Bir kuşun iki kanadı

Günümüzde iç ve dış güvenliğimizin geçmişe oranla daha yüksek olması, Jakoben bir lâik zihniyetin baskısının en aza indirilmiş olması, maddî ve manevî birliğin zihinler ve bedenlerde yeniden tesisi için uygun şartların oluştuğunun göstergesidir.

MISIRLI şehit sosyolog ve âlim Seyyid Kutub’un Kur’ân tefsîrinin giriş kısmında ifade ettiği gibi, insan, “ruh ve bedenden müteşekkil bir varlık olup, bu ikisi arasında dengeli bir yaşam yolunu tutmalıdır”.

Bunu bir kuşun iki kanadına benzeten Kutub, kanatların birinin kırık olması nasıl kuşun uçmasına mani ise, insanın da fıtratını tanımayarak yaşayıp ruh ve beden arasındaki dengesizliğinin benzer bir sorunu oluşturacağını ifade etmektedir.[i] Bu sorunun çözümü elbette Allah’ın fıtrat ve kâinata dayalı âyetlerini rehber edinenlerle mümkün olacaktır.

Varoluşsal bir nitelik olarak insanın hatâ yapmaya müsait yapısı, herhangi bir işi mükemmelen yerine getirmesini mümkün kılmamaktadır. Ancak dosdoğru olabilmek için çaba sarf eder. Bununla alâkalı Kur’ân’da, “sırât-ı müstakîm, takvâ ve vasat ümmet” gibi fazlasıyla referans vardır.

Kalp grafiğindeki hayat belirtisi çizgisine bakıldığında, sanki insanın dengesiz yaşamını dengeye getirmeye çalıştığını sembolize eder cinsten zikzaklı bir gösterge görülür. Çocukluktan gençliğe, gençlikten olgunluğa ve son olarak yaşlılığa kadar hep bir öğrenme sürecini yaşayan insan, bu zikzaklarla sayısız hayat tecrübesi yaşamıştır. Günümüz ve geçmişte genellikle Doğu ve Batı medeniyetlerinin en bariz farkı, Batı’nın maddeye, Doğu’nun mânâya verdiği önem ve değerdir. Tarihsel sürece baktığımızda, farklı coğrafyalarda yaşayan insanlık âlemi gerek maddî, gerekse manevî anlamda birbirini tamamlayıcı bir bütünü temsil etmektedir. Bu ayrışmalar ve eksikler, toplumların gerek yakınlaşmasını, gerekse savaşmaları sonucunu doğurmaktadır.

Günümüzde “STK” olarak adlandırdığımız sivil toplum örgütlerinin tanımlanmış görevi, resmî kurumların dışında çalışan, siyasal, kültürel, ekonomik, çevresel ve diğer amaçlar doğrultusunda lobi ve ikna faaliyeti yürüten, üyelerinin çoğunluğu gönüllü olan, kâr amacı gütmeden bağış ve yardımlarla hayatiyetini sürdüren kurumlardır. Geçmişten günümüze STK’lar, farklı isimlerde kendilerini göstermişlerdir. Anadolu toprakları özelinde, toplum ile devlet arasında köprü vazifesi gören bu kurumlar, şeyh-mürit ilişkisinde vücut bulan tarikatlar vasıtasıyla faaliyetler de göstermişlerdir. Toplum ve devlet nezdinde, din ve devlet işlerinde net bir ayrım söz konusu olmadığından, bu tarikatlar dinî, siyâsî ve ticarî meselelere eğilmiş, ancak işin tasavvufî kısmını da ihmal etmemişlerdir. Dönem dönem işin maddî ya da manevî tarafına önem verilse de Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde genellikle maneviyat ön plânda olmuştur.

