BALKANLARDAN gelen soğuk hava
dalgasının gecekondu çatılarını uçurduğu bir geceydi. Herkes sokaktaydı. Yağmurun
çisil çisil yağarak ortalığı balçık ettiği bir evde kalmakta ısrarcı olmanın
hiçbir anlamı yoktu. Bilmem kimin beğenmeyip giymediği için ona verdiği montunu
omzuna vurdu. Kilit tutmayan dış kapıyı çarptı fakat kapatamadı. Zaten çatı da
artık yoktu. Umursamadı.
Her
gün kilolarca kâğıt topladığı boyundan büyük baba yadigârı arabasını yüklendi.
Gerçi sabahın bu kör vaktinde bir deste bile bulamayacağına emindi ya, neyse...
Her
daim sokak lâmbalarının götürdüğü tarafa doğru ilerlerdi. Bugün de öyle oldu.
Işık varsa yön de vardı, aksiyon da. Düz yolları sevmezdi. Biricik dostuydu
yokuşlar. Hele yukarı doğruysa tadından yenmezdi. Nerede engebe var oraya
sürerdi. Emek veriyorsa, teri kayıp gidiyorsa belinden aşağı, işte orada o da
vardı. Ne Tanrı’ydı onu görünür kılan, ne de para. Yokuş aşağı gitmeyi
sevmezdi. Kayar gibi inince, emeksiz, çabasız, sırtı kupkuru dönünce eve, içi
hiç mi hiç rahat etmezdi. Utanırdı annesinin yüzüne bakmaktan. Anormal olduğunu
söylerlerdi, büyük bir enayi olduğunu defaatle hatırlatırlardı diğerleri. Sahi,
normali belirleyen kimdi ki?
Elleri
ur bağlamıştı. Hiç kalem tutamamış olmasını buna yordu. Gözleri daima yerdeydi.
Dünyanın en güzel manzarasını da alsa karşısına, ufka değil, taşlara bakardı.
Onlara düşmandı. Ya birine takılıp düşerse, onu kim kaldırırdı? O koca arabayla
baş başa kaldığı gün tanışmıştı insanların sırtlarıyla. İyi kötü yoktu,
omurgalar vardı. Dünyayı istilâ eden koca bir güruhun içinde milyonlarcası… Bu
sürünün çobanı mıydı, yoksa cılız köpeği mi? İçinden olmadığına emindi.
Elinden
gelse durdurmak isterdi herkesi. “Durun!” derdi, “Durdurun dünyayı! Sokak lâmbaları
o tarafta değil! Aydınlık geride kaldı! Geride kaldı insanlar! Hey, duymuyor
musunuz? Beni unuttunuz!”. Fakat biliyordu, görmek isteyene her yer nurdu. O
ise kirden pastan yapılma bir kabuktu. İncisini aramaya yeltenen yoktu.
Henüz
birkaç kişinin telâşla bir yerlere yetişmeye çalıştığı sokaklardan geçti. Akşam
olup da aynı hengâmeyi eve dönmek için yaşayan insanların sabahki çabası ona
büyük bir şaka gibi gelirdi. Hangi insan çarparak çıktığı kapıyı tekrar
aralamaktan korkmazdı? Jipçi tayfadan, göğü delenlerden ya da patronlardan
değilse insan, nasıl korkmazdı eve dönememekten? O, her sabah kapıdan çıktıktan
sonra tam arabasını yükleneceği sırada ardını döner, evine son kez bakar ve
Allah’a emanet ederdi. Babasının yalnızca arabasının emanetçisi değildi. Fakat
bu sabah öfkesini de aldığından kolunun altına, ne bir veda, ne de bir bakış
bırakmıştı ardına. Olsundu, zaten insan her akşam evine güle oynaya dönen değil
miydi? Elbet bugün de kurtarırdı paçayı sokağın ağzından.
İki
apartman arasında biriken çöp yığınına daldı. Mesafe o kadar dardı ki
arabasının incinmesi ihtimâli işine odaklanmasını engelliyordu. Sanki zedelenen
bir bakış, bir dokunuş, bir gülüştü. Yerde cam kırıklarına benzer şeyler gördü.
Oldukça titiz başladı işe. Kendini son derece korunaklı bir köşeye aldı ve
toplamaya başladı. Parıl parıl parlayan minik cam parçaları ellerine değdikçe
şahsını kıymetlendiriyor, kendiyle gurur duyuyordu. Fakat ters giden bir şeyler
vardı. Tam şu anda kan görmesi gerekti meselâ, bu küçük parçalar ellerini lime
lime etmeliydi. Bileklerine doğru akan sımsıcak kan dirseklerinden aşağı yol
almalıydı ama yoktu.
Kanının
donmuş olması ihtimâlini düşündü. Hayır, göğüs kafesinde sessizce yaşayan
kalbini hissediyordu. Canlıydı, hayattaydı; yaşamıyordu ama olsundu.
O gün o çöplükte bulduğu parlak taşların ne denli kıymetli olduğunu hiçbir zaman bilemedi. Bir çocuğun hayâlsiz yaşamasına ihtimâl vermeden, bilse tüm hayâllerini gerçekleştirebileceğini düşündü diğerleri. Fakat dünya tesadüfler üzerinde dönüyorken ve hiçbir iyi olasılık bulmamışken onu, nasıl ihtimâl verebilirdi payına pırlantalar düşebileceğine?