Bir İstanbul tahkiyesi

Nice medeniyetler, medeniyetleri taşıyan nice topraklar, bu toprakları anlatan bir dolu isimler ve isimleri benimseyen kitle kitle nesiller vardır. Fakat hiçbiri, İstanbul kadar Batı’nın çöküşünü, İstanbul kadar Doğu’nun egemenliğini ve İslâm geleneğinin yerleşik varlığını anlatmaz.

SESSİZ, puslu bir İstanbul günü... Konstantinopolis düşmüş, Tanrı’nın lâneti (Bizanslıların deyimiyle) Hıristiyan âleminin gözde şehrini, Allah’ın lütfuyla bir Müslüman başkentine dönüştürmüştü.

Şehrin yeniden inşâsı için akın akın ustalar, zanaatkârlar getirilmiş, yerleşik gayr-i Müslimlere geniş ve esnek yaşam alanları tanınmıştı. Ayasofya daha en başında İkinci Mehmed’in emriyle camiye çevrilmiş, tüm şehir boyunca ikonlar ve putlar yok edilmişti.

Rum tarihçi Dukas’ın İstanbul Fethi’ni tanımladığı şu sözler, şehrin gelecek kuşaklar boyu İslâm’ın renkleriyle donatılacağının da göstergesiydi: “Şimdi, denizlerde batmış bir gemi gibi gözden uzak...”

Ebu’l Feth, Fetihlerin Babası, İkinci Mehmed, şehrin siyâsî, mimarî ve toplumsal inşâsı için çok önemli adımları hızla ve detaycı bir yaklaşımla hayata geçirmeye başladığında, sinagoglar ve kiliseler de şehrin yapılandırılmasında yerini buldu. İşte bu, kozmopolit bir başkent için can suyu denilebilecek nispette önemli bir adımdı. Fâtih’in İstanbul’a kazandırdığı en önemli üç kavramı şöyle sıralayabiliriz:

1. Fetih… 2. İnşâ… 3. Yönetim…

Bir şehri almak...

Bir şehri almak, onun bekâsını sağlam temeller üzerine kurmakla mümkün olacaktı. Gayr-i Müslimlerin yaşam ve inanç hürriyetlerini bu kadar geniş bir perspektifte ele alabilmek, İslâm’ın insanda örgütlediği hoşgörü ve merhamet duygularını bir şehrin tarihine işlemek, yüzyıllar sonra bile kent kimliğinin değişmez bir parçası olarak tam kalbine zerk etmek, Fâtih Sultan Mehmed’in savaş ve fetih dehâsına, daha toplumsal ve arketip bir düzen inşâ etmek kabiliyetini de katmış bulunuyordu.

İşte bugün, tam da tarihî değerlerin kaybından endişe duyulan, geleneksel zâviyenin dışlanmaya/ötelenmeye çalışıldığı, Batı tipi yaşam ritüellerinin İslâmî gelenek üzerine zorbaca giydirilmeye çabalandığı bu çağda İstanbul, 1453’te kuşandığı anlayış, hoşgörü ve birlik karakteriyle güçlü bir direniş gösterebiliyor.

İstanbul’un bu örfî ve tarih yüklü direniş melekesi, sirâyet ede ede, önce ülkenin tüm direnç noktalarına aktarılıyor. Buradan da tüm İslâm medeniyetlerine tekrar tekrar “Ayağa kalk!” çağrısını fısıldıyor. 

İşte bir şehri fethetmek, topraklarını ve mülklerini bir imparatorluğun sınırları dâhiline katmaktan çok daha fazlasıydı.

O gün Fâtih Sultan Mehmed, şehrin toplumsal ve mimarî kurgusunu tek tip bir yönetimle baskılamış olsaydı; biz de bugün, İstanbul’un düşüşüne yas tutan Dukas’ın duygularıyla hemhâl olmaktan kurtulamayacaktık.

