SENE, 1946…
Bir savaştan diğer savaşa girilip çıkılan, yokluk ve imkânsızlıkların yanında
salgın hastalıklarla mücadele edilen kıtlık yılları…
Şefik Efendi ile Mükrime Hanım’ın nur topu gibi bir
oğulları dünyaya gelmişti. İri mi iri gözleri ile başta aile fertleri olmak
üzere herkesi cezbediyordu. Dikkat çeken bir başka husus ise, her iki minik
elin orta parmaklarının üst üste ve bitişik oluşuydu. Kimi “Hikmet!” dedi, kimi
“İkaz!”; kimi de “Şükret!” telkininde bulundu.
Nazara gelen gözler
Yeni parti kavak siparişini hazırlayan baba, yorgun
argın eve döner. Eyvandan içeri girer girmez, küçük Mehmet’in (Muhammed)
kendisini takip ettiğini fark eder ve irkilir. “Hanım, oğlan başını çevirerek
beni süzdü” diyerek durumu eşiyle paylaşır. Babanın içini tuhaf bir his kaplar
ve “Bu çocuğa bir şey olacak!” diye korkuya kapılır.
Çok geçmez, baba haklı çıkar. Çocuğun gözlerinde
nedensiz bir şekilde kaşınma ve kızarma meydana gelir. “Eyvah, nazar değdi” denilse
de hekim yerine, köydeki yaşlı bir kadının eteğine teslim ederler. Hijyenden
ırak hazırladığı kocakarı ilâcını (!) 1 yaşındaki çocuğun gözlerine sıvar, bir
tülbentle de sararak evlerine gönderir. O umutla eve gelen çift, bir süre sonra
çocuğun sürekli gözlerini kaşıdığını fark eder. Bez açılır ve o korkunç
manzarayla karşılaşırlar. Merhem diye sürülen karışımın içindeki saman
artıkları, tahribata yol açmıştır. Sonuç olarak, o dillere destan gözler, mikrop
kapmanın yanında ihmalkârlığın ve ehil olmayanların cahilliği nedeniyle kalıcı
körlüğe sebebiyet vermiştir.
İlk evlatlarında acı bir tecrübe yaşayan çift, daha
sonra dünyaya gelecek olan 6’sı erkek, 3’ü kız olmak üzere toplam 9 çocuğu büyütürken
daha hassas davranacaktır.
İlçenin en meşhur hâfızı, Kara Yusuf Paşa Camii’nden
verdiği ateşli hutbelerde, Buhârî’den rivayet edilen “Sizin en hayırlınız,
Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir” meâlindeki hadîsin yanında, hâfızlar, Allah
Resûlü tarafından Abese Sûresi’nde sözü edilen “Sefere-i Kirâm”a benzetilmiş ve
hâfızların Cennet’te onlarla beraber olacağını müjdelemiştir. Bu vaazlardan
birini dinleyen baba, soluğu evde alır ve oğullarının, Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok
âyette geçen ve “Allah’ın has kulları” olarak nitelendirilen hâfızlar arasında
olması gerektiğini izah eder. Mükrime Hanım, kocasının teklifini ikiletmeden kabul
eder ve hazırladıkları evlâtlarını “Büyük Hâfız” lakaplı Hasan Sancak’ın
dizinin dibine emanet ederler. İlk eğitim sırasında, yeteneği hocası tarafından
keşfedilir ve âyetler önce beşer beşer, sonrasında ise onar onar ezberletilir. Büyük
Hâfız, talebelerine iyice öğrenmeden yeni ders vermezdi. Muhammed’e ise asla…
Uzun, meşakkatli eğitim sürecinin sonuna gelinmişti. “Kur’ân’ın
tamamını ezberleyen ve koruyan” anlamına gelen hâfızlığa geçiş yapmıştı.
Hazreti Osman, Hazreti Ali, Abdullah b. Mes’ûd, Ebu’d-Derdâ, Zeyd b. Sâbit ve
Übey b. Kâ’b gibi kıraat ehlinin son temsilcileri arasındadır artık.
