EYLÜL’Ü
müjdeliyordu mevsimler. Güneş, en kavurucu haline bürünmüştü. Yaz bütün
ihtişamıyla sürmekteydi ve son demini yaşıyordu meltemler. İki adım ötesi
hazana gebeydi, ancak ne yağmur vardı, ne de solan tek yaprak. Geceler sanki Haziran’dan
kalmaydı; upuzun… Yine de “Sabah olmasın, güneş doğmasın, uzasın geceler!”
deniliyordu. Deniliyordu da, bir “ezan” sesi düşüyordu gökkubbeye, işte o an
her şey birleşiyordu ve her şey birbirine benziyordu! Kalplerin çarpıntısı,
duanın ritmi, Kur’an’ın hikmeti… Bu yeni, yepyeni bir başlangıcın vaktiydi aynı
zamanda.
V’akt-i Evvel’di… İçinde
güllerin, sümbüllerin, günde iki kez açan ezan çiçeklerinin, nazlı bir
direnişin sembolü gelinciklerin, mor entarili genç kızların, fırfırlı
eteklerine desen olmuş leylakların, menekşelerin, balkonları süsleyen
begonyaların, salonları dolduran lavantaların, dünyanın en güzel ve en özel kır
çiçeği papatyaların bir arada olduğu huzur bahçesiydi…
Gül üzerine, ömrüne yazılmış
bir alınyazısıydı. Diline pelesenk ettiği ve geri çevrilmeyen/çevrilemeyen
hediyeydi Rabbimin hediyesi. Şükrü bol, kanaati bol bir varlık olarak görüyordu
duasına yaren eylediği…
Serden vazgeçer de sevmekten
vazgeçmezdi sevgili
Bir
tellal edasıyla sevmenin, sevilmenin her derde "derman" olduğunu
dillendiriyordu. Uzayıp giden gecelerde gökyüzüne bakmanın kendisine iyi
geldiğini hissediyordu. Bu ritüel, fasılasız her gece devam etti. Gökyüzüne her
bakışında kulağına, “Bir yıldızda yaşayan
çiçeği seversen, bütün yıldızlar çiçeğe durur” sözü fısıldanıyordu. İşittikçe
bu sözü, ince kabuğundan ayırıyordu zamanı. Onun için her saat diliminin bir
gölgesi, bir iz düşümü vardı. Ne zaman saatler üçü üç geçse, biri beşle, üçü
yirmiyle, hatta yüzle çarpıyordu ve “üç yüz altmış beş” sayısına ulaşıyordu.
Sonra oturup “Onsuz” zamanları siliyordu veresiye defterinden ve yayıyordu
ömrüne hiç ara vermeden.
Tamamlayınca
-bin dert- ile çileyi, "Derdimi
seviyorum" diyor ve ekliyordu: “Çileyi
Vereni her şeyden çok seviyorum! Yanan benim, yandıran O! Yanan da,
yandıran da O'nun eseri... Hâl böyle iken, nasıl sevmem derdimin Sahibini?”
Gül pervazlı
pencereler
Yine pencere önündeydi ve her zamanki
gibi zifiri geceye umudundan süt sağıyordu. Gözlerini sokağa dikmiş, sabahın
ilk ışıklarında yola düşecek “isimsiz” yolcuları bekliyordu. Çok geçmeden
saksıların arasından koyu lacivert bir siluet belirdi. Önce irkildi, sonra
bunun yersiz bir korkudan ibaret olduğunu anladı ve tebessüm etmeye başladı.
Ardından içinin tarif edilmez bir huzurla kaplandığını hissetti. Dikkatlice
bakınca “süvariye” benzetti adamı. Adımlarında
birikmiş yangın kokusunu tütsü gibi içine çekti “bıkmadan”.
Nallar yorgun, kollar yorgun, gözler yorgundu... Daha fazla direnemedi, berrak ve buz
gibi bir su uzattı. Adam bir suya, bir de su kabına baktı, suyun kabı kristal
camdan; kana kana içti "üç nefesi" hesaba katmadan…
Yangın
soğudu, buz eridi, ateş söndü yavaş yavaş. Gözlerinde
ay, sözlerinde lale doğdu daha sabah olmadan. Ayna diye suyu uzatana baktı,
garipsedi yüzünü adam, "Ben nasıl geldim bu hale?" dedi ve sustu. O susunca vakit konuştu, renkler üşüştü ve
rayihalar imdada koştu. Bütün kokular, yerlerini tomurcuk bir güle
bıraktılar. Bu sefer adam çekti içine bıkıp usanmadan. Adını sordu, gülendam
sustu. “Senin adın Ömrügül olsun” dedi ve iki tebessüm birden düştü suya…
Özlemek, sevmenin şükrüdür
Uçsuz bucaksız yollara
koyuldular. Avuçlarında parmaklarını terleten sıcaklık, göğüs kafeslerinde
beliren ferahlık ve güllerle bezeli bir duvaklık... Önce göğsünde pır pır eden
heyecan dindi, sonra göğünü kaplayan hasret yüklü bulutlar indi çöllere. Kömür
karası gözlerinde ıslak bir mendilin sürme misali gezindiğini hissetti. Yarım
yamalak uykularında ise sessiz bir rüyanın dinmeyen çığlığını işitti.
