Bir kitabın ilk sayfası: “Ömrügül”

Yangın soğudu, buz eridi, ateş söndü yavaş yavaş. Gözlerinde ay, sözlerinde lale doğdu daha sabah olmadan. Ayna diye suyu uzatana baktı, garipsedi yüzünü adam, “Ben nasıl geldim bu hale?” dedi ve sustu. O susunca vakit konuştu, renkler üşüştü ve rayihalar imdada koştu…

EYLÜL’Ü müjdeliyordu mevsimler. Güneş, en kavurucu haline bürünmüştü. Yaz bütün ihtişamıyla sürmekteydi ve son demini yaşıyordu meltemler. İki adım ötesi hazana gebeydi, ancak ne yağmur vardı, ne de solan tek yaprak. Geceler sanki Haziran’dan kalmaydı; upuzun… Yine de “Sabah olmasın, güneş doğmasın, uzasın geceler!” deniliyordu. Deniliyordu da, bir “ezan” sesi düşüyordu gökkubbeye, işte o an her şey birleşiyordu ve her şey birbirine benziyordu! Kalplerin çarpıntısı, duanın ritmi, Kur’an’ın hikmeti… Bu yeni, yepyeni bir başlangıcın vaktiydi aynı zamanda.

V’akt-i Evvel’di… İçinde güllerin, sümbüllerin, günde iki kez açan ezan çiçeklerinin, nazlı bir direnişin sembolü gelinciklerin, mor entarili genç kızların, fırfırlı eteklerine desen olmuş leylakların, menekşelerin, balkonları süsleyen begonyaların, salonları dolduran lavantaların, dünyanın en güzel ve en özel kır çiçeği papatyaların bir arada olduğu huzur bahçesiydi…

Gül üzerine, ömrüne yazılmış bir alınyazısıydı. Diline pelesenk ettiği ve geri çevrilmeyen/çevrilemeyen hediyeydi Rabbimin hediyesi. Şükrü bol, kanaati bol bir varlık olarak görüyordu duasına yaren eylediği…

Serden vazgeçer de sevmekten vazgeçmezdi sevgili

Bir tellal edasıyla sevmenin, sevilmenin her derde "derman" olduğunu dillendiriyordu. Uzayıp giden gecelerde gökyüzüne bakmanın kendisine iyi geldiğini hissediyordu. Bu ritüel, fasılasız her gece devam etti. Gökyüzüne her bakışında kulağına, “Bir yıldızda yaşayan çiçeği seversen, bütün yıldızlar çiçeğe durur” sözü fısıldanıyordu. İşittikçe bu sözü, ince kabuğundan ayırıyordu zamanı. Onun için her saat diliminin bir gölgesi, bir iz düşümü vardı. Ne zaman saatler üçü üç geçse, biri beşle, üçü yirmiyle, hatta yüzle çarpıyordu ve “üç yüz altmış beş” sayısına ulaşıyordu. Sonra oturup “Onsuz” zamanları siliyordu veresiye defterinden ve yayıyordu ömrüne hiç ara vermeden.

Tamamlayınca -bin dert- ile çileyi, "Derdimi seviyorum" diyor ve ekliyordu: “Çileyi Vereni her şeyden çok seviyorum! Yanan benim, yandıran O! Yanan da, yandıran da O'nun eseri... Hâl böyle iken, nasıl sevmem derdimin Sahibini?”

Gül pervazlı pencereler
Yine pencere önündeydi ve her zamanki gibi zifiri geceye umudundan süt sağıyordu. Gözlerini sokağa dikmiş, sabahın ilk ışıklarında yola düşecek “isimsiz” yolcuları bekliyordu. Çok geçmeden saksıların arasından koyu lacivert bir siluet belirdi. Önce irkildi, sonra bunun yersiz bir korkudan ibaret olduğunu anladı ve tebessüm etmeye başladı. Ardından içinin tarif edilmez bir huzurla kaplandığını hissetti. Dikkatlice bakınca “süvariye” benzetti adamı. Adımlarında birikmiş yangın kokusunu tütsü gibi içine çekti “bıkmadan”.
Nallar yorgun, kollar yorgun, gözler yorgundu... Daha fazla direnemedi, berrak ve buz gibi bir su uzattı. Adam bir suya, bir de su kabına baktı, suyun kabı kristal camdan; kana kana içti "üç nefesi" hesaba katmadan…

Yangın soğudu, buz eridi, ateş söndü yavaş yavaş. Gözlerinde ay, sözlerinde lale doğdu daha sabah olmadan. Ayna diye suyu uzatana baktı, garipsedi yüzünü adam, "Ben nasıl geldim bu hale?" dedi ve sustu. O susunca vakit konuştu, renkler üşüştü ve rayihalar imdada koştu. Bütün kokular, yerlerini tomurcuk bir güle bıraktılar. Bu sefer adam çekti içine bıkıp usanmadan. Adını sordu, gülendam sustu. “Senin adın Ömrügül olsun” dedi ve iki tebessüm birden düştü suya…

