KÜLTÜR kavramı, en genel
tanımıyla bir toplumun yaşantı yoluyla elde ettiği maddî ve manevî ögelerin
bütünü demektir. Yaşam dinamikleriyle bu denli ilişkili olan kültür, yine yaşam
dinamiklerine bağlı olarak sürekli değişen, eskiyen, yenilenen bir olgudur.
Toplumların
devamı, bir yönüyle kültürlerin devamına bağlıdır. Dolayısıyla kültür bütün
dinamikleriyle kuşaktan kuşağa aktarılan bir olgudur. Bu aktarım olmadığında
toplumların kimlik ve karakterini oluşturan değerler, olgular ve dinamikler yok
olurlar. Kültür bir yönüyle toplumsal hafızayı da oluşturduğundan kültürün
gelecek nesillere aktarılmaması, toplumsal hafızanın da körelmesi anlamına
gelir. Dolayısıyla toplumun devamı, aynı zamanda kültürün de devamıdır.
Kültürün
devamını sağlayan unsurların başında da Halk Edebiyatı dolayısıyla da ozanlık
ve âşıklık geleneği gelir. Geçmişi orta Asya’ya kadar uzanan bu gelenek; halkın
değerlerini, dertlerini, sıkıntılarını, sevinçlerini şiirlerle, deyişlerle,
koşmalarla dile getirerek, gelecek kuşaklara aktarırlar.
Âşıklık
geleneğinde hikâye anlatıcılığı, şiirlerin, deyişlerin, koşmaların vaz geçilmez
bir parçasıdır. Âşıkların söylediği her deyişin, her koşmanın bir hikâyesi
vardır. Dolayısıyla âşıkların şiirleri gelecek nesillere aktarırken hikâyeleri
de yani bir hafızayı da geleceğe aktarmış olurlar. Sonraki nesiller de
geçmişten gelen şiir, koşma, deyiş vb. ögeleri sadece sözleriyle değil, hikâyeleriyle
dolayısıyla dönemin hafızasıyla beraber öğrenirler.
Bir
kavramın derinliği, o kavramın çağrıştırdığı anlamın zenginliğini oluşturur.
Derin kavramlarla yazılan ve aktarılan hikâyeler, muhataplarından o kavramın
çağrıştırdığı bütün anlamları harekete geçirdiğinden oluşturduğu etki çok
derindir. Âşıklık geleneği de anlatılarının temelinde zengin bir kavram dünyası
olduğundan âşıklık geleneğinin anlatılarını okuyanlar, dinleyenler çoğu zaman
anlamdaki derinliği yakalamazlar. Metaforik yapının güçlü olduğu âşıklık
geleneği anlatılarında anlamın bütünüyle harekete geçmesi için anlatı üzerinde
ciddi bir şekilde tefekkür etmek gerekebilir. Bunda âşıklık geleneğinin
tasavvuftan beslenmesinin payı büyüktür.
Osmanlı
döneminde tasavvuf, toplumu eğiten bir kurum işlevi gördüğünden halk edebiyatı
yani âşıklık ve ozanlık geleneği de tasavvufla iç içe yaşamış ve tasavvuftan
fazlasıyla beslenmiştir. Hatta özellikle Yesevilik sonrası âşıklık, ozanlık ve
halk edebiyatı geleneğinin temsilcileri, tasavvufun içinde birebir yer almış
isimlerden oluşur. Yunus Emre, bunun en önemli örneğidir. Dolayısıyla bu
gelenek, dervişlik geleneğiyle uzun bir dönem beraber ilerlemiş ve bu kültürden
fazlasıyla beslenmiştir. Bu da anlatıları hem derinleştirmiş, hem de anlatının
gücünü artırmıştır.