Şehirler fethedildiğinde nasıl yönetilecekleri, nasıl bir düzen kurulacağı ve ne kadar derin hassasiyetlerle yaşam haklarının belirleneceği, günün refah seviyesine etki ettiğinden daha fazla, şehrin kalıcı ve yıkılmaz bir medeniyeti ne kadar ayakta tutabileceğini belirleyecektir.

Fâtih Sultan Mehmed, Haliç’teki zincirleri geçemeyince, Bizanslıların ve Cenevizlilerin kara gücüne hasar verebilecek tek yolu gemilerin karadan yürütülmesi gibi akıl üstü bir yöntemde bulmuştu... Ve dahi bu, benzeri görülmemiş fetih hareketi, yüzyıllar boyu destanlaşacak, Oryantalist tarihçilerin mısralarında, satırlarında ve dillerinde anlatıla anlatıla büyüyecekti.  

Fâtih Sultan Mehmed bir dehâydı, ama önce iman ve ahlâkın tercümesiydi aslında. Sonra bir şehrin baştan aşağı İslâm’la ve hoşgörüyle süslenmesinin yolunu gösteren bir rehberdi. Bugün gemilerin karadan yürütülmesi, şehrin can noktalarından kuşatılması ve fetih süresi boyunca her türlü askerî ve idarî teşkilâtlanma hakkında sayısız kaynak olduğu gibi, dillere pelesenk olacak kadar ve edebî metinlerde yer alacak kadar da ehemmiyet görüyor. Fakat İstanbul’un stratejik, coğrafî ve ekonomik anlamlarına karşın, İslâm ve gelenek çatısı kavramının yüzyıllardır mevcûdiyetinin nereye dayandırıldığı -öyle hakkıyla- dile getirilmiyor.

İstanbul, Bizans hâkimiyetinden kurtulup iç çıkar çatışmalarının bıraktığı tozu üstünden attığında, sıfırdan şekillendirilmesi elzem bir çıplaklıktaydı. Bu, asla şu anlama gelmez: “Bizans’ın dinî ve millî izlerinin tamamen asimile edilmesi gerekiyordu”… Öyle değildi, öyle de yapılmadı. İşte sadece bu bilgi bile -ana hatlarıyla- günümüz İstanbul’unun mânevî gücünü devam ettiren unsurdur!

Var olan sinagog ve kiliselerin İslâm’la şereflenen şehirde varlıklarını sürdürmeye devam edebilmeleri, bir medeniyet göstergesidir. Fakat yeni sinagog ve kiliselerin inşâsına izin vermek, hattâ buna davetiye çıkarmak çok daha ileri bir medeniyet seviyesinin ve öngörülü bir bakış açısının uzantısı olabilir ancak...

Buraya kadar her şey, İstanbul’un büyük ve görkemli bir İslâm başkenti olmasında göz ardı edilemez adımlardı. Tüm karşıt inanç sistemlerine ve bunların öğretisinde yaşayan yerleşik halklara bıraktığı nefes alanı, İslâmiyet’in bir hoşgörü dini olduğunu ve bunun temsilinde de İstanbul’un en güçlü aday olduğunu sembolize ediyor.

Nice medeniyetler, medeniyetleri taşıyan nice topraklar, bu toprakları anlatan bir dolu isimler ve isimleri benimseyen kitle kitle nesiller vardır. Fakat hiçbiri, İstanbul kadar Batı’nın çöküşünü, İstanbul kadar Doğu’nun egemenliğini ve İslâm geleneğinin yerleşik varlığını anlatmaz. Bu öyle bir anlatım, öyle bir tahkiyedir ki, Hıristiyan dünyası yükselişi ve yeniden doğuşu İstanbul’a gözünü diken bir hırsla ifade ederken; Doğu ve İslâm toplumları, İstanbul’un mahremiyetini ve kimliğini korumakta bulur çâreyi...

Elbette İslâm ve onun tasavvufî, geleneksel, ilâhî ve felsefî varlığı, hiçbir toprak parçasının gücüyle sembolize olamaz. Ama bu, bütün bir Doğu-Batı dünyasının bilinçaltındaki şekillenmeyi de asgarî düzeye indiremez. İslâm, ancak Allah’ın gücüyle vardır ve var olacaktır; İstanbul da ancak İslâm’la birlikte bugünkü şerefine ulaşmıştır. Fakat çok uzun yıllar ve değişen toplumlar üzerinde İstanbul’un, İslâm’ın bayrağını taşıdığı hissiyatı da bir o kadar derinlere işlemiştir.

