Bir kavramın işlevsizliğine doğru: Mahremiyet

Emr-i İlâhiye uyduğumuz dönemlerde yakaladığımız ivme hem kişisel, hem sosyal hayatımızda kurduğumuz rızay-ı İlâhiye uygun düzen yakın zamandaki birtakım zorlamalarla bozuldu. Önceleri dayatma hâlinde hayatımıza sokulan Batı merkezli yaşam biçiminin sonraları yavaş yavaş gönüllüsü olduk.

GEÇEN ay işim gereği on iki günümü Çanakkale ilimizde geçirdim. Resmî aktivitelerden arta kalan zamanlarda da fırsat oluşturup bulunduğumuz alandaki tarihî mekânları dolaşmaya çalıştım. Gezdiğim, gördüğüm yerlerden hareketle Çanakkale’nin Türk ve dünya tarihindeki önemini anlatmak değil niyetim. Bu, yetkin tarihçilerin işi ve konunun bu kısmını onlara bırakıyorum ki sizler de muhtemelen defalarca farklı kaynaklardan, görsel ve yazılı medyada özellikle alanında uzman akademisyenlerden tarih boyunca o civarda cereyan eden olayları ayrıntılarıyla okumuş, görmüş, dinlemiş olmalısınız. Yalnız, özellikle dikkatimi çeken ve bende farklı çağrışımlar uyandıran bir görüntüden bahsetmeden de geçemeyeceğim.

Binlerce insanımızı şehit vererek bağımsızlığımızı perçinlediğimiz, bir hafta içinde İstanbul’da kahvaltı hayâlleri kuran komutanlarını çıldırttığımız ve bütün Batı’ya “Geçilmez” dedirttiğimiz Çanakkale Savaşı’ndan geriye kalan, yorgun ama huzurlu ve metal gövdelerinde kazandıkları muhteşem zaferin gururunu taşıyan değişik kalibredeki toplarla birlikte o günlerde kullanılan birçok savaş aletinin sergilendiği Deniz Müzesi’nin hemen yanı başında, Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’un, hatta bütün Anadolu’nun emniyeti için Boğaz’ın en dar yerine karşılıklı olarak yaptırdığı iki kaleden biri var. Adı “Çimenlik Kalesi” ya da nam-ı diğer “Kale-i Sultaniye”… Diğeri de karşı kıyıda, “Kilitbahir Kalesi”.

Fatih Sultan Mehmet Han’ın yüzyıllar öncesinden öngördüğü tedbirin ne denli isabetli olduğu bir yana, dikkatimi çeken görüntü, Çimenlik Kalesi’nin yaklaşık beş metre kalınlığındaki surlarına içeriden saplanmış ve hâlâ orada duran bir top mermisiydi. Boğaz’a ve şehrin batı tarafına mevzilenmiş savaş gemilerinden ateşlenen o top mermisi, havada bir yay çizerek gelmiş ve iç kaleyi çevreleyen çok muhkem, kadim surlara isabet etmiş, dokunduğu alanda 4-5 metre çapında bir hasar oluşturarak 2-3 metre derinliğe kadar girmiş ve orada kalmış. Bir gün yolunuz düşerse ya da yolunuzu düşürmek isterseniz, müzeye dönüştürülmüş ve ziyarete açık olan kalede, surların içindeki o top mermisini görmeniz mümkün. Gözünüzde canlandı mı bilmiyorum ama merak edenler, arzu ederlerse internetten fotoğraflarını görebilirler. Satırlarla resmetmeye çalıştığım bu görüntü şimdilik burada dursun…


Tanımlama

Gelelim asıl konumuz olan “sosyal medya ve değişen mahremiyet algımıza”.

Sosyal medya nedir, mahremiyet ne demektir ve son günlerin en popüler kavramı olan sosyal medya, yaşam biçimimizin önemli bir kısmına karşılık gelen mahremiyet algımızı ne şekilde değiştirmiş, irdelemeye çalışalım.

Sosyal medya, genelde “kullanıcıların internet üzerinden içerik ürettiği ve üretilen içeriklerin tek yönlü paylaşımından çift taraflı alışverişine erişim sağlayabildikleri medya iletişim platformu” olarak tanımlanmaktadır. Bu erişim sayesinde kullanıcılar çevrimiçi ağ üzerinden çeşitli paylaşımlar yapar ve yaptıkları paylaşımlara aldıkları aksiyonları, oluşturulmuş sanal sosyal platformlarda yine bu ağ üzerinden takip ederler.

Mahremiyet ise hemen hepinizin bildiği gibi Arapça kökenli bir kavramdır ve “haram” kelimesinden türetilmiş olup, “gizlilik, bir şeyin herkesten saklanan/saklanması gereken hâli” gibi anlamlara gelmektedir. Günümüzde kullanılan hâli ile baktığımızda da sosyolojiden mimariye, ilâhiyattan hukuka kadar kapsama alanının hayli geniş olduğunu görüyoruz. Ayrıca bireysel mahremiyetten aile mahremiyetine, toplumsal mahremiyetten mekânsal ve bilgi mahremiyetine kadar birçok alanı da ihata eden mezkûr kavramının özellikle son zamanlarda yukarıda tanımlamaya çalıştığımız, dönüştürücü kültürün keskin silahı sosyal medyanın etkisiyle ciddî anlamda tehlike altında olduğunu acıyla tecrübe etmekteyiz.

Konunun toplumsal ehemmiyeti ve hassasiyeti gereği bu alanda kalem oynatmanın, sorunun teşhisi ve çözüm yolları hususunda cesaretle kelâm etmenin kolay olmadığının ve hangi tarafından ele alırsak alalım meselenin eksik kalacağının farkındayım. Ne var ki, değil birilerinin, eli kalem tutan, dili söze yatkın, sorumluluk hisseden herkesin üzerinde söz söylemesi gereken bir konu olduğu da muhakkak.