Özellikle
Osmanlı döneminde çok önemli bir yere sahip olan âşıklar, aynı zamanda birer
gezgindirler. Sazı elinde diyar diyar gezen âşıklar, her gittiği yere geldiği
coğrafyanın kültürel ögelerini de götürür, her gittiği yerden de o coğrafyanın
kültürel ögelerini edinir. Âşıklar, hikâye anlatıcılığıyla da halkın başka
coğrafyalarda olan bitenden haberdar olmasını sağlarlardı.
Günümüz
popüler kültürü zaman zaman bu gelenekten beslenerek âşıklık geleneğinin
ürettiği ögeleri yeniden yorumlayıp, halkın beğenisine sunsa da âşıklık
geleneği eski etkisinden uzaktır. Âşıklık geleneği günümüzde nostaljik bir
alana kaysa da Anadolu’da hâlen daha yaşatılan ve etkisini sürdüren bir
gelenektir.
Badeli Âşık Sümmani
Âşık
Sümmani de Türk Halk Edebiyatı ve halk ozanlığı, başka bir deyişle âşıklık
geleneğinin Osmanlı döneminde yaşayan son temsilcisidir.
Kayıtlarda
farklı bilgiler bulunsa da Sümmani’nin doğum tarihi 1860 olarak bilinir. Erzurum’un
Narman ilçesinin Samikale köyünde dünyaya gözlerini açan Sümmani’nin hayatı
efsaneleşmiştir.
Asıl
adı Hüseyin olan Sümmani, hayvancılık ve çiftçilik yapmaktadır. Bu nedenle doğa
ile fazlasıyla irtibatlı olan Sümmani’nin en uğrak yeri, köydeki Ablak
Taşı’dır.
Hayatının
efsaneleşmesinde çok önemli bir yere sahip olan Ablak Taşı, Sümmani’nin
deyişlerindeki mistik ögelerin ilhamını aldığı ilk yerdir.
Rivayete
göre, Sümmani bir gün Şekerli Düzü'ne (hayvan otlatılan bir mevki) hayvanlarını
otlatmaya tek başına gider. Doğayla iç içe kaldığı bu mekânda doğaya dair bir
tefekkür içerisinde olan Sümmani, kendisine doğru bir atlının geldiğini görür.
Atlı, Sümmani’ye selam vererek adını sorar. Ayrıca çok aç olduğunu vurgulayarak
Sümmani’den yiyecek bir şeyler ister. Sümmani, aç kalacağını bilse de geleni
Allah misafiri bildiğinden heybesindeki arpa ekmeğini tereddütsüz atlıya verir.
Atlı Sümmani’nin azığını kendisine vermesinden dolayı günün kalan kısmında aç
kalacağını bilmektedir. Bu nedenle Sümmani’nin cömertliği hoşuna gider. Atlı
Sümmani’ye burada bir dua öğreterek bu duayı 40 gün yüzer kez okumasını ve 40’ıncı
günün sonunda Ablak Taşı’na gitmesini tembihler. Sümmani denileni yaparak 40’ıncı
gün sonunda Ablak Taşı’na gider. Otlattığı hayvanlar da yanındadır.
Ablak
Taşı, vaktin tayin edilmesinde önemli bir işlev gören bir taştır. Çünkü güneş
taşa vurunca öğlen vaktinin girdiği anlaşılırmış. Bu sırada namaz için güneşin
taşa vurmasını bekleyen Sümmani istemeden uyuya kalır.
Rüyada
uyuya kaldığı çeşmenin başında kırk yeşil güvercin görür. Kısa bir zaman sonra
güvercinler aniden kaybolur ve 3 derviş çıkagelir. Dervişler, Sümmani’ye abdest
aldırır. Sonra da hep birlikte namazı eda ederler. Namazdan sonra dervişler
Sümmani’yi ortalarına alırlar. Sümmani, dervişlerden birinin elinde yörede
“tabla” diye adlandırılan küçük bir sini ve sinin içinde üç dolu bardak görür. Derviş,
bunları Sümmani’nin önüne getirerek, Sümmani’ye bunları içmesini tembihler.