Cumhuriyet döneminde kurumlarımızın Batı’yı merkeze alarak oluşturulması, Osmanlı toplumunda önemli bir karşılığı bulunan tarikatların kapatılarak merdiven altına hapsedilmesi, yöneticiler ile halk arasındaki bağı tamamen koparmış ve yeni oluşumlar zamanla Batı’daki şekliyle STK’lar olarak günümüze kadar evirilip gelmiştir. Günümüz STK’ları ile tarikatların benzeşmediğini savunanlarımız, tarikatların nefis terbiyesine yöneldiği dönemleri ele alarak ruhsal tatmin aracı olduğu kanaati ile sosyal alana kattığı artı değerin bireyden topluma doğru dolaylı bir etkisinin olduğunu ileri sürmektedirler. Günümüze göre bu analiz doğru görünmektedir. Her zaman savunduğumuz gibi, değerlerimizden uzaklaştıkça bu gibi analizler de bize normal gelmektedir. Çünkü ilkokuldan beri mevcut eğitim modelimizde kültürel öğelerden çok Batılı normlara mecbur edilmiş olmamız, zihinsel kalıplarımızı da dönüştürmüş olduğundan, sistemli bir zihinsel sömürünün parçası olmaktan kurtulamamışızdır.

Cumhuriyet sonrası hayatiyetini “vakıf ve dernek” adı altında devam ettiren tarikatlar yine halkın desteğiyle ayakta kalmış, ancak günümüzdeki anlamda birer STK olamamışlardır. Çünkü temel felsefesi dini “en doğru” biçimde yaşamak olan bir kurumun, toplumsal meselelerin sadece bir kısmının çözümü için faaliyet göstermesi mümkün değildir. “Din” denilen kavram, bizde Batı’nın anladığı türden değil, tam tersine hayatın tam ortasında var olan bir olgudur.

A tarikatının filan koluna bağlı çevre koruma vakfı, B tarikatının eğitim gönüllüleri derneği, C tarikatına bağlı Türk işadamları derneği gibi birkaç örnek düşünün… “Elbette bunu gerçekleştirecek bir tarikat olamaz” diyoruz, ancak bunun tek istisnası, ihaneti ile malûm FETÖ’dür. Tam da burada anlaşılıyor ki, madde ve mânâ arasındaki dengenin toplumsal anlamda eksen kaymasına maruz kaldığı alanlarda bu tip maneviyat mafyalarının dış kaynaklı toplum mühendisleri tarafından yönlendirilerek nasıl bir boşluğu doldurduklarını tecrübe ettik.    

Toplumun siyasî-iktisadî-dinî anlamda eğitimini ve devletin devamlılığını sağlamak için sivil inisiyatif kullanan kurumlara en iyi örnek, Anadolu Selçuklu döneminde, bilhassa 12’nci yüzyıl sonlarında yaşamış bir esnaf ve zanaat birliği olan “Ahilik” teşkilâtıdır. Abbasî Halîfeliğine bağlı “Fütüvvet” teşkilâtının Anadolu’daki temsilciliğini yürüten bu kurum, kendisi de bir derici olan “Ahi Evren” tarafından kurulmuş, Kayseri ve Kırşehir başta olmak üzere dericilik, terzilik, aşçılık, çizmecilik, ipekçilik, ekmekçilik, sarraflık, kasaplık, manifaturacılık ve cambazlık gibi 32 ayrı meslek dalında faaliyet göstermiştir.

Ahi Evren’in eşi Fatma Bacı’nın öncülüğünde ise kadınlardan müteşekkil bir meslek kuruluşu olan Bacıyân-ı Rûm da aynı dönemde iktisadî ve tasavvufî çalışmalar yapmış, bir sivil inisiyatif olarak devlet ve toplumun ekonomik ve ahlâkî devamlılığına katkı sağlamıştır.

Arapça bir kelime olan “ahi” ile “kardeşim” ve “bacı” kelimelerinden de anlaşılacağı üzere yapılan faaliyetin iktisadî olmasının kardeşliğe engel teşkil etmeyip hattâ teşvik ettiği görülmektedir. Öyle ki, göçebelikten yerleşik yaşama geçilmesi, günlük ihtiyaçların karşılanması için yerel halkla işbirliğinin yapılmasını gerektirmiş ve sanat ile ticaretin yanında ahlâkî eğitimi de zorunlu hâle getirmiştir. Bu geçiş sürecini en iyi şekilde değerlendiren “Ahiler”, bu yapılanmada “ahlâkîliği” temel prensip edinmişlerdir. Bunun devamlılığını sağlamak da ancak eğitimle mümkün olacağı için, Ahiler, başta Kur’ân eğitimi olmak üzere yemekçilik, usûl, âdâb ve terbiye, raks, mûsikî, tarih, tasavvuf, Türkçe, Arapça, Farsça ve edebiyat dersleri eğitimi verirlerdi. Bu alanda başarı sağlayan gençlerden seçilen bir kısmına da “seyfî eğitim (kılıç eğitimi)” dedikleri askerî eğitim verirlerdi.