Aslına bakarsanız, “üzerinde söz söylenmesi gerekliliği” lâfın gelişi. Meselenin ciddiyetine binaen diyorum ki, ortalığa çıkıp çığlık atılması, bayrak açılması, topyekûn seferberlik ilân edilmesi gereken bir konu diye nitelendirsek, abartmış sayılmayız. Çünkü elimizden kayıp giden sadece bir kavramın masumiyeti, din referanslı toplumsal bir algının değişimi değil. Bu kavramla birlikte dinî, ahlâkî ve kültürel birçok değerimizin de günden güne kaybolup gittiğine şahit olmaktayız.

Başlık cümlemizde geçen “değişmek” kelimesi, anlam itibariyle, “aslından az çok izler taşımak, görüntü itibariyle aslına kısmen de olsa benzemek” anlamını da içerir kanaatindeyim. “Değişme/değişim” dediğimizde, deformasyona uğramış nesnelerde, özünü, ruhunu koruyamamış olsa da aslını andırır bir şekilselliğin olduğunu anlarız. Kavramlar da biraz böyle değil midir? Değişir, dönüşür, hatta zaman içinde başka anlamlara gelecek şekilde evrilebilir ya da işlevsiz kalıp gündelik hayatımızdan tamamen çıkabilir ve sadece arayanların sözlüklerde bulabileceği bir kelime hâline gelebilirler. Korkarım ki, “mahremiyet” de kendine özgü bir kültür oluşturan ve oluşturduğu bu kültürü sosyolojik olarak dayatarak yaşam standardı hâline getiren “sosyal medya”nın zorlayıcı etkisi sayesinde bir iki nesil sonra dünkü (çünkü bugünkü toplumsal karşılığı dünkünden çok uzak) anlamından kopup buzdağı gibi eriyerek farklı mânâları ihtiva edecek ve gerçek mânâsını sözlüklerde arayacağımız kelimelerden biri hâline gelecek.

Günümüzün popüler internet uygulamalarından bir kısmını içeren ve zehirli sarmaşık gibi birçok değerimizi çürüten sosyal medya eliyle dejenerasyona uğramış “mahremiyet” kavramını anlam açısından bu değişim-dönüşüm sarmalında nereye oturtabileceğimizin çaresizliği içindeyim. Gelinen noktada malûm kavramla ilgili algımız öyle tersyüz olmuş ki buna “değişen” demek, içinde bulunduğumuz vahim durumu farkında olmadan hafifletmek anlamına bile gelebilir. Hatta hafifletmekten öte “küçümsemek” anlamı dahi çıkabilir.

Peki, yukarıda tanımlamaya çalıştığımız ve içinde bulunduğumuz bilişim çağında gayet masumane teknolojik bir gelişim gibi duran sosyal medya uygulamaları mahremiyet algımızı neden ve nasıl dönüştürüyor?

Algı biçimimizin oluşmasındaki şeytan unsuru

İnsanlardaki tecessüs duygusunu ilk olarak keşfeden ve bunu harekete geçirmek için onu yasağı çiğnemeye teşvik ederek sonunda ikna eden kimdi, hatırladınız mı? Hatırlayamayanlar için küçük bir ipucu verelim. Kur’ân-ı Kerim, bu ikna olayı sonrasını şöyle anlatır: “(…) Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhâl üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar.” (Diyanet Meali)

Evet, yaklaşılması menedilmiş ağacın meyvesinden yeme konusunda ikna ederek Hazreti Âdem ile eşini yasağı çiğnemeye ikna eden, şeytandı. Dolayısıyla insandaki merak duygusunu ilk keşfeden de oydu. Yine Kur’ân-ı Kerim’den öğrendiğimize göre şeytan, insanı, yasağı çiğnerse melek olabileceği ve sonsuza kadar yaşayabileceğini söyleyerek ikna etmişti (Araf, 20). Üstelik dediğine göre o, bizim iyiliğimizi istiyordu (Araf, 21).

Hazreti Âdem ve eşi, yasağı çiğnemekle ne yapmış oldu peki? Belki de her şey o zaman başladı. Bugün bizim gelecek ile ilgili duyduğumuz kaotik kaygılarımızın temelini o merak duygusunun yasak emr-i İlâhisine galip gelmesi oluşturuyor belki de. Yeterince hülâsa etmiş olsaydı Hazreti Âdem’in düşünce dünyasında Allah’ın sözünün galip gelmesi gerekmez miydi? Gerekirdi elbette ama o zaman da biz bilişim çağının ahtapot gibi benliğimizi saran zehirli kollarından kurtulmak için ne yapabileceğimizi oturup konuşuyor olmazdık. Peki, Âdem (as) şeytanın sözleri ile Hakk Teâlâ’nın İlâhî emrini yeterince analiz etmeden, düşünüp tartmadan verdiği kararla ne yapmış oldu?

Ne yapmış oldu? Aslında çok şey yapmış oldu ama yaptıkları içinden sadece konumuzla alâkalı olduğunu düşündüğümüz kısımlara yer verelim…

Bir kere bireyselliğini keşfetmiş oldu. Birey olarak yanlış da olsa karar verme özelliği olduğunu anladı. Yine Kur’ân’ın ifadesiyle, bir iki paragraf yukarıda zikrettiğimiz gibi, Hazreti Âdem ve eşi, “mahremiyet” duygusunu keşfettiler. Bu olay aynı zamanda insanın ilk utancının ve ilk pişmanlığının somut göstergesi oldu. Aynı zamanda Hazreti Âdem, çiğnediği yasakla birlikte görünür olmak, varlığını ispat etmek, edilgenlikten kurtulup etken hâle gelmek, irade göstermek, aktif bir varlık durumuna geçmek gibi hususları da bir anda görmüş oldu. Bütün bunlarla birlikte, aslında tam da konumuzla bağlantı olabilecek bir şey daha yapmış oldu Âdem (as): Kendini başkalarına beğendirme, başkaları nezdinde kabul görme duygusunu ortaya çıkarmış oldu.

