
VE yine her şey
Hakk’a doğru, hak ettiği yere doğru akıp gitmekte. Rüzgâr olmasa yaprak
kımıldamaz, ocak tutuşmaz, deniz çarşaf gibidir, tohumlar savrulmaz.
Ben
kim miyim? Dereye düşmüş bir kuru dal. Suyun gücüne bıraktım kendimi, ya bir
yere takılır kalırım ya da denize varırım. Bir karga kadar olamadığına yansın
Kabil. Şaşırsın ne yapacağını. “Bak, ben biliyorum işin sonunu” diyordum. Ne
diyordum en son? “Biliyorum” diyordum “Sonumun ne olduğunu”. Vay canına,
bilmiyormuşum!
“Akrebin
kıskacında yoğurmuş bizi kader” diyen Necip Fazıl’a hak veriyorum şimdi. Ne çok
bilgelik taslamışım meğer. Ne bir yere takıldım, ne de denize vardım. Önce bir
kunduza yuva oldum. Tam yerimi buldum derken bir avcı üşümüş, çekiverip aldı
beni. Bir yığın çalının arasında yanmayı bekledim cayır cayır. “Kesin yanarım
birazdan” deyip küllerimi düşündüm. Kesin demek de ukalalığın ta kendisiymiş.
Avcı oracıkta öldü ayazdan. “Yanmak yokmuş kaderde” dedim. Kendime gelemeden
bir köylü eşeğine yükledi, kışa hazırlık yapacakmış. Bir mahzen miydi, neydi, o
karanlık odunlukta aylar geçti öylece.
En
son derede akıp giderken teslim oluverecektim ki kadere, kestim, biçtim,
diktim, giydirdim kumaşı görmeden. Hayâlle hakikat bir olur mu canım? “Bu kış
yanarım çaresiz, bahara çıkmam” dedim. Odunluğun kapısını açtı bir delikanlı.
Gözüne beni kestirmiş olmalı, bir çırpıda yakaladı belimden. Çakısıyla düzeltti
sağımı solumu, sonra da anacığına verdi. Yün çırpacakmış benimle. Düzgünmüşüm,
öyle dediler. Eğrilik neye yaramış ki zaten. “Çok yün kabartırım bu doğru
düzgün hâlimle” diye sevindim de. Sevinmek duygusuna övünmeyi de katınca,
olmuşken iyisi olsun dedim ve kibir de girdi araya.
Benden
iyisi yok gibiydi dünyada. “Yerim burası” dedim, “Karar buraya verilmiş. İşim
bitince rafa kaldırıyor, hürmet ediyorlar. Oh, ne rahatmış hayat!” demeye
kalmadı, evin oğlu gizlice aldı beni, olta yapıp dereye götürdü. Kayaya yasladı,
kısmetini bekliyordu. Ayağı takılıverince üstüme düştü, bölündüm orta yerimden.
“Bundan daha acı ne olabilir ki?” deyip deyip inledim. Göklere çıkmış olmalı
feryadım ve sorulmuş sorum cevaplandı. Bir yanımı fırlattı o haylaz çocuk
dereye, diğer yanım öylece kalakaldı. Ayrılık acısı da buymuş kendi yanımla.
Hiç aklıma gelmeyenler geliyor başıma. Hiç yoktan bir dal değildim ki önceden.
Tohum olduğum günler, toprağa girdiğim günler, fidan olduğum günler, ağaç
olduğum günler… Ne idim bir zamanlar? Yerimde çakılı kalacakmış gibiydim.
Gövdeme ne oldu ki şimdi, ya köklerime? Tekrar dereye düşen öbür yarım ne
diyordur acaba?
Akrebin
kıskacında yoğruluyorum hâlâ. Bari yine ukalalık etmese derede, akıl yürütüp de
kaderin yazdığı kaleme çelme takmaya kalkışmasa! Olup bitenlere hayranca
bakıyorum şimdi de. “Ne gelecek başıma?” diye kafa yormuyorum en azından. “Olanda
bir hayır, olmayanda bin hayır var” imiş Mevlâna’ya göre. Ne gördü geçirdi ki
olana da, olmayana da böyle hayır yükledi?
Sırtımda
bir karınca mı ne var… Şu karınca ne şanslı ya! Yoluna istediği gibi devam
ediyor. Ama ben yerimden kıpırdayamıyorum. Gerçi O’nun izni olmadan bir yaprak
bile düşmezmiş dalından. Karıncanın ayaklarına o gücü bağışlayan Allah, dilerse
beni de yürütür. Anında nasılda yokluğa, çaresizliğe bağlıyorum kendimi.
Karınca ezileceği taşın altına doğru yürüyormuş, anlayamadım. Taşın yan
yatmasıyla karıncanın can vermesi bir oldu.
Kar
yağıyor, ne güzel, usul usul! Şu taneler ne göz alıcı! Bak yine “Aklımdan kar
tanesi olmayı geçirmedim” desem yalan olur. Birden gökyüzüne çıktım ve o
muhteşem uçuş anı… Birbirlerine izin veren, mahremiyetlerine saygı duyan
sayısız kar tanesinden sadece biriyim. “Şu çamın zirvesine konmalıyım” diyorken
çamura düştüm, eyvah! Hayâl yarıda kesiliyor burada. Yeryüzünde inecekleri yeri
kendileri seçmiyorlarmış, inanamıyorum. Üzerim karlarla kaplı şu an. Onları düşünüyorum
hâlâ. Eriyecekler ve her bir tane, kendine yazılan yere doğru akıp gidecek. Kim
bilir buhar olmak nasıl şey?
Çok
bir şey değilim ben aslında, sadece bir kuru dalım. Tam “Her şeyi anladım,
çözdüm” diyorum ve en başa yeniden dönüyorum. Kendimi unutup birine benziyorum,
imreniyorum. İmrendiğimse benden bin beter, sonunda görüyorum. “İnsan olaydım”
demeyeceğim, “Olmayaydım da
demeyeceğim. Bundan böyle Yûnus Emre’nin kucağındayım. Beni dosdoğruyum diye
seçmiş Yûnus, eğri odunu yakıştıramamış dergâha. Kendi sözüne diş bilemiş “Yûnus,
sen bu sözleri eğri büğrü söyleme,/ Seni siğaya çeken bir Molla Kasım gelir” diyerek.
Kader
kalemine “Yaz!” diyen, “Çürüsün!” dediyse çürürüm, “Kırılsın!” dediyse
kırılırım, “Yeşersin!” dediyse yeşeririm, “Yansın!” dediyse yanarım.
Bak
işte, benden adam olmaz, benden ancak odun olur! Yine çokbilmişlik yaptım
çünkü. Yine ya, yine, yine yaptım aynı şeyi! Ne biliyorum benden ne olup ne
olmayacağını. Düşünmeden konuşup durdum, biraz da durup düşüneyim şimdi.
Birileri geliyor buraya doğru, “Bir kuru dal!” deyip geçmeseler bari yanımdan.
Tamam, susuyorum… Sustum.