Özlemek, sevmenin şükrüdür

Uçsuz bucaksız yollara koyuldular. Avuçlarında parmaklarını terleten sıcaklık, göğüs kafeslerinde beliren ferahlık ve güllerle bezeli bir duvaklık... Önce göğsünde pır pır eden heyecan dindi, sonra göğünü kaplayan hasret yüklü bulutlar indi çöllere. Kömür karası gözlerinde ıslak bir mendilin sürme misali gezindiğini hissetti. Yarım yamalak uykularında ise sessiz bir rüyanın dinmeyen çığlığını işitti.

Ne seraptı gördüğüm, ne de bilmeceydi çözdüğüm./ Gül dalında bir bülbüldüm ben, sevdasıyla kördüğüm...

Ne zaman dara düşse, kendini güllerle çevrili pencere önünde buluyordu. İster gitsin, ister gitmesin, Ömrügül pencere kovuğunda, dua nöbetindeydi. O, kendine biçilen rolü canlandırıyordu. Beklediği de “isimsiz” bir yolcu değildi artık, adımlarından, gelişlerinden, sessizliğinden anlıyordu onu. Ses olup dışarıya aksetmeyen her ses, boğazından geçmeyen her lokma ve omuzlarına yüklenen her dert, onun göğüs kafesinde düğümlenip öylece kalıyordu.

“An gelir, Yakup ağlar, boğulur sessiz yalan…/ Kuyudan çıkarılır Yusuflar ıslanmadan…”

Sır kumbarası

Zamanla anladı yüreğinin bir sır kumbarasına dönüverdiğini. Ama o bundan hiç mi hiç yüksünmedi. Ürkek bir serçenin yüreğine “hadsiz” sırları sığdırdıkça, yolda kalmış yolculara kılavuzluk eden rehberin sevinci yerleşti yüzüne. İkiyi bir, zehri bal, azı çok kabul ederek koyuluyordu yollara. Yol çetin olsa da yoldaş, onun dilinden anlayan yolcunun ta kendisiydi. Acıya, kedere, derde karşı da umudu, sabrı, gözyaşını azık ediyordu ve yol nereye varırsa varsın, menzilin ismi hep aynıydı: “Huzur”…

Bahara açılır kalbi…
Ömrügül, ekmeğe maya, dala gonca, kuşa yuvadır. Yitik değildir ama biraz Leyla, biraz Züleyha’dır. Demir parmaklıkları yoktur; dünyası zindan olsa da ahreti ziyadır. İhtimal, ellerinde nasır yoktur ama o minik kalbini tarumar eden büyük hasar vardır. Yine de şekvası yoktur. Hangi dağa “Halin nicedir?” diye sorarsan sor, cevap bellidir: “Derdim çok, yüküm ağırdır!” Ömrügül ise her söze “Hamd üzereyim” diye başlar. Adeta sancaktarlığını yapar hamd bayrağının. Onun kanaat vadisindeki duruşu, etraftaki israfçılar zümresinin şımarık yüzünde tokat gibi patlar! Herkes şımarır ama Ömrügül şımarmaz! İstikametinden taviz vermeden ilerler ve önünde istikbâl vadeden yarınlar dururken düne takılıp kalmaz!

Ömrügül, bütün sessizliklerin arasından sesini saracak bir merhamet arar. Aradığı, “Yusufvari” bir tınıdır. Tek korkusu var, o da ipe dizili ümitlerinin kopup dağılmasıdır. O yüzden sık sık, “Koptu gözlerimin ilmeği,/ Dağıldım Allah’ım!/ Doksan dokuz yerimden tut,/ Can ipime diz beni!” diyerek münacatta bulunur.

Ömrügül’ün bahara açılan kalbinden “gamzeli gülüşler” yayılır yüzüne. Hiç büyümemiş ve vişne ağaçlarından inmemiş, yağmur birikintilerinde zıplayan haylaz bir çocuktur aslında. “Sen gülünce” diye başlayan cümleler sayesinde birer ikişer eksiltir zamanın eskimeyen basamaklarını.

Ömrügül… Ömrün solmayan gülü… Her geceyi baharla buluşturan seher... Her şeyi emanet edebileceğiniz “hakikî” bir dost bağı… Onun sinesine emanet edilen her emanet, sahibine vaktinde ve sapasağlam erişir.

Evet, Ömrügül “bir kitabın ilk sayfası” olarak gönül vadisindeki yerini alsa da binlerce sayfaya mürekkep taşımaya hep devam edecektir.