Hazreti Âdem, şeytana, “Senin beni düşünmene gerek yok, senin nasihatlerine de ihtiyacım yok” diyerek onun teklifini geri çevirebilirdi; üstelik ortada ciddî bir yasak varken… Ama etmedi. Belki de onun dediğini yaparak onun tarafından görülme, onaylanma, hatta takdir edilme ihtiyacı hissetti. Takdir, beğeni ve onaylanma ihtiyacı, günümüz sosyal hayatı içinde insanların en çok ihtiyaç hissettiği duygular değil mi zaten? Günümüzün en muteber insanları sosyal medyada en çok beğeni toplayanları değil mi? Siz, biz, onlar, hepimiz; paylaşımlarımızın beğeni adedince mutlu olmuyor muyuz?

Ne kadar çok beğeni, o kadar çok mutluluk! Ya da tam tersi… Paylaşımlarımızın beğenilmemesi demoralize etmiyor mu bizleri? Bunun için takipçilerine küsenlerimizin haddi hesabı yok.

Yaklaşılması menedilmiş ağacın meyvesinden yeme konusunda ikna ederek Hazreti Âdem ile eşini yasağı çiğnemeye ikna eden, şeytandı. Dolayısıyla insandaki merak duygusunu ilk keşfeden de oydu.

Şöyle bir düşünelim: Bir şeyler yapmaya hazırlandığımızda teşvik için bizi en çok etkileyen, tabiri caiz ise gaza getiren olumlama cümleleri nelerdir? Meselâ, “Başarabilirsin”, “Bu konuda sana güveniyorum”, “Çok yeteneklisin”, “Harika gidiyorsun” vesaire. Aynı telkinlerin devamında söyleneni yaptığımız durumda bizleri ödül olarak nelerin beklediği de söylenir. Hayâllerimize kavuşuruz meselâ. Umutlarımızla buluşuruz… Evet, biz insanlar biraz da teşvikçimize kendimizi ispatlamak için girmez miyiz yarışa? Bunlar kimi zaman annemiz, kimi zaman babamız, bazen öğretmenimiz, arkadaşımız olur. Başarıyı kendimizden ziyade çoğu zaman onlar için isteriz ve başardığımızda biliriz ki onların övgüsüne mazhar olacağız, gururlanacağız, kıvanç duyacağız. İşte belki de şeytan, Hazreti Âdem’in bu yönünü keşfederek onun psikolojisine oynadı, zayıf noktasını yakaladı ve plânını devreye soktu.

Şeytan yanılmamıştı; oyununu oynadı ve kazandı. Her oyunda bir kazanan, bir de kaybeden olduğu gibi, bu oyunun kaybedeni de Hazreti Âdem oldu. Ama maalesef insan “unutkan” (Taha, 115) bir varlıktı; o nedenle biz çoktan unuttuk yuttuğumuz zokayı ve o gün bu gündür hâlâ başkaları nezdinde var olmanın, toplum içinde görünür olmanın, yaşam biçimimizle üstünlük kurmanın (Hazreti Âdem’in melek olacağına inanması gibi) derdiyle hayatımıza yön vermeye çalışıyoruz. Üstelik bunu da gayet normalmiş, gayet hayatımızın bir parçasıymış gibi teknolojiye egemen güçlerin geliştirip önümüze sundukları teşhir kültürüyle yapıyoruz. Mahrem kalması gereken bütün alanlarımızı mahrem kalması gereken duygularımızla harmanlayıp insanlığın hizmetine (!) sunuyoruz her gün. Yediklerimiz, içtiklerimiz, giydiklerimiz, hatta ibadetlerimiz bile bu “görülme” duygusuna çoktan kurban verilmiş durumda. Büyük Çamlıca Camiî’nde rastladığım yetmiş, yetmiş beş yaşlarındaki bir kadının torunlarına söyledikleri, bu kör gidişin yaş, cinsiyet, kültür, din ayrımı yapmadığının da göstergesi oldu adeta.

Bir sağa, bir sola yatarak zorlukla yürüyen kadın, camiden çıkarken kollarından tutarak yürümesine yardımcı olan ve torunları olduğunu düşündüğüm gençlere şöyle diyordu: “O çektiklerinizi şeye koyun da görsünler…”

“Şey”den kastının sosyal medya platformlarından biri olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Yaşı ya da fiziksel durumu gereği yeterince verimli ve aktif olarak kullanamadığı sosyal medyayı başkaları aracılığı ile de olsa kullanmaktan geri durmadığı ortadaydı. Üstelik acelesi de vardı; çünkü henüz camiden çıkmamışlardı bile. “Görsünler” kısmı ise malûm konumuzun Hazreti Âdem’den beri ana meselesi. Artık paylaşmadığımız neyin kaldığı sorusunu sorduğumuzda sanırım alacağımız cevap sanrım “Hiç” olacaktır.

Yasak meyve hususundaki İlâhî emrin şeytanın iknası sonucu ihlâl edilmesiyle ortaya çıkan var olma güdüsü ve buna bağlı olarak keşfedilen mahremiyet duygusu, sonraki (geçen zaman konusunda rakam veremiyoruz) yıllarda nasıl şekillendi, bilmiyoruz. Yani insanoğlunun yazılı tarihin başladığı zamanlara kadarki dönemde mahremiyet konusunun nasıl geliştiği hakkında bilgimiz yok. Fakat mahremiyetin fıtrattan bağımsız olmadığı düşünüldüğünde, özellikle toplumsal kuralları dizayn eden ve insanlıkla birlikte var olan dinin/dinlerin bu hususta da kurallar getirdiğini düşünebiliriz. Yazılı tarihin başladığı dönemlerden itibaren ise mahremiyetin hem bireysel, hem de toplumsal olarak düzenlenmiş olduğunu biliyoruz. Ahlâkî anlayışlar ve dinî kurallar çerçevesinde oluşturulmuş mahremiyet, medeniyetlerin oluşum biçimini de etkilemiş bir kavramdır ki İslâm Medeniyeti de büyük oranda bu kavram üzerinde şekillenmiştir diyebiliriz.