Ne seraptı gördüğüm, ne de bilmeceydi çözdüğüm./ Gül
dalında bir bülbüldüm ben, sevdasıyla kördüğüm...
Ne zaman dara düşse, kendini
güllerle çevrili pencere önünde buluyordu. İster gitsin, ister gitmesin,
Ömrügül pencere kovuğunda, dua nöbetindeydi. O, kendine biçilen rolü
canlandırıyordu. Beklediği de “isimsiz” bir yolcu değildi artık, adımlarından,
gelişlerinden, sessizliğinden anlıyordu onu. Ses olup dışarıya aksetmeyen her
ses, boğazından geçmeyen her lokma ve omuzlarına yüklenen her dert, onun göğüs
kafesinde düğümlenip öylece kalıyordu.
“An gelir, Yakup ağlar, boğulur sessiz yalan…/ Kuyudan
çıkarılır Yusuflar ıslanmadan…”
Sır kumbarası
Zamanla anladı yüreğinin bir
sır kumbarasına dönüverdiğini. Ama o bundan hiç mi hiç yüksünmedi. Ürkek bir
serçenin yüreğine “hadsiz” sırları sığdırdıkça, yolda kalmış yolculara
kılavuzluk eden rehberin sevinci yerleşti yüzüne. İkiyi bir, zehri bal, azı çok
kabul ederek koyuluyordu yollara. Yol çetin olsa da yoldaş, onun dilinden
anlayan yolcunun ta kendisiydi. Acıya, kedere, derde karşı da umudu, sabrı,
gözyaşını azık ediyordu ve yol nereye varırsa varsın, menzilin ismi hep
aynıydı: “Huzur”…
Bahara açılır kalbi…
Ömrügül, ekmeğe maya, dala gonca,
kuşa yuvadır. Yitik değildir ama biraz Leyla, biraz Züleyha’dır. Demir
parmaklıkları yoktur; dünyası zindan olsa da ahreti ziyadır. İhtimal, ellerinde
nasır yoktur ama o minik kalbini tarumar eden büyük hasar vardır. Yine de
şekvası yoktur. Hangi dağa “Halin nicedir?” diye sorarsan sor, cevap bellidir: “Derdim çok, yüküm ağırdır!” Ömrügül ise
her söze “Hamd üzereyim” diye başlar. Adeta sancaktarlığını yapar hamd
bayrağının. Onun kanaat vadisindeki duruşu, etraftaki israfçılar zümresinin
şımarık yüzünde tokat gibi patlar! Herkes şımarır ama Ömrügül şımarmaz!
İstikametinden taviz vermeden ilerler ve önünde istikbâl vadeden yarınlar
dururken düne takılıp kalmaz!
Ömrügül, bütün sessizliklerin
arasından sesini saracak bir merhamet arar. Aradığı, “Yusufvari” bir tınıdır.
Tek korkusu var, o da ipe dizili ümitlerinin kopup dağılmasıdır. O yüzden sık
sık, “Koptu gözlerimin ilmeği,/ Dağıldım
Allah’ım!/ Doksan dokuz yerimden tut,/ Can ipime diz beni!” diyerek
münacatta bulunur.
Ömrügül’ün bahara açılan
kalbinden “gamzeli gülüşler” yayılır yüzüne. Hiç büyümemiş ve vişne
ağaçlarından inmemiş, yağmur birikintilerinde zıplayan haylaz bir çocuktur
aslında. “Sen gülünce” diye başlayan cümleler sayesinde birer ikişer eksiltir
zamanın eskimeyen basamaklarını.
Ömrügül… Ömrün solmayan gülü… Her geceyi baharla buluşturan seher... Her şeyi emanet edebileceğiniz “hakikî”
bir dost bağı… Onun sinesine emanet edilen her emanet, sahibine vaktinde ve
sapasağlam erişir.
Evet, Ömrügül “bir kitabın ilk sayfası” olarak gönül vadisindeki yerini alsa da binlerce sayfaya mürekkep taşımaya hep devam edecektir.