Sümmani
kendisine sunulanların şerbet olduğunu düşünür ama dikkatlice bakınca
bardaktakilerin şerbet olmadığını anlar. Dervişlerinin kendisini aldattığını ve
içki içireceklerini düşünerek ısrarlara rağmen bardaktakileri içmez. Bunun
üzerine dervişlerden biri parmağını bardağa daldırarak Sümmani’nin ağzına
sürer. Bu esnada Sümmani uykudan uyanır. Heyecanla etrafına bakınır ama ne
dervişleri görür ne de tepsiyi. Ama ağzında inanılmaz bir lezzet vardır.
Şaşkınlık
içerisinde olan Sümmani, ağzındaki lezzetin etkisiyle yeniden uykuya dalar.
Uykuda yine karşısına dervişler çıkar. Sümmani tam elini bardağa uzatıp içmeye
hazırlandığı sırada dervişler, bardaktaki içeceğin “aşk badesi” olduğunu dile
getirerek, yeşil mürekkeple yazılmış bir kitaptan Gülperi adlı kızın ismini okuturlar.
Sonra da Gülperi’yi Sümmani’ye gösterirler. Gülperi’nin Bedahşan’da Abbas
Han’ın kızı olduğunu söylerler. Sümmani Gülperi’yi gördüğü anda yıldırım aşkına
tutulur. O esnada uyanan Sümmani, gördüğü rüyanın tesirinden bir süre
kurtulamaz. Kendine geldiğinde otlattığı hayvanların çevrede olmadığını fark
eden Sümmani, korkuyla köyün yolunu tutar. Yolda bir atlıyla karşılaşır.
Atlı, Sümmani’ye “Hüseyin, korkma. Sen ereceğine erdin. Bundan sonra senin mahlasın Sümman, dünyada kavuşmak senin için haram” der. O güne kadar Hüseyin olan adı bundan sonra hep Sümmani olarak anılır. (Sümmani, anlam olarak “sonuncu, sona ait” demektir.) Bu rivayet küçük değişikliklerle farklı biçimlerde anlatılsa da en bilineni bu şekildedir.
Sümmani keşfediliyor
Günler
günleri kovalar, bu sırada Sümmani’nin Gülperi’ye olan aşkı arttıkça artar.
Gülperi’nin aşkıyla mecnunluk hâlleri görülen Sümmani’ye cinlerin, perilerin
musallat olduğu düşünülür.
O dönemde halk, köy odalarında veya köy kahvehanelerinde toplanıp deyişler söylerlermiş. Sümmani babasına bu etkinliklere katılmak istediğini söylemiş. Babası önceleri karşı çıksa da Sümmani’nin ısrarları sonucu Sümmani’yi istediği yere götürmüş. Burada dil ehli olanlar sırayla türküler ve deyişler söylemektedir. Sıra Sümmani’ye gelince Sümmani’nin dilinden, Ablak Taşı’nda yaşadıklarını anlatan aşağıdaki koşma dökülmüş:
“Uyandım
gafletten oldum perişan/ Bir nur doğdu alemler oldu ürüşan/ Selam verdi geldi
üç-beş dervişan/ Lisanları bir hoş sedasın tek tek
Lisanları
bir hoş eyler avazı/ Onlarda mevcuttur ilm-ü el fazı/ Dediler: Vaktidir kılak
namazı/ Aldılar abdestin edasın tek tek
Aldılar
abdesti uyandım habran/ Aslımız yapılmış hakk-u turabtan/ Üç harf okuttular
yeşil yapraktan/ Okudum harfini noktasın tek tek
Okudum
harfini zihnim bulandı/ Yalelerim göz göz oldu sulandı/ Baktım çar etrafa kadeh
dolandı/ Nuş ettim kırkların mahlesin tek tek
Nuş ettim badesin gördüm rengini/ Tam on sekiz saat sürdüm cengini/ Yar yüzünde saydım üç beş bengini/ Halhalın altında hırdasın tek tek
Dediler: Sümmani gel etme meram/ Adamı çürütür dert ile verem/ Sen içün dünyada kavuşmak haram/ Hüdam böyle salmış kalemin tek tek”
Sözlerdeki
harikuladelikten dolayı herkes şaşırır ve Sümmani’nin bade içtiğini anlarlar.