Rütbeyi almıştı almasına, ancak sorumlulukları da
artmıştı; Kur’ân-ı Kerîm’i tecvid ve tertîl gibi tilâvet kaidelerine riayet ederek,
edeple ve huşû ile okuyacak, ezberlediğini unutmamak için sürekli egzersiz
yapacak, âyetlerin mânâ ve hikmetlerine vâkıf olacak, Kur’ân’ın emir ve yasaklarına uyacak, en
önemlisi de kalbini 3K’dan (kibir, kıskançlık ve kin) koruyacaktı.
Hâfız, otuzundan gün almıştı. Her genç gibi o da baş
göz olacak ve çoluk çocuğa karışacaktı. Üstelik onun elinden tutacak,
ihtiyaçlarını karşılayacak, ona göz kulak olacak namuslu bir eşe ihtiyacı
vardı. Anne ve babası adaylar arasında bulunan Şöhret’i beğenmişlerdi.
Oğullarının rızâsını da alarak elçiliğe gidildi.
Takvimler 1972 yılını gösteriyordu. Ağaçlar
yapraklarını gazel diye yere bırakırken, kar kristalleri de onların üzerini
bembeyaz bir yorgan gibi örtmüştü. Heyecanlıydı, evlenmiş koca olmuştu.
Çamaşırını yıkayan, ütüsünü ve yemeğini yapan bir hanımı vardı. Kazandığı her
kuruşu evine ve ailesine harcıyordu. Onu esas heyecanlandıran ise, evde bir
çocuk sesinin yankılanacak olmasıydı. 1973 senesinin 22 Eylül günü ilk evlâtları
dünyaya geldi. Ezânı da, kameti de kendisi okumuş, murâdı olsun diye de adını “Murat”
koymuştu. Çocuk, evin neşesiydi, bir de bereketi.
Büyük Hâfız’ın vasiyeti gereği kendini Kur’ân
hizmetine adadı. Kısa sürede kendine has kıraati ve gür sesiyle ünlendi. Koluna
giren dinî nikâha, mevlide, kabir ziyaretine yahut taziyeye götürüyordu.
Yakîn arkadaşları arasında yer alan Hâfız Zekeriya
(Sancak), Hâfız Bahattin (Gürses), Cevdet Hoca (Göral) ve Ahmet Hoca (Baran)
ile paylaşmak sûretiyle yaklaşık iki saat içerisinde hatim yapmaktaydılar. İlçe
eşrafından biri vefât ettiğinde, bu ekip özenle aranır ve hatim okumaları rica
edilirdi. Süleyman Çelebi’nin o meşhur eseri Mevlid-i Şerif, Hâfız Bahattin ile
müthiş bir uyum içinde okunurdu. Bu düetler, ev sahiplerince teyplere/kasetlere
kaydedilir, sonrasında ise defalarca bıkmadan, usanmadan dinlenirdi.
Müftülükçe kendisine bir medrese tahsis edildi. Seyyid
Muhammed Camii müştemilatında yer alan, ilçe müftülük binasının altındaki iki
derslikte, geliştirdiği kendine has metot ile binleri bulan talebe ve hâfız
yetiştirdi.
Hayatında “boşluk” yoktu
Okulların tatil olduğu o uzun yaz günlerinde, medrese
talebeyle dolup taşardı. Arılar, karıncalar ve çocuklar sanki aynı sınıfta
eğitim görüyordu. Buna rağmen dikkatini dağıtmıyor, talebenin çokluğuna aldırış
etmeden, birkaç öğrenciyi aynı anda dinlemek zorunda kalıyordu ama her birinin hatâsını
da yakalama başarısı gösteriyordu. Yolda yürürken bile öğrencilerini dinlerdi.
Onun hayatında “boşluk” yoktu ve fevkalâde iyi bir zaman yöneticisiydi.
Herkesin gördüğü rüya
Murat’ın haneye kattığı neşe artarak devam etti ve ona
Vedat, Neslihan ve Nevin isminde kardeşler eklendi. Evin hanımı, dört çocuğa
annelik gibi kutsal vazîfesini yerine getirirken, evine gelen konuklara da en
güzel misafirperverlik örneğini sergiliyordu. Evleri şehir merkezindeydi ve
liseye giden kayınbiraderi de onlarla birlikte kalıyordu. Üzerine titriyordu âdeta.
