yeni seyahatlere hazır. Sizler de hazırsanız, yola koyulalım. Yolcu yolunda gerektir!

Deveran başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…

Yıldız yokuşunda yine fevkalâde bir gün. Bundan dört yıl sonrası için yine buraya yolumuz düşmüştü, hatırlarsınız belki. Hamidiye Câmiî’nden Cuma salâsı yükselirken İstanbul halkı dalga dalga Yıldız Câmiî’ne, Cuma selâmlığına akıyor; günün dehşetinden habersiz…

Kalabalığın içerisine karışmadan, güvenli bir mesafeden gelişmeleri izlemeye koyuluyorum. Vakit yaklaşıyor. Cemaat câmiden ayrılmaya başladı ve kapıda Ulu Hakan göründü. Tam merdivenlerden inecekken bir anda geri döndü ve kapıda kendisini uğurlayan Şeyhü’l-İslâm Cemaleddin Efendi ile ayaküstü konuşmaya başladı.

Kulaklarımı kapatıyorum ellerimle…

Kapalı kulakları bile sağır eden bir patlama sesi yükseliyor Yıldız Câmiî’nin avlusundan İstanbul semâlarına. Sadece dallarını terk etmiş ürkmüş kuşlar değil gökyüzünü kaplayan Yıldız’da, kollar, bacaklar, eller, ayaklar… Bulunduğum yere bile uzuvlar, et parçaları dökülüyor…

Bir anda yirmi altı cansız bedenden ve elli sekiz yaralıdan akan kanlar kızıla boyuyor câmi avlusunu. Korku, dehşet ve panik, kara bir bulut gibi çöküyor olay mahalline kesif barut kokusuyla birlikte.

Sultan Abdülhamid Han, câmi kapısının önünde etrafı sakinleştirmeye çalışıyor bir sultana yaraşır vakuruyla.

Oysa Ermeni terörist Joris, tuzağını kusursuzca kurmuştu aslında. Haftalarca Abdülhamid Han’ı Cuma selâmlığında takip etmiş, Sultan’ın câmi kapısından çıktıktan tam 1 dakika 42 saniye sonra arabasına bindiğini, bu sürenin her seferinde ancak birkaç saniye saptığını belirlemiş, 100 kiloluk dinamitin saatini 1 dakika 42 saniyeye ayarlamış ve tam da o gün Sultan’ın câmiden çıkışını görünce başka bir arabaya gizlemiş olduğu bombanın saatini çalıştırıp Yıldız yokuşundan Beşiktaş’a doğru uzaklaşmaya başlamıştı!

Belki de hemen yanı başımdan geçmiştir kaçarken, kim bilir?

Joris’in bir hesabı varsa, elbette Allah’ın da bir hesabı vardı ve Allah (cc), şüphesiz hesap yapanların en hayırlısıdır! Sultan, câmiden çıktığı anda aklına takılan bir konuyu görüşmek üzere geri dönmüş, Şeyhü’l-İslâm Cemaleddin Efendi ile ayaküstü konuşmaya başlamıştı; bombanın saati geriye doğru sayarken ve Joris, Beşiktaş’a doğru uzarken…

Bu “bir lahza-i teahhur” sayesinde Abdülhamid Han’ın bu saldırıda burnu bile kanamamıştı.

Patlama sonrası soğukkanlılığını koruyan Sultan, panik hâlindeki kalabalığa kısa bir konuşma yapıyor, akabinde kendisinin sürdüğü arabayla Yıldız Sarayı’na gidiyor. Yol boyunca ahalinin duâları ve “Padişahım çok yaşa!” nidalarının Ulu Hakan’a eşlik edişini izliyor ve dinliyorum.

Dönemin ünlü şairlerinden Tevfik Fikret’i bu olay ziyâdesi ile üzmüştü; bilirsiniz, sanatçılar hisli insanlardır. Lâkin yanlış anlaşılmasın lûtfen, Tevfik Fikret’in bu üzüntüsü menfur suikast girişiminden mütevellit değil, Sultan Abdülhamid Han’ın bu suikasttan sağ kurtulmuş olmasından ötürüdür! Fikret, bu üzüntü ile yazmış olduğu “Bir Lahza-i Teahhur” (Bir Anlık Gecikme) isimli şiirinde bakınız ne diyor:

“Ey şanlı avcı, dâmını bî-hûde kurmadın!/ Attın… Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın./ Dursaydı bir dakikacağız devr-i bî-sükûn/ Yahut o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn/ Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş/ Bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş./ Lâkin tesadüf… Ah o kavîler münâdimi,/ Âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,/ Birden yetişti mahva bu tedbîr-i hâriki;/ Söndürdü bir nefeste bu ümmîd-i bâriki./ Nakşetti bir tehekküm için baht-ı bî-şuûr/ Târih-i zulme bir yeni dibâce-i gurur/ Kurtuldu; hakkıdır, alacak, şimdi intikam;/ Lâkin unutmasın şunu târih-i sifle-kâm:/ Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen denî/ Bir lâhza-i teahhura medyûn bu keyfini!”           

(Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!/ Attın… Ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!/ Dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman/ Ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç/ Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş/ Bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş./ Ancak, rastlantı… Ah o güçlülerin dostu,/ Güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,/ Birden yetişti etkisiz kılmaya bu yakıcı planı;/ Söndürdü bir nefeste bu parlak umudu./ Yazdı alay etmek için bilinçsiz yazgı/ Zulüm tarihine bir övünme önsözünü./ Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;/ Ancak unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi,/ Bir milleti çiğnemekle bugün eğlenen ‘alçak’,/ Bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini!)

Bu meşhur şiirinin yayınlanmasının ardından Tevfik Fikret, gözaltına alınmak şöyle dursun, ifadesi alınmak üzere karakola bile dâvet edilmemişti. Oysaki dönem, -bir rivayete göre- “istibdat” (despotluk) dönemiydi (!) ve devletin başında bir Kızıl Sultan (!) vardı. Yerseniz artık!

Çil yavrusu gibi sağa sola kaçışan halkın arasına karışıyor ve havadaki barut, kan ve et kokusunu iliklerime kadar hissederek dönüş yoluna revan oluyorum. Hâlâ kulaklarımda patlamanın uğultusu ve çınlaması mevcut.

***

Pek Muhterem Kari,

O günden bugüne dek yüz on altı yılda Boğaz’dan çok sular aktı ama devran sanırım hiç değişmedi.

Bugün de üzerimizde kara bulutlar dolaşıyor, ateşle imtihanımız var yine. Ormanlarımızla birlikçe ciğerlerimiz de cayır cayır yanıyor. Ve yine sanatçılarımız (ve dahi muhalif kesim) ziyâdesiyle üzgünler. Sonuçta hassas insanlar. Lâkin yanlış anlaşılmasın lûtfen, muhalif kesimin bu üzüntüsü orman yangınlarından, yanan börtü böcek, kuş kelebek, sincap tavşandan, evsiz kalan insanlardan mütevellit değil, iki yüz elli noktada birden peş peşe çıkan bu yangınların Erdoğan’ın koltuğuna sıçramamış olmasından ötürüdür!

Şu bir hafta on günlük milletçe yaşadığımız imtihan, gören gözlere, işiten kulaklara çok şeyler anlattı. “Bir tek ‘Ormanları Erdoğan yaktı’ demedikleri kaldı” diyeceğim lâkin onu da dediler. Ormanları yakanlara tek kelâm etmeden, tekmili birden Erdoğan’a ve canla başla bu yangınları söndürmek, yaraları sarmak için gayret sarf eden Hükûmet’e çullandılar.

Yangınlar şöyle biraz daha süreydi ve Erdoğan’ı koltuğundan edeydi, tadından yenmeyecekti. Ormanlar içindeki yaban hayatı ve çevresindeki köylerle birlikte yanmış, kül olmuş, ne gam!

Tamamına yakını artık söndürülmüş bu yangınların arkasına saklanıp Erdoğan’a olmadık hakaretlerde bulunan, hattâ sözün şehveti ve içindeki husumetin motivasyonuyla hızını alamayıp Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’na ağız dolusu “Ulan!” bile diyebilmeye cüret edebilen zevat, bir diğer taraftan da ülkede diktatörlük olduğundan, fikir özgürlüğü bulunmadığından bahsediyor sesleri bile titremeden. Yerseniz artık!

Hamidiye Câmiî’ndeki patlamadan sağ kurtulmuş olsa da dört yıl sonra Abdülhamid Han tahttan indirilmişti. Lâkin Ulu Hakan’ı tahttan indirenlerin ne devlet yönetme becerileri, ne de üç beş yıl sonrasını görebilme ferâsetleri vardı. Nitekim koca devlet, Abdülhamid Han’dan sonra on sene bile dayanamamış, palas pandıras çöküşe yuvarlanmıştı. Çünkü Abdülhamid Han’ı hal’ edenlerin, Ulu Hakan’ı tahttan indirmek dışında ikinci bir plânları, projeleri yoktu. Şimdi de durum farklı değil dostlar, görüyorsunuz. Erdoğan’ı devirmeye çalışanların, Erdoğan’ı devirmekten başka herhangi bir plânları yahut projeleri mevcut değil. Hattâ ortada Cumhurbaşkanı adayları bile yok!

Tarihimizden ne kadar da az ibret alabilen bir milletiz! Allah sonumuzu hayreyleye... (Âmin!)

Kalınız sağlıcakla efendim…