Bir “Hoş Sadâ” salanlar gökkubbeye

Şiir, hayatın her alanından herhangi bir şeyi de anlatabilir. İnceliktir şiir, gönül ve ruh işidir. Bakmakla görmek arasındaki fark vardır ya hani, işte “Şiir görmektir” diyebiliriz; ince görmek, ayrıntıyı görmek... Gönülle, ruhla bakmaktır dünyaya. Ve en çok da aşkla ilintilidir. Bu, büyük bir aşktır lâkin. Bir kadına ya da erkeğe duyulan aşk değildir salt.

ŞİİR… Belki de insanlıkla, dil ile birlikte var olmaya başlamış bir olgudur şiir. Dünyanın her yerinde, her millette, şu ya da bu şekilde, zaman içerisinde evrilerek ve zamana ayak uydurarak yaşayagelmiştir. Kimi hüznü, kimi sevinci, kimi mutluluğu, kimi bedbahtlığı ve daha neleri ve neleri ahenkle, alelâde sözden farklı biçimde anlatır, özündeki ahenk, kâfiye ve söylenişinin kolaylığı bakımından da akılda kalıcılık sağlar. Sayfalar dolusu bir düşünceyi, fikri, olayı vs. kısacık iki dize ile anlatabilir ve her şekilde duygusaldır şiir. İnsanı alıp farklı âlemlere götürür. Daha çok aşk ile iç içe, aşk ile bağlantılı olarak düşünülür.

Şiir, hayatın her alanından herhangi bir şeyi de anlatabilir. İnceliktir şiir, gönül ve ruh işidir. Bakmakla görmek arasındaki fark vardır ya hani, işte “Şiir görmektir” diyebiliriz, ince görmek, ayrıntıyı görmek... Gönülle, ruhla bakmaktır dünyaya. Ve en çok da aşkla ilintilidir. Bu, büyük bir aşktır lâkin. Bir kadına ya da erkeğe duyulan aşk değildir salt. Dünyaya, hayata, hiçbir ayrım yapmadan bütün insanlara, bütün canlılara karşı duyulan aşktır, sevgidir… 

Öyle mi? Öyle...

Yıllar öncesinde, bir kahvehanede gazete okurken edebî bir yazıya rastgelmiştim. Kim yazmıştı, hangi gazeteydi, şimdi hatırımda değil. Lâkin hiç aklımdan çıkmayan bir kısmı vardı yazının. Diyordu ki yazar: “Türk milletinde her üç kişiden beşi şairdir.” Tebessümle birkaç defa okumuştum bu kısmı. Öyle mi? Öyle... 

Çoğumuz, belki daha ilk gençlik yıllarında, belki daha sonraları, hiç olmazsa bir iki satırlık şeyler yazmış, en azından aklından geçirmiştir. Lise yıllarımda sevmeye, ilgi duymaya başladığım şiir, vazgeçilmezim oldu benim de. En eskisinden tutun da en yenisine kadar az çok okumuş, göz gezdirmişimdir. Sürekli takip etmeye çalıştığım edebî kişilikler vardır sonra. Bunlardan biri de “İskender Pala”dır. 

Divan Edebiyatı’nı sevdiren adam

Okuyabildiğim kadar kitabını okumaya çalıştım şimdiye değin. Bana Divan Edebiyatı’nı sevdiren adamdır Sayın İskender Pala. En son “Hoş Sadâ” adlı kitabını almıştım. Âlemlerden âlemlere uçtum diyebilirim. Her sayfada ayrı bir ahenk, ayrı bir duygu selinde buldum kendimi. Sizde de aynısı oluyor mu bilmiyorum, böylesi kitapları okumak için sabırsızlanırım daha okumaya başlamadan. Sonlarına yaklaştığım zamansa “bitiyor” diye hüzünlenirim. 

“Hoş Sadâ”, Fuzûli’den Muhibbî’ye (Kanuni Sultan Süleyman), Basirî’den Hayretî’ye, Rahmî’den Barbaros Hayreddin Paşa’ya, Hayalî’den Avnî’ye (Fatih Sultan Mehmet), Bâki’den Nef’î’ye, Nâbi’den Şeyhülislam Yahya’ya kadar adını duyduğunuz ama şiirlerini pek bilmediğiniz ya da adını hiç duymadığınız ve “O da mı şairmiş? Böyle bir şair de mi varmış?” diyebileceğiniz edip ve söz ustalarının beyitlerini bulacaksınız kitapta. 

Kimi öyle ince, öyle narin dokumuş ki sözü, öyle güzel anlatmış ki anlatmak istediğini, tekrar tekrar okumak istiyor insan. Ve kimi o kadar sade, o kadar saf anlatmış, o kadar berrak kullanmış ki dili, çokları aşkı anlatmış usül olduğu üzere. Dünyanın gidişatından, hayatın geçiciliğinden, insanların vefasızlığından dem vuranlar da var. Misal Fuzulî’den: “Bildim ki nihan bela imiş aşk./ Bir dertli macera imiş aşk.” (Artık biliyorum ki aşk, gizli bir bela, bir dertli macera imiş.)

Şiirde belki de herkesin kendince anlattığı aynıdır ya, herkesin kendine göre bir söylemi vardır. 

“Kadd-i yâre kimisi ‘ar’ar’ dedi kimi ‘elif’,/ Cümlenin maksûdu bir, amma rivayet muhtelif.” -Muhibbî “Kanuni Sultan Süleyman”- (Sevgilinin düzgün endamını kimi serviye benzetti, kimi elif harfine. Herkesin amacı aynı ama söylemi değişik.)