Ervah-ı ezelden yazılan bir kader
Sümmani,
çok derinlikli koşmalar okusa da saz çalmasını bilmemektedir. Saz öğrenmek için
Erzurum'a giden Sümmani, burada âşıkların mekân tuttuğu bir kahvede saz çalmayı
öğrenir. Sonra köyüne dönen Sümmani, her akşam köylüyü toplayıp şiirler okur.
Fakat Gülperi’nin aşkından dolayı köyde duramaz ve onu aramak için önce Kafkaslara,
ardından İran'a gider. Buradan Türkistan coğrafyasına geçer. Ama ne Bedahşan'ı
ne de Abbas Han’ı tanıyan duyan birine rastlar.
Sümmani çıktığı yolculukta Gülperi’yi bulamamış, ona kavuşamamıştır. Sümmani yolculuk sonunda yüreğindeki yangının etkisiyle bugün bile Anadolu ve Kafkas coğrafyasında dilden dile dolaşan şu şiiri dile getirir:
"Ervah-ı
ezelde levh-i kalemde/ Bu benim bahtımı kara yazdılar/ Bilirim güldürmez devri
alemde/ Bir günümü yüz bin zara yazdılar
Bulmadık
şadlığın iradesini/ Çekerim bu gamın ziyadesini/ Herkes dosta verdi ifadesini/ Bizimkini
ülüzgara yazdılar
Aşk
benimle eyler daim kıl-ü kal/ Daha sabretmeye kalmadı mecal/ Derdim taksimdara
kıldım arzuhal/ Dedi ki öz bahtın kara yazdılar
Gönül
gülşenimde har oldu deyi/ Hasretlik cismimde var oldu deyi/ Sevdiğim sevdiğin
pir oldu deyi/ Erbabı garezler yare yazdılar
Dünyayı
sevenler veli değildir/ Canı terk edenler deli değildir/ İnsanoğlu gamdan hali
değildir/ Her birini bir efkara yazdılar
Nedir
bu sevdanın nihayetinde/ Yadlar gezer yârin vilayetinde/ Herkes diyarında
muhabbetinde/ Bilmem bizi ne civara yazdılar
Kadrimi
bilmeze eyledim minnet/ Derdimi artıran görmesin cennet/ Sarraflar verdiler yâre
bin kıymet/ Benim kıymetimi nere yazdılar
Döner mi kavlinden sıdk-ı sadıklar/ Dost ile dost olur bağrı yanıklar/ Aşk kaydına geçti bunca âşıklar/ Sümmani’yi derkenara yazdılar./
Sümmani’nin
bu şiiri, günümüzde çok sayıda sanatçı tarafından seslendirilmiştir. Tasavvufun
etkisiyle Sümmani’nin şiirlerinde Kur’ân ve sünnete dair çok sayıda atıf
vardır. Yukarıdaki şiirin ilk cümlesinde geçen “ervah-ı ezel” ve “levh-i kalem”
kavramları, İlâhî kavramlardır. Ervah-ı ezel, Arâf Sûresi’nin 172’nci âyetinden
alınmadır. Bu âyette, Allahü Teâlâ’nın ruhlara “Ben sizin rabbiniz değil miyim?”
diye hitap ettiği, onların da “evet” dedikleri belirtilmiştir. Allah’la
insanlar arasında vuku bulan bu sözleşmeye “bezm-i elest” denilmiştir. Sümmani,
bu kavramla hem Gülperi’ye kavuşamayışının bezm-i elestten taktir edildiğini
anlatır, hem de âyetin çağrıştırdığı bütün anlamları nazara sunar.