Dolayısıyla Müslüman bir topluluk olarak mahremiyetimizi setreylemeyi, toplumsal kurallarımızı dinî çerçevede tutarak yaşamayı uzun süre başardık diyebiliriz. Çünkü mahremiyet alanlarının belirleyicisinin kültür olduğu ve bireyden bireye, toplumdan topluma değişiklik gösterebileceği varsayımı yanlış olmamakla birlikte, ülkemizde (önceden kalmış ve uygulama zorunluluğu ortadan kalkmış bir gelenek hâlini almış olsa da) olduğu gibi gündelik yaşantısının bir kısmında dinî esas alan toplumlarda ise mahremiyetin belirleyici unsuru İlâhîdir yani dindir. Fakat şunu da yeri gelmişken belirtmek gerek ki; uzun süredir seküler yaşam tarzıyla çatışan/çelişen mahremiyet algısı, tıpkı fren vazifesi yapması gereken günah düşüncesinde olduğu gibi, çoktan zaaflarımıza kurban gitmiş durumdadır. “Yaratılmışların en şereflisi olarak tanımlanan insanın bu özelliğini koruması ve sürdürebilmesi için mahremiyetinin de sınırlarını koruması gerekmektedir” diye feryat etmenin ise şu aşamada bir faydası olmayacak gibi.

Gelenek ve mahremiyet

Yukarıda da kısmen değindiğimiz gibi, benliğimizden tutun, binalarımızı, sokaklarımızı, şehirlerimizi sahip olduğumuz mahremiyet duygusunun etkisiyle dizayn ettiğimiz yüzyıllarımız oldu. Bakışlarımızı bile sahip olduğumuz mahremiyet duygusu şekillendirdi bir zamanlar. “İnsan ilişkilerimiz, sosyal reaksiyonlarımız hep bu kavram etrafında oluşmuştu yakın zamanlara kadar” dersek abartmış olmayız.

“A benim bahtı yârim/ Gönlümün tahtı yârim/ Gözünde göz izi var/ Sana kim baktı yârim”... Eminim bu maniyi hatırlayanlarınız vardır. Genç olanlarımız hatırlamayabilir ama yaşı ellinin üzerinde olan okuyucuların çoğu hatırlayacaktır. Edebiyat derslerinde şiir çözümlemeleri için örnek metin olarak ders kitaplarında yer alır ve öğrenciler “Şair burada ne demek istemiş?” klasik sorusuyla bu maniyi/türküyü değerlendirmeye çalışırlardı. Gözünde göz izi olmasının bile mahremiyet sınırlarının ihlâli olarak değerlendirilen ve türkülere, manilere konu edilen toplumsal mahremiyet sınırının ne derece aşıldığını varın, siz hesap edin. Gözünde göz izi olmasına dayanamayan âşıktan, sevgilisinin pozlarını (o pozların ne tür pozlar olduğunu haydi ben söylemeyeyim ama siz anlayın) her gün sosyal mecralardan boy boy yayınlayıp kaşına gözüne, boyuna posuna methiyeler dizilen yorumlara da teşekkür etmeyi ihmâl etmeyen “maço”lara doğru level atladık(!).

Duyduğunuzda şaşırır mısınız bilmem ama paylaşılan fotoğraflar yeterli “tık” almadığında, daha çok beğeni alabilecek başka (ve daha güzel) sevgili arayışına iten bir garip anlayış doğurdu bu sosyal medya maalesef.

Tabiî sadece bu kadar da değil. Mimarî olarak mekânsal mahremiyetimizin ihlâl ediliyor olması göz önünde bulundurulmadan, birçok konuda olduğu gibi bu hususta da Batı’ya angaje yapılaşma sürdürüldü uzun yıllar boyunca. Cumhuriyet sonrası seküler yaşamın özendirilerek popüler hâle getirilmeye başlandığı, özendirilemediği durumlarda ise insanların seküler yaşamaya zorlandığı yıllar yaşadık toplum olarak. Giyim tarzımızdan yeme içme alışkanlıklarımıza kadar bütün bir yaşam biçimimiz modernize edilmeye, Batı’ya entegre edilmeye çalışıldı. Hâl böyle olunca, genelde bahçeli, iki katlı, cumbalı evlerden kibrit kutusu gibi üst üste bina edilmiş dairelerden müteşekkil apartman kültürüne geçiş yaptık. Şimdilerde sorsanız büyük çoğunluğunun bilemeyeceği, hatta hayret edeceği, (bence mahremiyeti simgeleyen en iyi örnekler olan) cumbalarında “Kim geldi?” penceresi olan, kapılarında kadın için ayrı, erkek için ayrı tokmakların olduğu evlerden, mahallelerden, kimsenin kimseyi tanımadığı, bencilliğin/bireyselliğin öncelendiği yoz bir kültüre evrildik.

“Bugün sosyal medyanın bunca rağbet görmesinin, revaç bulmasının nedenlerinden biri de apartmanlara çekilerek gittikçe küçülen, minimize edilen aile yapısının geldiği bireysel yaşam biçiminin kaçınılmaz sonucudur” diyebiliriz.

