“Bir kuru dal”

Bak işte, benden adam olmaz, benden ancak odun olur! Yine çokbilmişlik yaptım çünkü. Yine ya, yine, yine yaptım aynı şeyi! Ne biliyorum benden ne olup ne olmayacağını. Düşünmeden konuşup durdum, biraz da durup düşüneyim şimdi. Birileri geliyor buraya doğru, “Bir kuru dal!” deyip geçmeseler bari yanımdan. Tamam, susuyorum… Sustum.

VE yine her şey Hakk’a doğru, hak ettiği yere doğru akıp gitmekte. Rüzgâr olmasa yaprak kımıldamaz, ocak tutuşmaz, deniz çarşaf gibidir, tohumlar savrulmaz.

Ben kim miyim? Dereye düşmüş bir kuru dal. Suyun gücüne bıraktım kendimi, ya bir yere takılır kalırım ya da denize varırım. Bir karga kadar olamadığına yansın Kabil. Şaşırsın ne yapacağını. “Bak, ben biliyorum işin sonunu” diyordum. Ne diyordum en son? “Biliyorum” diyordum “Sonumun ne olduğunu”. Vay canına, bilmiyormuşum!

“Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader” diyen Necip Fazıl’a hak veriyorum şimdi. Ne çok bilgelik taslamışım meğer. Ne bir yere takıldım, ne de denize vardım. Önce bir kunduza yuva oldum. Tam yerimi buldum derken bir avcı üşümüş, çekiverip aldı beni. Bir yığın çalının arasında yanmayı bekledim cayır cayır. “Kesin yanarım birazdan” deyip küllerimi düşündüm. Kesin demek de ukalalığın ta kendisiymiş. Avcı oracıkta öldü ayazdan. “Yanmak yokmuş kaderde” dedim. Kendime gelemeden bir köylü eşeğine yükledi, kışa hazırlık yapacakmış. Bir mahzen miydi, neydi, o karanlık odunlukta aylar geçti öylece.

En son derede akıp giderken teslim oluverecektim ki kadere, kestim, biçtim, diktim, giydirdim kumaşı görmeden. Hayâlle hakikat bir olur mu canım? “Bu kış yanarım çaresiz, bahara çıkmam” dedim. Odunluğun kapısını açtı bir delikanlı. Gözüne beni kestirmiş olmalı, bir çırpıda yakaladı belimden. Çakısıyla düzeltti sağımı solumu, sonra da anacığına verdi. Yün çırpacakmış benimle. Düzgünmüşüm, öyle dediler. Eğrilik neye yaramış ki zaten. “Çok yün kabartırım bu doğru düzgün hâlimle” diye sevindim de. Sevinmek duygusuna övünmeyi de katınca, olmuşken iyisi olsun dedim ve kibir de girdi araya.

Benden iyisi yok gibiydi dünyada. “Yerim burası” dedim, “Karar buraya verilmiş. İşim bitince rafa kaldırıyor, hürmet ediyorlar. Oh, ne rahatmış hayat!” demeye kalmadı, evin oğlu gizlice aldı beni, olta yapıp dereye götürdü. Kayaya yasladı, kısmetini bekliyordu. Ayağı takılıverince üstüme düştü, bölündüm orta yerimden. “Bundan daha acı ne olabilir ki?” deyip deyip inledim. Göklere çıkmış olmalı feryadım ve sorulmuş sorum cevaplandı. Bir yanımı fırlattı o haylaz çocuk dereye, diğer yanım öylece kalakaldı. Ayrılık acısı da buymuş kendi yanımla. Hiç aklıma gelmeyenler geliyor başıma. Hiç yoktan bir dal değildim ki önceden. Tohum olduğum günler, toprağa girdiğim günler, fidan olduğum günler, ağaç olduğum günler… Ne idim bir zamanlar? Yerimde çakılı kalacakmış gibiydim. Gövdeme ne oldu ki şimdi, ya köklerime? Tekrar dereye düşen öbür yarım ne diyordur acaba?

Akrebin kıskacında yoğruluyorum hâlâ. Bari yine ukalalık etmese derede, akıl yürütüp de kaderin yazdığı kaleme çelme takmaya kalkışmasa! Olup bitenlere hayranca bakıyorum şimdi de. “Ne gelecek başıma?” diye kafa yormuyorum en azından. “Olanda bir hayır, olmayanda bin hayır var” imiş Mevlâna’ya göre. Ne gördü geçirdi ki olana da, olmayana da böyle hayır yükledi?

Sırtımda bir karınca mı ne var… Şu karınca ne şanslı ya! Yoluna istediği gibi devam ediyor. Ama ben yerimden kıpırdayamıyorum. Gerçi O’nun izni olmadan bir yaprak bile düşmezmiş dalından. Karıncanın ayaklarına o gücü bağışlayan Allah, dilerse beni de yürütür. Anında nasılda yokluğa, çaresizliğe bağlıyorum kendimi. Karınca ezileceği taşın altına doğru yürüyormuş, anlayamadım. Taşın yan yatmasıyla karıncanın can vermesi bir oldu.

Kar yağıyor, ne güzel, usul usul! Şu taneler ne göz alıcı! Bak yine “Aklımdan kar tanesi olmayı geçirmedim” desem yalan olur. Birden gökyüzüne çıktım ve o muhteşem uçuş anı… Birbirlerine izin veren, mahremiyetlerine saygı duyan sayısız kar tanesinden sadece biriyim. “Şu çamın zirvesine konmalıyım” diyorken çamura düştüm, eyvah! Hayâl yarıda kesiliyor burada. Yeryüzünde inecekleri yeri kendileri seçmiyorlarmış, inanamıyorum. Üzerim karlarla kaplı şu an. Onları düşünüyorum hâlâ. Eriyecekler ve her bir tane, kendine yazılan yere doğru akıp gidecek. Kim bilir buhar olmak nasıl şey?

Çok bir şey değilim ben aslında, sadece bir kuru dalım. Tam “Her şeyi anladım, çözdüm” diyorum ve en başa yeniden dönüyorum. Kendimi unutup birine benziyorum, imreniyorum. İmrendiğimse benden bin beter, sonunda görüyorum. “İnsan olaydım” demeyeceğim, “Olmayaydım      da demeyeceğim. Bundan böyle Yûnus Emre’nin kucağındayım. Beni dosdoğruyum diye seçmiş Yûnus, eğri odunu yakıştıramamış dergâha. Kendi sözüne diş bilemiş “Yûnus, sen bu sözleri eğri büğrü söyleme,/ Seni siğaya çeken bir Molla Kasım gelir” diyerek.

Kader kalemine “Yaz!” diyen, “Çürüsün!” dediyse çürürüm, “Kırılsın!” dediyse kırılırım, “Yeşersin!” dediyse yeşeririm, “Yansın!” dediyse yanarım.

Bak işte, benden adam olmaz, benden ancak odun olur! Yine çokbilmişlik yaptım çünkü. Yine ya, yine, yine yaptım aynı şeyi! Ne biliyorum benden ne olup ne olmayacağını. Düşünmeden konuşup durdum, biraz da durup düşüneyim şimdi. Birileri geliyor buraya doğru, “Bir kuru dal!” deyip geçmeseler bari yanımdan. Tamam, susuyorum… Sustum.