Levh-i
Kalem kavramı da Kur’ân’ın en temel kavramlarından biri olan ve bütün olup
biteceklerin yazılı olduğuna inanılan Levh-i Mahfuz’dan gelir. Levh-i Kalem,
Levh-i Mahfuz’u yazan kalem mânâsındadır.
Sümmani’nin
şiirlerinde bu derin metaforik anlatı ve kavram zenginliği, hem onun
kavrayışındaki derinliği gösterir, hem de Sümmani’nin şiirlerinde inşâ ettiği
anlamın temelinin çok geniş ve sağlam ögelerden oluştuğuna işaret eder.
Sümmani
şiirlerinde sadece tasavvufi ögelere yer vermez. Bunun yanında sevinç, hüzün,
aşk, gurbet, dert, gam, tabiat gibi halkın gündemini sıklıkla şiirlerine taşır.
Örneğin, “Sefil Sümmani gel Hakk’ı zikreyle/ Verdiği nimete daim şükreyle/ Yaman kişi ta ezelden fikreyle/ Başa geçip pişman olsan ne fayda” dörtlüğünde Allah ve kader inancını; “Yıllardır düşmüşem ben bu mihnete/ Yetmedim dünyada asla hikmete/ Mecnun'u da atmışlardı gurbete/ Kalmıştı gurbette sılasın tek tek” mısralarıyla gurbet temasını; “Doksan üçte koptu yine kıyamet/ Asumana çıktı hep figanımız/ Bozuldu sefalar geldi melanet/ Ağlama ey gönül var zamanımız” şiiriyle Ruslarla girişilen 93 Harbi’nin atmosferini aktarır.
“Laleyi
sümbül giyinmiş dağlar/ Gitti şita geldi müzeyyen dağlar/ Uyandı ağaçlar
bezendi bağlar/ Bizlere gelmiyor yaz baka baka”
“Baktım gül dalında bülbül ötmüyor/ Harap olmuş menekşe nergis bitmiyor/ Bilmem nasıl soram dilim tutmuyor/ Gülşen bahçesinin bahbanı gitmiş” dörtlükleriyle de tabiatı anlatır.
Sümmani derkenara değil, ders kitaplarına yazılmalıdır
1934
yılında ortaöğretimde okutulmaya başlanan Sümmani, ne hikmetse daha sonraları
müfredattan çıkarılmıştır.
Günümüzde
birazcık olsun Halk Edebiyatı geleneğine âşina olanlar, Âşık Reyhani, Murat
Çobanoğlu isimlerini bilirler. Bu isimler ve günümüzde âşıklık geleneğini devam
ettiren ne kadar isim varsa hemen hepsi Sümmani’yi örnek almış ve Sümmani’nin deyişleriyle
yetişmiş ozanlarımızdır. Yediden yetmişe herkesin bildiği Âşık Veysel bile
Sümmani’nin çok sayıda deyişini söylemiş ve onun gönül dünyasından
beslenmiştir.
Buna
rağmen Sümmani gibi değerler maalesef günümüzde fazla bilinmiyorlar. Hatta
“Ervah-ı ezelden” deyişi çok sayıda sanatçı tarafından seslendirilmiş olmasına
rağmen bazıları eserin Sümmani’ye ait olduğunu dahi gizlemişlerdir. Sümmaniye
bu kadar bile vefa göstermemişler, Sümmani’nin deyiyişle “Sümmani’yi
derkenara” bile yazmamışlardır.
Kültürümüzü gelecek kuşaklara aktaran en önemli ögelerden biri olan Halk Edebiyatı’nın üstatları ve deyişleri, özellikle günümüz gençliğine öğretilmeli, gençliğimizin onların derinlikli anlatılarından ve zengin kavram dünyalarından faydalanmaları sağlanmalıdır. Bunun için de Anadolu’dan İran’a, Kırım’dan Kafkasya’ya oradan Afganistan’a kadar çok geniş bir coğrafyada deyişleri bir asrı aşkın bir zamandır söylenen Sümmani gibi değerleri ve onların deyişleri ders kitaplarında yerini almalıdır.