Eskilerden söz açılmışken, günümüz öncesi mahremiyet algısına örnek teşkil edecek şu örneği de hatırlatmadan geçemeyeceğim: Yukarıda birkaç özelliğinden bahsetmeye çalıştığımız evlerde, yeni gelinlerin ailenin büyükleri ile muhatap olduklarında uyguladıkları bir gelenek vardı. “Yaşmak geleneği”... Genç gelinler evin özellikle erkek büyükleri ile muhatap olmak zorunda kaldıklarında yazmalarının kenarıyla ağızlarını kapatır ve seslerini alçaltarak konuşurlardı. Artık çok eskide kalmış bu uygulama, bazıları tarafından bireysel özgürlükler açısından eleştirilebilir; yalnız şu da gözden uzak tutulmamalıdır ki, aştığınız her sınır, aynı zamanda geri dönülmez tahribat oluşturmuş demektir.

Sınırları bir kere aşmış olmanın hazzını yaşamaya başlamışsanız, artık sınırları aşarak yaşamak, yaşam biçiminiz hâline dönüşmektedir. Eğer bir noktada durdurulmazsa, sınırsız ve sorumsuz bir yaşamın bizi nereye götüreceğini kimse kestiremez. Evet, şimdilerde hiçbir gelin bildiğim kadarıyla Anadolu’nun hiçbir yöresinde yaşmak kullanmıyor ama onların yerine kayınpederine sosyal medyadan elindeki kadehle selâm gönderenler mevcut.


Değişen mahremiyet algısı

Toplumsal etkileşim merkezi artık sosyal medya. Siyaset, ticaret, bilumum algı çalışmaları bu alanlar üzerinden dönüyor ve neredeyse bütün plânlamalar bu mecralar üzerinden yapılıyor. Dolayısıyla yıkım plânları da öyle. İnsanlardaki teşhir ve beğeni duyguları üzerine oynayarak cazip hâle getirilen bu alan asla masum değil. Özellikle bizim gibi kapalı ve din ağırlıklı yaşayan toplumların bütün inanç sistemini altüst etmeye yönelik kurgulanan plân, maalesef bizim de gönüllü oyunculuğumuz sayesinde tıkır tıkır işliyor.

O gün insanı yoldan çıkarmayı başaran şeytanı temsil ettiğini düşündüğümüz Batı’nın manipülasyonlarına hız kesmeden devam ettiği muhakkak. İnsanlığın gelişimi ve hayatını kolaylaştırıcı bir yapı olması gereken teknolojiyi, teknoloji içindeki bazı sosyal yapıları, özellikle de küresel kötülük düşünen hegemoniklerin Müslüman ülkelerdeki ahlâkî yozlaşma için kullandıklarını gözlemliyoruz.

Batı’nın janjanlayıp önümüze sunduğu yaşam algısını uygulamaya gönüllü olan ve içinde dinî hassasiyetlerimizi de barındıran geleneğimize sırt dönmüş bizler, sokaktaki insan için perdelerimizi sıkı sıkıya kapatıp sosyal medyadaki insanlar için sonuna kadar ekranlarımızı açtığımız bir paradoksu yaşıyoruz. Daha çok “tık”, daha çok “beğeni” için neredeyse bütün değerlerimizden, bütün kutsallarımızdan, bütün sevdiklerimizden vazgeçmeye hazır hâldeyiz. Bütün varlığımızı bu uğurda kullanmak için can atıyoruz ki buna çocuklarımız da dâhil. En masumu, çocuklarımızın sözde başarılarını paylaşmak. Bu bile çocuklarımız üzerinden kendimize paye çıkarmaya yöneliktir aslında. Çocuklarımızın başarısıyla övünme, onun kazandığı sınavı ya da okulu lanse etme gayreti, aslında bizim kendimizi sosyal medyadaki çevremize gösterme ve çocuğumuz üzerinden prim kasma gayretidir. Çocuklarımızı bu hastalığa alet etmiş olmak da ayrı bir zavallılık ve psikolojik tahlil gerektiren bir durumdur aslında.

Çocuklarının fizikî özelliklerinden ya da okul başarılarından tabiri caizse nemalananlar bir yana, hastane fotoğrafları paylaşarak hastalıklarından tık ya da beğeni devşirmeye çalışanlar, kolunda serum şişesiyle aslında bulundukları o serviste değil, psikiyatri servisinde yatmaları gerektiğini düşündürüyor insana. Sosyal medyanın mahremiyet algımızı tersyüz eden bu cazibesi nereden geliyor? Bizim ilk sınavımızı kaybetmemize sebep olan şeytan, içimizden hiç çıkmadı.

Dahası var!

Bir fotoğraf düşüyor önünüze altında şöyle bir notla: “Güzel kızlarımla deniz keyfi…”

Bu ruh hâlini anlamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Kızlarının çıplak fotoğrafını paylaşan babanın kaç beğeni aldığında mutmain olacağını merak ediyorum doğrusu. Ya da yeterli beğeni gelmediğinde kızlarının çirkin olduğunu mu düşünecektir? “İşte benim güzel kızlarım” cümlesiyle paylaşılan fotoğrafın canlısını Taksim Meydanı’nda gerçekleştirdiğini düşündüğünüzde yaşanacak felâketin boyutunu tahmin edebiliyorsunuzdur. En hafifiyle “namus” kavramı, ortaya çıkacak kaosun ana temasını oluşturacaktır. Ne diyordu Ahmet Kaya şarkısında: “Bu ne yaman çelişki anne?!”

Sayfayı aşağı kaydırıyorsunuz biraz, başka bir paylaşım çarpıyor gözünüze bütün sakilliği ile: “Güzel karıcığım, evlilik yıldönümümüz kutlu olsun. Nice on beşinci yıllara. Seni çok seviyorum. İyi ki benim karımsın.”

