İNANÇ kavramı insanı
çepeçevre saran, onu belirli durumlara yöneltebilen, harekete geçiren veya
durdurabilen, açıklanması zor, soyut bir kavramdır ve bununla birlikte zihinsel
ve ruhsal bir süreçtir.
İnanç
ve psikolojik denge arasında büyük bir ilişki olduğu, dünyaca kabul görmüş bir
gerçekliktir. Bugün Dünya Sağlık Örgütü’nün “Sağlık, sadece hastalık ve
sakatlığın olmayışı değil, bedence, ruhça ve sosyal yönden tam bir iyilik hâlidir”
şeklindeki tanımlayış şekline göre de bedence sağlık, insanın en bilindik
yönüdür. Fakat ruhsal ve sosyal anlamda tam bir iyilik ifadesi kullanmak için
insanın en bilinmeyen ve kestirilemeyen yönünü keşfetmek gerekir.
İnsanın
bu bilinmeyen yönüne tekabül eden tek gerçeklik ise, inanç boyutudur. İnsanın
inanç ve psikolojik dengesi arasındaki bu ilişkinin var olduğu gerçekliğinden
hareketle, insanın bilinç üstü tarafından kontrole tâbi tutulduğu benlik
durumunun denetim işlevinin en başında inanç kavramı gelmektedir. Bunun
dışındaki tabiî vicdan, adâlet, örf, âdet ve daha birçok ahlâk değeri de
bulunmaktadır. Fakat ayrıntıda bu değerleri bir bütün olarak düşündüğümüzde,
bunların da hepsi, kişinin inanç sisteminden kaynaklanmaktadır.
Meselâ,
insan zihni eylemde birçok şeyi yapmak ister. Fakat düşünce eyleme dökülene
kadar bilinç üstü inancımız onu belirli kontrole tâbi tutar ve normal bir
insanda arzular ânında ve kontrolsüzce ortaya çıkamazlar. İşte bu işlemi
sağlayan şey, temelde olan değerlerimiz ve bunlara olan inancımızdır.
İnanç,
sayılan tüm ahlâkî erdemlerin çok ötesinde bir kavramdır. Aklınıza gelen tüm
değerleri sıralayın; bütün bunları temelde inanç ile tasdik etmedikçe uygulamaya
geçemeyecektir. Çünkü inanç, Batılı anlamda olduğu gibi sadece yapıp
etmelerimizi aklımızın süzgecinden geçirme işlemi değildir. Tamamen aklın da
ötesinde, yüreğimizde hissedilen, yapınca huzur ve yapılmadığında rahatsızlık
veren bir iç vicdan kaynağıdır.
Psikolojik
denge demiştik meselâ... Bugün psikolojik hastalıkların hangisini inançtan
soyut bir şekilde düşünebiliriz? Meselâ “plasebo etkisi” diye bir kavram
vardır. Plasebo etkisi, farmakolojik anlamda etkisi olmayan bir ilâcın pozitif
telkine dayalı olarak yani hastanın kendisine verilen ilâcın hastalığını tedavi
ettiğine yönelik olan inancı ile ortaya çıkan bir kavramdır. Demek ki kimi
hastalıkların tedavi edilmesinde, yapılan tedaviye olan inanç, hastalığın
seyrini etkileyebilmektedir. Özellikle anksiyete, panikatak, depresyon, bunalım
gibi hastalıkların kaynağı, iç huzurun sağlanamayışı değil midir? O hâlde inanç,
insandan öte insana sağlıklı yaşamı da sağlayan bir kavramdır.
İnanç,
insanoğlunun hayatı anlamlandırmasını sağlayan bir araçtır. Bunu salt din ile
birlikte düşünmek, kavramın içini boşaltmak gibi bir şey olacaktır. Çünkü
inanmak, bir dine olduğu gibi bir fikre, insana veya değerlere de olabilir.
Meselâ dinî inanca sahip olabilmek... Bütün semâvî dinlerde mevcut olan bir
âhiret inancı vardır. Âhiret inancı bir noktada kişiye rahatlık da sağlar.
Çünkü bu inanç, insanın ölüm korkusunu yenmesine yardımcı olurken, aynı zamanda
iyi işler yapmaya da onu sevk eder.
İnsanoğlunun
hayat serüveni içerisinde kendilerini inançsız olarak tanımlayan bireylere
rastlanılmışsa da inançsız hiçbir topluma rastlanılmamıştır. Muhtemelen
rastlanılmayacaktır. Fakat dinî anlamda herhangi bir düşünceye mensup olmayan
insanların bile hayatlarına anlam katabilmek için farklı felsefî düşünce ve
ideolojilere bağlandığı, hattâ bu bağlılığın fikirden de öte bir kutsiyet
atfedilerek saplantı derecesinde olduğu bir gerçektir. Bu durum, inancın insan
ile var olan bir olgu olduğunu göstermesi açısından önemli bir gerçekliktir.
İnsanoğlunun
sahip olduğu bu inanma arzusu, bazen yaratıldıktan sonra her zaman yanında
olduğuna inandığı Yüce Yaradan’a ve O’nun elçileri aracılığı ile tebliğ ettiği
dine olurken; bazen de inandığı din çerçevesinde değiştirdiği, kendine uygun hâle
getirdiği, görüntüde belirli bir dinî inanca mensup ama yaşadığı hayat tarzı
ile çelişkili durumlar ortaya koyabildiği inanış şekline de dönüşebilmektedir.
Dolayısıyla insan, artık inandığı gibi yaşamak yerine kendi yaşadıklarını asıl
inancı da zannetmektedir.
Öz
itibariyle diyebiliriz ki, inanç, insanın hem kâinat ile doğru bir iletişim
yakalayabilme noktasında, hem de (inandığı dine göre değişir) ölümden ötesini
düşünerek ona göre bir yaşantı şekli ortaya koymada fıtrî bir özelliğidir.
Yukarıda da farklı şekillerinden bahsettiğim gibi, inanç, sadece dinî anlamda
iman ile eşleşecek bir kavram değildir. Somut anlamda da insana sağlıklı bir
hayat sunma işlevine sahip olan içsel huzur şeklidir. İnanç, en başta kişinin
kendi kişisel gelişim noktasında gereken bir güç olarak etkilerken, aynı
zamanda iman etme noktasında da aklın süzgecinden ve en önemlisi kalbin
onayından geçerek bir dinî inanışa sahip olmayı ve ona yönelmeyi sağlayan
mânevî güçtür.
Sonuç
olarak, tüm bu süreçlerin sonunda kişinin davranışları ile tam uyumlu inanç
yahut iman hâli, kişiliği meydana getirecek bir mânevî etken olacaktır. Bunun
tersi olduğu takdirde yani inanç ve dinî davranış arasındaki uyumsuzluklar
olduğunda, kişilik ve benliğin temel unsuru olan özgüven duygusunu yok
edebilir. Bu anlamda diyebiliriz ki, olumlu kişilik ve benlik gelişimine, daha
sağlıklı bir ruh yapısına sahip olma ve kendini daha iyi gerçekleştirebilme
açısından dinî inanca sahip bireylerin, inançlarının her yönünü yansıtabilmeleri
ve dengeli bir şekilde yaşantılarına dâhil etmeleri son derece önemli bir
kazanımdır.