Evlâtlarından evvel onun kahvaltısını hazırlıyor, okula öyle gönderiyordu.
Bütün güzellikleri, heyecanları ve aşkları öldüren bir
şey oldu 20 Nisan 1978 tarihinde. Hiç kimse yatağında değildi ve hiç kimse
uyumuyordu ama herkes aynı rüyayı, daha doğrusu aynı kâbusu görüyordu. Bir
gizli el, merhametten ırak verilen bir komutla, dört yavrulu yuvadaki kuşa
uzanıyor, kuş çırpınarak göğe doğru kanatlanırken tüyleri şefkate bekçilik
etsin diye yuvada kalıyordu… Şöhret’in cansız bedenini bilinmez bir kabre
koydular. Başucunda ağlayan hâfızın gözyaşları, o günden sonra hiç kurumadı. Bir
çağlayan gibi içine aktı. İnsanlardan koptu ama Kur’ân hizmetinden ve evlâtlarından
hiç kopmadı. Sabrederek, hamd ederek, yeni bir Besmele ile yeniden başladı
nefes alıp vermeye…
Seher Sultan üzülenler arasındaydı ve bakıma muhtaç
çocuklara annelik edecek birini aramaya koyuldu. Çok geçmeden Zahide ile söz
yüzüğü kesildi ve “1978 Aralık ayının 21’inci günü, hüviyetleri bu deftere
yazılı Zahide Tepe ile Mehmet Çelik evlenmiş oldukları Erciş Belediyesi Evlenme
İşleri Memurluğunda mahsus sicil defterinin -157- numaralı sahifesinde yazılı
olduğu tasdik olunur” beyanlı evlenme cüzdanı cebine yerleştirdi.
Zahide Hanım’ın işi oldukça zordu. Hem öksüzlere sahip
çıkarak onları büyüttü, hem de yaşama sevincini kaybeden hâfıza Mahmut, Nihat, Betül
ve Ebru isimli çocuklar verdi. Nihat, doğumunu müteakip vefât etmişti. Dokuz
kişilik kalabalık bir aile olmuşlardı. Askere giden oğullar, evlenen evlâtlar
ve en güzeli de “dedelik” pâyesi veren torunlar…
Hacı Bayram-ı Velî’nin himmeti
Bölge milletvekillerinden Reşit Çelik öncülüğünde, ilçeye
çokça emeği bulunan hâfız için kadrolu müezzinlik tahsisi için girişimde
bulunulmuştu. Gerekli belgeleri almak üzere oğlu Murat’la birlikte başkent
yollarına düşerler.
Bir güz mevsiminde çaldıkları kapıdan, “Gidin, size
sıra gelmez” diye kovulurlar. Ağlayan oğlunun elini tutarak Hacı Bayram-ı Velî
Hazretlerini ziyarete gider. Türbedar, sadece kendisine müsaade eder. 10-15
dakikalık ziyaret sonrasında heyecanla dışarı çıkar ve “Haydi, geldiğimiz yere
gidiyoruz” der. Oğlu, “Baba, bizi kovdukları yere niye gidelim?” dese de söz dinletemez.
Onları kapıdan kovan adam, bu sefer kapıda karşılamıştır. Yeterlilik belgesini
alarak memlekete dönerler. Artık kadrolu müezzindir. Geç de olsa, hem sağlık
giderleri, hem de emeklilik ikramiyesi gibi avantajlar sunulacaktır kendisine.
Yirmi sene sonra, bu kez henüz on dokuzunda olan kız
kardeşinin acısını yaşamıştır. Dilinde sürekli tekrarladığı, “Feleğin altın
teşti/ Yazık, ömrüm boş geçti/ Gel felek, ispat eyle/ Hangi günüm ‘hoş’ geçti?”
mânisi vardır…
Hangi acıyı yaşarsa yaşasın, dilinden Kur’ân’ı düşürmüyordu.
Uzun yaz günlerine denk gelen Ramazan aylarında oruç hassasiyetini sürdürür,
günde yaklaşık 25 ilâ 30 hâneye hatim okumak için yürüyerek giderdi ama şekva
etmezdi. Çocuklarına, “Bir gün okumazsam unuturum, o da küser” diyordu.