Evet, ben de gördüğümde çok gülmüştüm ama ağlanacak hâlimize mi gülüyoruz acaba? Bir insan yanı başındaki birinin, üstelik kendisi için en kıymetlisi olduğunu söylediği birinin doğum gününü yanı başındakine söylemek yerine neden bütün dünyaya ilân etme gereği duyar ki? Mantık aramak boşuna, biliyorum. Bu, psikoloji biliminin konusu.

Mükellef bir sofra fotoğrafı, mekânsa ev. Kimmiş sofradakiler? “Eski komşularımız gelmiş, iyi ki gelmiş.” Komşu eski ama tabak çanak, perdeler yeni… Misafirleri perdenin önüne dizmenizden belli. Yemeklerle ilgili beğenileri aldık, yeterince “Ellerine sağlık, muhteşem görünüyor” yorumları da aldık; bütün yorgunluğumuz gitti, mutlu mesut uyuyabiliriz bu gece. Ertesi gün bir sonraki paylaşımın kurgusuna geçebiliriz.

Başka bir fotoğraf… Kolunda serum şişesi ile bir hastanenin acilinden bildiriyor bir abimiz: “Önemli olan sağlıkmış, bunu çok iyi anladım.” Yahu alt tarafı biraz şekerin yükselmiş. Zaten Türkiye’de her üç kişiden biri şeker hastası. Bunun için sayfayı niye meşgul ediyorsun? Bir de öğüt veriyor “Sağlık her şeyin başı, sağlığınızla oynamayın” diye. Beğeni duygusu, beğenilme arzusunun insanları getirdiği nokta burası. Beklentilerinin karşılanmadığını gördüğünde ise farklı bir psikoloji içine girebiliyor. Akrabasına, arkadaşına gönül koyabiliyor, küsebiliyor.

Modeli, markası belli olsun diye yanında durularak çekilmiş bir araç fotoğrafı: “Bu da bizim hanemize hayırlı olsun.” Attın havanı, olsun bakalım… Bakalım bu eski model arabaya kaç beğeni gelecek? Bence beklentini yükseltme, bu araca çok fazla beğeni gelmez. Hayâl kırıklığına uğrarsın da, alimallah, sosyal medyayı terk edersin. Sonra biz sensiz ne yaparız buralarda?

Her gün paylaşılan bunlara benzer yüzlerce fotoğraf… Seksen beş milyon olarak topyekûn psikolojik testten geçmeliyiz gibi geliyor bana. Gizli kalması gereken, paylaşmaktan ar etmemiz gereken o kadar çok hususu uluorta sergiler hâle geldik ki insanın geldiğimiz bu noktaya inanası gelmiyor. Modernizmin baskıcı ruhu sosyal medya silahıyla öylesine ikna etmiş ki bizi, artık hiçbir ahlâkî norm tanımaz olmuşuz.

Sosyal medya aracılığı ile tersyüz edilen mahremiyet algımızın etkilediği bir alan da “başörtüsü”. Sosyal medya üzerinden yüklenen seküler yaşamın baskıcı ruhu, kendini bu alanda da göstererek tesettür anlayışını dönüştürmüş durumda. Bu mecralarda diğerleriyle yoğun etkileşim içine giren başörtülü gençler, sosyal medyanın oluşturduğu kendine özgü kültür içinde yer bulma, kabul görme kaygısı taşımaya başlıyorlar ve “Görüntümüze bakmayın, aslında sizden farklı değiliz” demeye çalışan bir yaşam biçimi oluşturuyorlar. Bu da onların üzerindeki tesettürü bir müddet sonra anlamsız hâle getiriyor. Yakın zamanda, bir nesil öncesi verilen başörtüsü mücadelesi bugünlerde verilseydi acaba adı ne olurdu? Çünkü “başörtüsü” sadece kavram olarak kalmış durumda ve artık başı örten bir nesne olmaktan çıkmış, yerini daha modern, seküler yaşam biçimine doğru kayan, tavizkâr bir örtü almış.

Örtümüz mahremimizi örtemiyorsa, adının örtü olmasının da bir anlamının kalmadığını görmek oldukça üzücü. Maalesef başörtüsünün başörtü olmaktan çıktığı, tesettürün setretmekten aciz kaldığı bir noktaya geldik.

Sosyal medyanın kişisel mahremiyet algısını tersyüz etmesinin nedenlerinden biri de özellikle günümüzün popüler kişilikleri hâline gelen sosyal medya fenomenlerini takip ve taklit isteğidir. Görünür ve yaptığı her eylemi meşru kabul edilen fenomenlerin geleneksel, dinî, ahlâkî hiçbir kural tanımaz tutumları takipçileri tarafından sorgulanmadan içselleştirilmekte ve kabul görmektedir. “Youtube’de seyircilerden birinin babasına küfür eden fenomene, küfür edilen babanın kızıyla birlikte bütün seyircinin gülmesi, bu konuda gelinen dehşetin boyutunu sergilemeye yeterlidir sanıyorum” demeden önce, gündüz kuşağı televizyon programlarına değinmeden geçmemek gerek.

Televizyon her ne kadar sosyal medya kavramının ötesinde ise de mevcut kanalların haber yoğunluğunu artıran, özellikle de gündüz kuşağı programlarının içeriğini oluşturan, genelde sosyal medya kaynaklı olaylar olmaktadır. Sosyal medyada tanışmış sonrasında dolandırılmış; sosyal mecralarda tanışıp evlenmiş ama kandırılmış; sosyal medya aracılığı ile tanışmış sonrasında eşini bırakıp tanıştığı adama kaçmış vesaire. Her gün üç dört kanal birden bu tür olayları çözmekle meşgul. Detayına girmeden söyleyelim; daha çok kişisel ve aile mahremiyetinin bütün çıplaklığı ve daha çok da çarpıklığı ile ortaya döküldüğü, kişisel ilişkilerin hiçbir ahlâkî, dinî ve örfî kurala uymadığının görüldüğü, “Bu olaylar Müslüman bir toplumda mı yaşanıyor?” diye hayrete düşüren bu programlara konuk olan şahısların büyük çoğunluğunun sosyal medya aracılığı ile tanışmış olduğunu görüyoruz. Hiçbir mahremiyet duygusunun ve kaygısının olmadığı apaçık görünen şahısların kimliklerinin sözde Müslüman olması ve bu çarpık ötesi ilişkilerin bu toplumda yaşanıyor olması da ayrıca esef verici bir durum.

