Bir ihtimâl: Eve dönmek

Elinden gelse durdurmak isterdi herkesi. “Durun!” derdi, “Durdurun dünyayı! Sokak lâmbaları o tarafta değil! Aydınlık geride kaldı! Geride kaldı insanlar! Hey, duymuyor musunuz? Beni unuttunuz!”. Fakat biliyordu, görmek isteyene her yer nurdu. O ise kirden pastan yapılma bir kabuktu. İncisini aramaya yeltenen yoktu.

BALKANLARDAN gelen soğuk hava dalgasının gecekondu çatılarını uçurduğu bir geceydi. Herkes sokaktaydı. Yağmurun çisil çisil yağarak ortalığı balçık ettiği bir evde kalmakta ısrarcı olmanın hiçbir anlamı yoktu. Bilmem kimin beğenmeyip giymediği için ona verdiği montunu omzuna vurdu. Kilit tutmayan dış kapıyı çarptı fakat kapatamadı. Zaten çatı da artık yoktu. Umursamadı.

Her gün kilolarca kâğıt topladığı boyundan büyük baba yadigârı arabasını yüklendi. Gerçi sabahın bu kör vaktinde bir deste bile bulamayacağına emindi ya, neyse...

Her daim sokak lâmbalarının götürdüğü tarafa doğru ilerlerdi. Bugün de öyle oldu. Işık varsa yön de vardı, aksiyon da. Düz yolları sevmezdi. Biricik dostuydu yokuşlar. Hele yukarı doğruysa tadından yenmezdi. Nerede engebe var oraya sürerdi. Emek veriyorsa, teri kayıp gidiyorsa belinden aşağı, işte orada o da vardı. Ne Tanrı’ydı onu görünür kılan, ne de para. Yokuş aşağı gitmeyi sevmezdi. Kayar gibi inince, emeksiz, çabasız, sırtı kupkuru dönünce eve, içi hiç mi hiç rahat etmezdi. Utanırdı annesinin yüzüne bakmaktan. Anormal olduğunu söylerlerdi, büyük bir enayi olduğunu defaatle hatırlatırlardı diğerleri. Sahi, normali belirleyen kimdi ki?

Elleri ur bağlamıştı. Hiç kalem tutamamış olmasını buna yordu. Gözleri daima yerdeydi. Dünyanın en güzel manzarasını da alsa karşısına, ufka değil, taşlara bakardı. Onlara düşmandı. Ya birine takılıp düşerse, onu kim kaldırırdı? O koca arabayla baş başa kaldığı gün tanışmıştı insanların sırtlarıyla. İyi kötü yoktu, omurgalar vardı. Dünyayı istilâ eden koca bir güruhun içinde milyonlarcası… Bu sürünün çobanı mıydı, yoksa cılız köpeği mi? İçinden olmadığına emindi.

Elinden gelse durdurmak isterdi herkesi. “Durun!” derdi, “Durdurun dünyayı! Sokak lâmbaları o tarafta değil! Aydınlık geride kaldı! Geride kaldı insanlar! Hey, duymuyor musunuz? Beni unuttunuz!”. Fakat biliyordu, görmek isteyene her yer nurdu. O ise kirden pastan yapılma bir kabuktu. İncisini aramaya yeltenen yoktu.

Henüz birkaç kişinin telâşla bir yerlere yetişmeye çalıştığı sokaklardan geçti. Akşam olup da aynı hengâmeyi eve dönmek için yaşayan insanların sabahki çabası ona büyük bir şaka gibi gelirdi. Hangi insan çarparak çıktığı kapıyı tekrar aralamaktan korkmazdı? Jipçi tayfadan, göğü delenlerden ya da patronlardan değilse insan, nasıl korkmazdı eve dönememekten? O, her sabah kapıdan çıktıktan sonra tam arabasını yükleneceği sırada ardını döner, evine son kez bakar ve Allah’a emanet ederdi. Babasının yalnızca arabasının emanetçisi değildi. Fakat bu sabah öfkesini de aldığından kolunun altına, ne bir veda, ne de bir bakış bırakmıştı ardına. Olsundu, zaten insan her akşam evine güle oynaya dönen değil miydi? Elbet bugün de kurtarırdı paçayı sokağın ağzından.

İki apartman arasında biriken çöp yığınına daldı. Mesafe o kadar dardı ki arabasının incinmesi ihtimâli işine odaklanmasını engelliyordu. Sanki zedelenen bir bakış, bir dokunuş, bir gülüştü. Yerde cam kırıklarına benzer şeyler gördü. Oldukça titiz başladı işe. Kendini son derece korunaklı bir köşeye aldı ve toplamaya başladı. Parıl parıl parlayan minik cam parçaları ellerine değdikçe şahsını kıymetlendiriyor, kendiyle gurur duyuyordu. Fakat ters giden bir şeyler vardı. Tam şu anda kan görmesi gerekti meselâ, bu küçük parçalar ellerini lime lime etmeliydi. Bileklerine doğru akan sımsıcak kan dirseklerinden aşağı yol almalıydı ama yoktu.

Kanının donmuş olması ihtimâlini düşündü. Hayır, göğüs kafesinde sessizce yaşayan kalbini hissediyordu. Canlıydı, hayattaydı; yaşamıyordu ama olsundu.

O gün o çöplükte bulduğu parlak taşların ne denli kıymetli olduğunu hiçbir zaman bilemedi. Bir çocuğun hayâlsiz yaşamasına ihtimâl vermeden, bilse tüm hayâllerini gerçekleştirebileceğini düşündü diğerleri. Fakat dünya tesadüfler üzerinde dönüyorken ve hiçbir iyi olasılık bulmamışken onu, nasıl ihtimâl verebilirdi payına pırlantalar düşebileceğine?