Usulî nam bir edibin bir beytine rast geldim ki daha başlarında kitabın, “Allah’ım” dedim, “Bu nasıl bir tasvirdir, nasıl bir tariftir? Bu ne güzellik, bu ne zarifliktir?”

“Ey gönül, âh eyleme yüzüne karşı ol mehin./ Taze gül yaprağıdır, bâd-ı seherden incinir.” –Usulî- (A gönül! O dolunay gibi güzel sevgilinin yüzüne karşı ah eyleme. Çünkü o, bir taze gül yaprağıdır ve elbette seher yelinden bile rahatsız olur.)

Âşık, sevgiliyi yalnız başına bulup hâlini arz etmek, sevgisini bildirmek ister. Lakin gel gör ki sevgiliyi yalnız başına bulsa ve görse olanlara bir bakın: “Arz-ı hâl etmeğe cana, seni tenhâ bulamam./ Seni tenha bulacak kendimi asla bulamam.” –Selikî- (Sevgili! Hâlimi sana arz etmek, aşkımı açıklamak için seni yalnız bulamıyorum. Seni yalnız bulunca da kendimi asla bulamıyorum.)

Dili başına bela olan, yine ölümü de dili yüzünden olan bir şair, bir söz ustası var ki 17. yüzyılda, edebiyatımızın en büyük ustalarından biridir o. Kendisi de şair olan Şeyhülislam Yahya Efendi, Nef'i’yi öven, ancak içeriğinde Nef'i’ye kâfir diyen bir kıt'a söylemiştir: “Şimdi hayli sühanverân içre/ Nef'i manendi var mı bir şair?/ Sözleri seba'-i mu'allakadır,/ İmriü'l-Kays kendidür kâfir.” (Zamanımızın bunca söz ustası arasında hiç Nef’i gibi bir şair bulunabilir mi? O kadar ki, şiirleri neredeyse Seb’a-i Muallaka’dır, kendisi de İmr’ül Kays’tır.) 

(Seb’a-i Muallaka: Yedi askı. Cahiliye devrinin en güzel yedi şiiri olup, her yıl yapılan panayırda yarışan şiirler arasından seçilip bir yıl süreyle Kâbe duvarında asılı kalırdı.) (İmr’ül Kays: Şiirleri yedi yıl üst üste askıdan inmeyen Arap şairidir. Övgü gibi görünen bu kıtanın sonundaki “kâfir” kelimesi, bir şeyhülislamın ağzından çıkmıştır ve âdeta bir fetva sayılır.)

Nef'i ise Şeyhülislam Yahya Efendi’ye karşılık şöyle der: “Bana ‘Kâfir’ demiş Müftî Efendi./ Tutalım, ben ana diyem Müselman./ Vardık da yarın rûz-ı cezaya,/ İkimiz de çıkarız o sözde yalan.” (Müftü Efendi bana ‘Kâfir’ demiş. Tutalım, ben ona ‘Müslüman’ diyeyim. Ne çıkar yarın mahşer yerine vardığımızda, ikimiz de bu sözlerimizde yalancı çıkacak olduktan sonra?)

İşte yine insanı kendinden alan bir beyit. Bu nasıl bir övme, nasıl anlatmaktır sevgiliyi?

“Bahârı niyleriz ol gül-i zâr u gonca-femin?/ Gülüp açılması bin nevbahara değmez mi?” –Nailî- (Çiçeklerin açacağı ilkbaharı ne yapalım? O gül yanaklı ve gonca dudaklının bize gülüp açılması bin ilkbahara bedel değil mi?)

Aynı edibin bir başka beyti: “Hevâ-yı aşka uyup kûy-i yâre dek gideriz./ Nesîm-i subha refikiz, bahara dek gideriz.” (Aşkın hevasına/hevesine/havasına/nağmelerine uyup sevgilinin mahallesine kadar gideriz. Böylece biz, sabah rüzgârına arkadaş olup bahara varmış oluruz. Sevgili bizim için baharın ta kendisidir.)

Yine sevgiliyi öven öyle güzel bir beyit ki halden hâle sokuyor insanı: “Zülfün görenlerin hep bahtı siyah olurmuş;/ Tek zülfünü göreydim, siyah olaydı bahtım.” -Nevres-i Kadîm- (Ey sevgili! Zülfünü bir kere görenlerin tamamının, aşkına tutulup bahtı kararıyormuş; yeter ki bir tek zülfünü-saçının telini görseydim de varsın bahtım siyah olsaydı.)

Bitirirken… 

Gece geç yatsanız da olur, sabahları erken kalkmaya çalışın. Kuş seslerini dinleyin erkenden, yağmur yağıyorsa yağmur sesini. Serin sabah rüzgârını hissedin teninizde. Gökyüzüne uzun uzun bakın sonra mesela. Bir ağaçla, bir çiçekle konuşun. “Ben onları duyamam” demeyin, çok isterseniz duyabilirsiniz, onlar sizi duyuyor zaten. Bazı sabahlar, kimsecikler yokken sokaklarda yürüyüşe çıkın. Şehri dinleyin, hayatı dinleyin, kendinizi dinleyin. Sonra dua edin sahip olduklarınıza, şehrinize, sevdiklerinize, yakınınızdakilere, yakın olmak istediklerinize, yakın olamadıklarınıza, uzağınızdakilere... Bir de bir şiir okuyun her gün...