Sosyal medyanın kişisel mahremiyet algısını tersyüz etmesinin nedenlerinden biri de özellikle günümüzün popüler kişilikleri hâline gelen sosyal medya fenomenlerini takip ve taklit isteğidir.

Mahremiyet

Bazı kavramların, ihtiva ettiği hususî anlam ve hâkim olduğu alan itibariyle kimlikleri, buna bağlı olarak da kişilikleri olduğunu düşündüğünüz olmuş mudur? Bir insanı, hatta toplumları sosyolojik anlamda nasıl dizayn ediyor, yeri geliyor ve dejenere ediyor, hatta mental olarak işgal edip dönüştürüyor. Bu çetin mücadeleye “kavramların savaşları” dense yeridir. Savaşı kaybeden kavramlar işlevsiz kalınca yavaş yavaş hayatımızdan çıkıp gider, hayat boşluk kabul etmediği için de yerini çağın ya da modernizmin dayattığı kavramlara bırakır. Biz yeni kavramlara hayatımızın her alanında farkında olarak ya da olmayarak yeni yerler açmaya başladığımızda, bizi biz yapan değerlerimizin de hayatımızdan, daha kötüsü kalbimizden çıkıp çoktan gittiğine şahit oluruz.

Geriye dönüp bakalım, bir muhasebe yapalım; bu şekilde şu yakın zamana kadar nice kavramlar yitirmişiz. Size de acı verecek mi bilmiyorum ama yitirdiğimiz ve bana acı veren kavramlarımızdan biri de sanırım bu gidişle “mahremiyet” olacak!

Neydi mahremiyet? Bir daha düşünelim, bir daha cevaplayalım içimizde kopan fırtına eşliğinde…

Hülâsa

Toparlayacak olursak… Şöyle bir mısra karalamıştım bir şiirimde: “Âdem’in pişmanlığına yetmiyor incir yaprakları/ Metropoller doğuyor Havva’nın utancından…”

O günün pişmanlığı fayda vermedi sahibine. O günün utancını taşıyoruz kalbimizde hâlâ ur gibi. Hazreti Âdem ile başlayan bir hikâyemiz var bizim ve o hikâyenin en başında da kaybettiğimiz bir imtihan, bir yenilgi… Var olmaya çalışırken görülme, takdir ve onaylanma ihtiyacı ve en çok da var olanla yetinmeme hırsı şimdilerde neredeyse bütün insanlığı sosyal medya maymunu hâline getirmiş durumda.

Bireysel ve kurumsal bazda yoğun şekilde kullanılan sosyal platformlar ticaretten siyasete kadar hemen her alanda etkisini her geçen gün artırmaktadır ve buldozer gibi önüne çıkan bütün değerleri yerle bir eden bir etkiye sahiptir. Sosyal medyada yoksak hem birey olarak, hem ekonomik, hem siyâsî olarak yok sayıldığımız bir dünyada yaşamaktayız. Dijital çağın dayattığı görünme duygusunun dayanılmaz cazibesi maalesef mahremiyet duygusunun sınırlarının aşılmasına neden oldu. Özellikle bireysel ve mekânsal mahremiyetin sınırlarının çoktan tahrip edildiği, taklide dayalı tahrifatın geriye dönülmez boyutlara ulaştığı görülmektedir. Sözde Müslüman kimliğimizin nerelere evrildiğini, Müslüman mahremiyetinin dinî kimlikten çoktan uzaklaştığını, modernizmin sosyal medya eliyle nasıl dönüştürdüğüne her gün şahit olmaktayız.

Emr-i İlâhiye uyduğumuz dönemlerde yakaladığımız ivme hem kişisel, hem sosyal hayatımızda kurduğumuz rızay-ı İlâhiye uygun düzen yakın zamandaki birtakım zorlamalarla bozuldu. Önceleri dayatma hâlinde hayatımıza sokulan Batı merkezli yaşam biçiminin sonraları yavaş yavaş gönüllüsü olduk. Her geçen nesilde modernizmin biraz daha kabulüne karşın geleneğin dışlanması sonucu geleneği oluşturan dinî ve ahlâkî değerlerimiz ya unutuldu ya da sulandırılarak işlevsel hâle getirildi. Yerini ise bugünlerde neredeyse bütün hayatımıza egemen olan, ne olduğu belirsiz, hiçbir kutsal değeri olmayan sosyal medya kaynaklı bir kültür doldurdu.

Üstat Arif Nihat Asya bir şiirinde şöyle demişti: “Bize bir nazar oldu/ Cuma’mız Pazar oldu/ Ne olduysa bize, azar azar oldu.”

Azar azar oldu ve biz şimdilerde sosyal medya denilen akrebin kıskacında gönüllü avlar olarak hâlimizden hiç şikâyet etmeden Cennet düşleyen Müslümanlar hâline geldik. Üstat, azar azar olan şeyin şimdilerde geri döndürülemez tahribatlara sebep olduğu gerçeği ile yüzleşse ne derdi bilinmez.


Şort kavgası

Küçük bir anlatı ile başladığımız yazımızı yine konuyla çok yakından alâkalı olduğunu düşündüğüm başka bir olaya şahitliğimle bitirelim istiyorum.