Ahiler, Moğolların Anadolu’yu istilâ etmeleri sırasında da mücahitlik etmişler, ancak bir sel gibi akarak dünyaya yayılan acımasız Moğollar karşısında tutunamamışlardır. Özellikle Moğolların Kayseri muhasarasında canla başla mücadele ederek 17 gün kaleyi teslim etmeyen Ahiler ve Bacılar, sonunda işbirlikçilerin kanalizasyondan Moğol askerlerini geçirmeleri neticesinde toplu katliama maruz kalmışlardır. O zaman tutuklu olan Ahi Evren’ın eşi Fatma Bacı da Moğollara esir düşmüştür.

Görüldüğü üzere, “Ahilik” bir sivil toplum örgütünden çok öte, toplumun farklı kesimlerini bir arada tutma amacı güden, bireyden yerele, yerelden küresele doğru bir ahlâkî bilinçle, sivil olmasına rağmen devletin elini güçlendiren ve kolaylaştıran, âdeta İslâm kültürünü yerel kültüre uygulama başarısını en üst düzeyde gerçekleştiren bir harekettir. Bu minvâlde, İslâm öğretisinin madde ve mânâ arasındaki dengeli yaşamın o dönemdeki en iyi uygulayıcısıdır. Özellikle dönem mutasavvıflarının bir kısmının mistik yönünün ağır basmasına rağmen, Ahilerde hem nefis terbiyesi, hem de dünyayı îmar ve inşânın birlikte nasıl uygulanabildiğinin de en güzel örneğini görmekteyiz.  

“Ahilik” üzerinde söylenecek çok şey vardır. Biz “ruh ve beden” bütünlüğünü esas alması, sonrasında Doğu Roma’dan kalan “lonca” yapılanmasıyla bütünleşerek Doğu ve Batı kültürünü İslâm mayası ile harmanlaması, savaş hâlinde dahi bu tavrını sürdürmesi dolayısıyla örnek olarak sunmak istedik. Tarihsel süreci biraz irdelersek, Doğu ve Batı arasında kalan coğrafyamızın kaderi gereği, ne Doğulu, ne de Batılı olabilmiş, hem Doğulu, hem de Batılı olabilmeyi becermek arasında zikzaklı bir devinimin parçası olmuşuz. Burada yüksek başarılar da elde etmiş, büyük hayâl kırıklıkları da yaşamışız.

Birey olarak geçirdiğimiz zikzaklardan nasıl dersler çıkarmamız gerekiyorsa, toplum olarak da bu dersleri çıkarmanın zamanı gelmiştir. Bir insanın ya da toplumun başarı sağlaması için birçok kriter gereklidir, ancak güvenlik olmayınca hiçbir kriterin anlamı kalmaz. Dolayısıyla günümüzde iç ve dış güvenliğimizin geçmişe oranla daha yüksek olması, Jakoben bir lâik zihniyetin baskısının en aza indirilmiş olması, maddî ve manevî birliğin zihinler ve bedenlerde yeniden tesisi için uygun şartların oluştuğunun göstergesidir. Bu fırsat değerlendirilmeli, tarımda, sanayide, eğitimde, siyaset ve diğer alanlarda Batı’nın zihinsel-fiziksel işgallerinden kurtularak ruh ve beden bütünlüğünü esas alacak biçimde üretim yapabilmeliyiz. Bu coğrafyada fiziksel güvenliğimiz için yaptıklarımız kısa vadede bizleri ayakta tutsa da uzun vadede -değerlerine yabancılaşma sürecinde olan toplumumuzun yeniden zihinsel ihyâsı yapılamazsa- geleceğimiz teminat altında olmayacaktır.

Unutmamalıdır ki, bedenimiz geçici, ruhumuz kalıcıdır. Her ikisine de gerektiği kadar ehemmiyet vermek, sonsuzluğa giden yolda dünyayı ve ahiret saadetini de garanti edecektir.

Selâm ve duâ ile…

 



[i] Fi’zilâli’l-Kur’ân, Giriş, İnsan Yayınları.