İşte Fâtih Sultan Mehmed ve devamında Osmanlı’nın başına geçmiş tüm hükümdarlar, İstanbul mevzubahis olduğunda, uçlarda ayrışabilen ama temelde ve iskelette birbirinin devamı bir felsefeyle hareket etmiş, imar faaliyetlerinde, yönetimde ve diğer tüm uygulamalarda bahsettiğim o derin hissiyatı öncelemiştir.


Bir şehri kurmak...

(İslâm ve Kent Sentezi)

İlk kolonileşme ve şehirleşme faaliyetleri, iklimlerin amansız değişiminin sınırlandığı zamanlarda, verimli ve çeşitli imkânlarla dolu bölgelerde başladı. Sonra toplumların karakteriyle ve inançlarıyla bağdaşan şehir grupları, tarih boyu insanoğlunu karşıladı. Selçuklularla temelleri atılan “İslâm şehri” anlayışı, Osmanlı’nın Batı temasıyla çeşitlendi; Fâtih’in İstanbul’daki tezyinatıyla yükseldi ve pek tabiî Mimar Sinan’la zirve yaptı.

Fâtih’in şehirleşme hareketinin Mimar Sinan’la tamamlandığı gerçeği sanırım yadsınamaz. Fakat Mimar Sinan’a inci dizer gibi işlenecek bir İstanbul’u mümkün kılan da ancak Fâtih’in fetihle birlikte başlattığı dokunuşlardır.

Fâtih’in İstanbul’u, İslâm kenti olmanın yanı sıra, bir metropol olabilecek nitelikleri de yüzyıllardır üzerinde taşıyor. Öyle ki, ticaretin, çoklu inanç sistemlerinin ve çeşitli milletlerden halkların yaşadığı bu şehir, bu kadar değişkeni bünyesinde toplamış ama hiçbir zaman İslâm’la anılmaktan da mahrum kalmamıştır.

İslâm şehirlerinde Cuma camilerinin pek çok yapıyı çevresinde toplayan erki, İstanbul’da çeşitlenerek devam etmiştir. Külliyeler ve bu külliyelerin çevresinde çarşılar, pazarlar, medreseler, hamamlar, şifâhâneler, aşevleri gibi hizmet kurumlarıyla ticârî kurguların varlığı, tipik İslâm toplumunun bir yansımasıydı. İstanbul, çok renklilik ve yoğun mimarî hareketlilikle birlikte bu kavramı da genişleten bir kurguya sahiptir. Antik Yunan şehirlerindeki akropollerin katı ve biteviye düzeninden farklı olarak serbestlik, genişlik ve çeşitlilikle açıklayabileceğimiz İstanbul, İslâm şehir düzeninden kopmamış ve onu geliştire geliştire devam ettirmiştir.

Fetihten sonra kurulan mahalleler de yine geleneksel yönelimleri dışlamadı. Mahalleler bir camiyle vurgulanıyor, cami çevresinde yerleşik halk, bu inanç ve destur üzere iç içe yaşıyordu.

İşte Fâtih Sultan Mehmed, fetihten sonra gayr-i Müslimlere olan anlayışlı tutumuyla, şehri sanatkâr ve zanaatkârla yeniden kurgulamasıyla, İslâmî unsurları şehrin dört bir yanına işlemesiyle ve ilk iş olarak Ayasofya’yı camiye çevirmesiyle, İslâm ve şehir kavramını günümüze kadar yaşatacak bir aklı devreye sokmuştur. Bugün bu kadar kozmopolit bir yapıya sahip olup “metropol” niteliğiyle ve ticârî yönelimlerin odak noktası hâline gelip de dinî baskınlığını yitirmemiş çok az yer ve bölgeden bahsedilebilir. Bu sembolik tavır, Osmanlı hükümranlığı boyunca benimsenmiş ve bu aziz şehir Mimar Sinan’la kendi Rönesans’ını yaşamıştır. 