Temizliğe titizdi. Kaliteli kumaştan da anlardı. Gözündeki siyah gözlük ise hep
son modeldi ve damla kesimdi. Bastonu ince ve hafifti. Hem kılavuzu, hem sırtını
ve sırrını verdiği dağ, hem de talebelerine uzanan cennet ağacıydı.
Gurbet günleri
Van Depremi’nden sonra ailesiyle İstanbul’a gitti.
Kızının yanına yerleşmişti. Gurbet elde, koca şehirde tanıdık bir sîmâ ve ses
olmayınca rûhu sıkılmıştı. Altı ay sonra bir bahar mevsiminde, memleketine geri
dönmek zorunda kaldı. Ama mahzunda. Mahzundu, çünkü İstanbul’daki kardeşi, o süre
zarfında bir kez olsun ziyaret etmemişti. İçerlediğini oğluyla paylaşmıştı.
“Bırakın, evimde öleyim!”
Böbrekleri eskisi gibi çalışmamaktaydı. Zaman zaman diyalize
bağlı hareket etti. Çarşı pazar gezen, girdiği her dükkânda esnafları sesinden
tanıyan, hâfızasında binlerce telefon numarası bulunan hâfız, eve hapsolmaktan
sıkılmıştı. Kardeşi Metin’e, “Beni çarşıya götür, dünya gözüyle (kalp gözüyle) bir
kez daha göreyim” dedi ama nasip olmadı.
Sürekli terliyordu. Kendisi farkındaydı, “Ben sekerata
girdim, başımı kıbleye çevirin” diyordu ama etrafındakiler son yolculuğu
kabullenmek istemediklerinden olacak ki anlamazlıktan geliyorlardı. Aradan tam
üç gün geçmişti ki, “Beni Seyyid Abdulaziz yıkasın, mezarıma da önce kendi
uzansın, sonra beni bıraksın” diye vasiyet etti. Sebebini soran oğluna, “O,
Evlâd-ı Resûl’dür. O uzanırsa rahat ederim” diye cevap verdi.
12 Mart 2013 gecesi, saatler 00:30’u gösterdiğinde fenalaştı. Ambulansla hastaneye sek edildi. Oğlu başucundaydı. Sedye üzerinde serum takılıyken, “Beni neden buraya getirdiniz? Bırakın, evimde öleyim! Göreceksiniz bak, yetişemeyeceğim” diye sitem etmişse de evlâtları son vazifelerini bihakkın yerine getirmek istemişlerdi. Birkaç dakika sonra başı sağ yanına düşünce, oğlu Murat, can havliyle “Doktor!” diye bağırdı. Koşarak gelen nöbetçi hekim, “Başınız sağ olsun” dedi ve rahmet-i Rahmân’a kavuşan pâk bedeninin üzerine örtüyü çekti.
Üç vasiyet
Ölüm nedeni kayıtlara, “şeker, kalp ve çoklu organ
yetmezliği” diye geçti. Seyyid Abdulaziz (Altınkaynak) Mersin’de bulunduğu için,
Mustafa Hoca (Alkoç) tarafından yıkanarak yerine getirildi birinci vasiyeti.
Yakîn arkadaşları arasında yer alan Ahmet Hoca (Baran)
ile yan yana defnedilmek üzere aynı kavle imza atmışlardı. Kendisinden beş sene
evvel ahirete göç eden arkadaşının yanında ayrılan kabre koydular.
Üçüncü ve son vasiyet ise, dünyaya gelecek altıncı
torununa “Vefa” adının verilmesiydi. Bunu da ilk evlâdı yerine getirdi ve “Mehmet
Vefa” ismi bırakıldı.
Geriye, yetiştirdiği binlerce Kur’ân talebesi, güzel
hatıralar, arkasından hayır hasenat yapan eşi ve evlâtları, dedesinin adını
yaşatan torunlar, adı yâd edildiğinde duâ eden ahâli ile esans kokulu ceketi
kaldı…
Rahle-i tedrisinde yer almış bir talihli olarak, “Ruhu şâd, mekânı Cennet yurdu olsun” diyorum.