Tarih itibariyle aşağıdaki olay girişteki mevzudan daha önce yaşanmıştı ama o beş metre kalınlığındaki kale duvarını içeriden delerek yarısına kadar giren top mermisini gördükten sonra zihnim otomatik olarak ikisini birbirine bağlayıverdi.

Her gün işe, evimin yakınında bulunan bir parktan geçerek giderim. Zaman zaman dinlenmek, vaktimi kitap okuyarak geçirmek için de uğradığım bu parkın koyu gölgeli ağaçlarını seviyorum. İnsana huzur veren bir yanı var yaz kış yeşil kalan bu ağaçların. Sadece insanın ruhunu serinleten ağaçlarını değil, ortasındaki göleti, her adımda beni selâmlayan ve şehirden uzakta bir ormandaymış hissi veren, ortamı şenlendiren kuş seslerini de seviyorum. Metro durağına ulaşmak için boydan boya yürüdüğüm parkı süsleyen iri gövdeli ağaçların diplerine, yürüme yollarının yanlarına yerleştirilmiş banklar bulunuyor. Sabahın erken vakitlerinde bu banklarda oturup şakalaşan öğrencilere, muhabbet eden gençlere, hatta bir kenara ilişip poğaça ve karşıdaki büfeden karton bardakla aldığı çayla kahvaltısını yapan insanlara neredeyse her gün rastlarım. Yanlarından geçerken gençlerin galiz şakaları, absürt konuşmaları, anlamsız günlük plânlarına çokça şahit olan kulaklarım o gün çok farklı bir cümle duyunca dikkat kesildi. “Annem pek karışmaz ama babam beni böyle görse öldürür kızım, eve bile almaz” diyordu arkadaşına. Öldürdükten sonra eve almasının bir mantığı yoktu zaten de, mesele cümlenin bozukluğu değildi. Babasının kızabileceği, kendisinin uğrunda ölmeyi göze aldığı kılık neydi? Babasının görmekten hoşlanmayacağını bildiği davranışı neydi, merak etmiştim.

Merak etmiştim etmesine ama tecessüsümü içime gömüp yoluma devam ettim yine de. Sonuçta mahrem bir söze şahit olmuştu kulaklarım. Çocuğun sözlerini gayr-i ihtiyari duymuştum ama duyuşumu bilinçli bir davranışa dönüştürmek istemiyordum. Yürürken adımlarım yavaşladı birden. Galiba merakıma yenilecektim. Üç beş adım geçtikten sonra arkama dönüp baktım. Yaşlarını tahmin etmek çok zor olmasa gerekti. Ortaokul çağlarında iki kız çocuğuydu. Biri başörtülü, diğeri açık. Konuşan, başı açık olandı. Bir yandan yakalanması hâlinde evdeki durum ile ilgili arkadaşına malûmat veriyor, bir yandan da çantasına bir şeyler tıkıştırıyordu. Dönüp yoluma gittim. Babasının neden o kadar çok kızabileceğini hâlâ anlayamamıştım.

Duyacaklarım bitmemiş olsa gerek ki metroya benim peşimden son anda atlayan gençleri seslerinden tanıdım. Hemen arkamdalardı. Üstelik konu aynıydı: “Babam çok kızar.”

Ama babasının kızmasının umurunda olmadığını söylüyordu, artık büyümüştü. Erkek arkadaşı konusunda ikna etmişti, bu konuda da edeceğinden emindi. Babasıyla ahlâk savaşına girmiş bu cengâver de kimdi? Nasıl kazanacaktı savaşı? Silahı neydi? Nasıl bir zırh kuşanmıştı?  

Dayanamadım, dönüp baktım çocuklara doğru. Ben onlara doğru döndüğümde, parkta boydan çektirdiği şortlu fotoğrafını sosyal medyada paylaşmakla meşguldü. Bir yandan da, “İlk beğenen Enes olmazsa onun kafasını koparırım” diyordu arkadaşına.

Konuşmalarından, az önce çantasına tıkıştırdığının etek olduğunu anladım. Bir yandan konuşarak arkadaşını da kendisi gibi yapmaya ikna etmeye çalışıyor, bir yandan da tişörtünün eteğini geriye doğru katlamaya çabalıyordu. Göbeğini neredeyse bir karış açıkta bırakacak kadar katladıktan sonra arkadaşına sordu yeterli olup olmadığını: “Kızım sen de yapsana (kelimenin sonundaki “a” uzun söylenecek), kim görecek?”

Neydi mahremiyet?

Başımı kaldırıp etrafıma baktım, neredeyse vagondaki herkes elindeki küçük ekrana kilitlenmiş, muhtemelen kendi mahremiyet sınırlarını gönüllü olarak ihlâl etmiş binlerce insanın paylaşımını büyük bir keyifle izliyordu. Ama kimsenin bir şey duyduğu, kimsenin bir şey gördüğü yoktu.

Çanakkale Deniz Savaşları esnasında İngilizlerin göz bebeği Quenn gemisinden atılan ve surlara içeriden saplanmış o top mermisinin nedense zaman içinde başka bir şeylere dönüştüğü ve hâlâ işlevsel olduğu kanaatine vardım. Zihnimiz çoktan işgal edilmiş durumda. Teknolojiye ve teknolojinin oluşturduğu kültüre egemen dünyanın sosyal medya aracılığı ile bize attığı gollerin haddi hesabı yok, evet. Futbol jargonuyla söyleyecek olursak, bu maç buradan döner mi bilmiyorum ama bildiğim bir şey var, o da hâlimiz bu iken “Önümüzdeki maçlara bakacağız” geçiştirmesi yapamayacağımız.

Savaş ne zaman kaybedilmiş oluyordu? Rahmetli Aliya’nın cevabını toplum olarak bir kere daha düşünelim isterseniz. Yeterince benzemedik mi düşmana?