Eski İstanbul

İnsanı hüzne düşüren bu “eski” sıfatı, ne yazık ki sadece İstanbul için değil, Osmanlı’dan sonra içine düştüğümüz bu şehirleşme kavramıyla birlikte, vatan topraklarının tamamı için geçerli. İnancın gerektirdiği aile ve toplum düzenini yavaş yavaş yitirdiğimiz bu son asırda, eski yaşam biçimlerini tarih kitaplarında okumaktan öteye geçemez olduk.

Eski İstanbul’da ve Anadolu’da sıklıkla evlerin bir iç avlusu olurdu. Burası aileler için sınırsız ve korunaklı bir yaşam alanıydı. Evlerin balkonları değil, ya cumbaları ya da avluları vardı. Bu avlular; çamaşırların asıldığı, hamurların açıldığı, akrabaların toplandığı, çiçeklerle ve ekinlerle süslenen birer bahçeydi. Evlerin girişlerinde başı eğdiren kapılar, gelenin cinsiyetini açık eden kapı tokmakları, iç düzende sadelik ve ihtiyaca yönelik bir dekorasyonla eski İstanbul, asil toplum olmaya mecbur eden bir çehreye sahipti.

Endüstriyel yaşamla değişen İstanbul, ne yazık ki eski nezaketini yitirmiş durumda. Bu nezaket önce şehirden, mimarîden başlar, sonra insanda bir hâlet-i rûhiyeyi meydana getirir ve nesillerce aktarılagelir. Ne zaman ki daha fazla iş gücü için evler ve şehirler sıkışık düzene geçtiler, işte şehirdeki zarifliğin yerini bir aniflik, bir dağınıklık ve onun devamında da insanları küçülten bir büyüklük devraldı. Avlular kalktı, binalar yükseldi, sokaklar ve mahalleler birbirine karıştı. Böylesine kimliksiz şehirlerde inancın ve geleneklerin sesi kısılır, endüstri ve ticaret daha gür bir sesle şehirleri ve şehrin insanlarını gasp eder.

Şehir, neyle vurgulanırsa onu mırıldar durur. Camilerle, camilerin çevresinde hâddini bilen ticârî alanlarla vurgulanan şehirler, İslâm’ın gölgesinde dünya ve ahiret dengesini kurmaya çağırır durur insanları. “Aile” kavramı da ona ayrılan alanın niteliğiyle eş bir saygınlık bulur. Üst üste yükselen binalar ve sıkışık düzen siteler, “aile” kavramını da küçücük bir anlama mahkûm bırakır. Artık insan, şehrin değeri olmaktan çıkar, ticârî bir egemenliğin neferi olarak ancak üst üste konutlarda yaşayabilmek hakkına nail olur. Bu demek oluyor ki, yeni şehirlerde insan, yaşamak ve barınmak ihtiyacından fazlasına lâyık değildir. İbadethâneler yeni şehir anlayışında, ancak endüstrinin izin verdiği boşluklara sığacaktır.

Vurgusuz şehirler, anlamını yitirmiş ve tesadüfî şehirlerdir.

Bunca güzelliğin “eski” sıfatıyla açıklanışı vahim bir durum. Fakat Fâtih’in İstanbul’u, Mimar Sinan’ın elleriyle yoğrulduğunda, bu ahvalde bile İslâm’ı vurgulayan karakterini kaybetmiş değil. Yeniden insan yaşamını inançla sentezleyen ve maddî hayatı da ihmâl etmeden gerektiği yere koyan, düzenli, derli toplu, anlamlı şehirlere dönmek de elimizde.

Fâtih Sultan Mehmed’den bugüne kadar İstanbul’u süsleyen, insanı önceleyen, nefes alabilir bir hayatı vadeden ne kadar sultan, mimar, yönetici, işçi vb. varsa, Allah hepsinden râzı olsun!