Bir hayat güzellemesi

Hoca çarçabuk kıldırıyor namazı. Çocukları okuldan alacak zâhir. Bir acele, bir telâş; hemencecik bitirdi. İnsanlar da bir çırpıda helâl ettiler haklarını. Onlara da helâl olsun, ne iyi insanlar!

KARANLIK… Çok karanlık… Bir el var, rüzgârı değiyor omuzlarıma. Varlığını bilmem için görmeme gerek yok. Hislerim kâfi. Geziniyor odamın daha önce fark etmediğim köşelerinde. Benim yerime dokunuyor bana bile. Hükmetmek ister gibi… Yenmek ister gibi beni benim ellerimle…

Saklanıyorum. Fakat öyle koyu boyanmış ki her yer, neresi gizli, neresi aşikâr, bilemiyorum. Belki de gizlenmek için en doğru yerdeyim, hep durduğum eşikte. Bir el var, bir de doğduğum evle arama giren karanlıklar. Bir yabancıyım ezberimde.

Yaklaşıyor, biliyorum. Bir koku dolanıyor pervazlarda. Gül mü, leylak mı? Ya da sımsıcak kan mı, çözemiyorum. O kadar çok bilmiyorum ki her şeyi, buna şaşıp kalıyorum.

Yıllarca kapılarını aşındırdığım dünya öyle boşa çıkarıyor ki beni, “Belki de doğarken buna ağladım” diyorum. Öyle ya, iyiye yoruyorum. İyiyi yoruyorum. “Oh!” çekiyor ellerim, “İyi oldu!” diyor. Yine iyi oluyor. İyilikten kurtulamıyorum. Kurtulamıyor iyi ellerimden.

Yakalanıyorum. Saçlarımdan kavrıyor; hâlbuki kısacıktır, nasıl oldu, anlamıyorum. Sağ yanımdan sesleniyor. O kadar yakın ki, duyamıyorum. Fakat hissediyorum, yakalıyor beni. Onu tanımıyorum, ödüm kopuyor. Fakat öyle itaatkârım ki asıl bundan korkuyorum. Düşmanın adı oluyor adım. Bir yabancı oluyorum. Nasıl oldu, anlamıyorum; esâsında bendim gerçek düşmanı kan dâvâlarının.

“Madem” diyorum, “Madem bu kadar kolay hiç yokken bile var olmak, neden bunca zaman durup dinlenmeden el salladım ki görünmek için?”. Hâlbuki saklanmak kâfiymiş. Bir köşeye gizlenip yalnızca doğru yabancıyı beklemekmiş asıl mesele. Şimdi o kadar bâriz ki her şey. O el, o kadar belli ki bana…

Alıyor ve bir köyün meydanına bırakıyor beni ensemdeki. Uzaktan sesler geliyor. Uzak, getiriyor sesleri yakınıma. Omuzlar dolu, yemyeşil. Yabancılığımın ardına saklanıp uzağa doğru yürümeye başlıyorum. Bir, iki, üç… Artık uzak yok, ben varıp gidince kayboluyor. Bir tabut… Peşi sıra gözyaşları, yürüyen gözyaşları, en az tabuttaki kadar ölü…

Ağlamıyorum. İnsan hiç tanımadığı bir ölüm için ağlar mı? Ölümü tanır mı insan? Yeltenir mi hiç buna? O ki, bir metreye iki metre mermerin yanından süzülerek geçip giden değil mi?

Devam ediyorum yürümeye. Köye dönen cenazelerden biri olmalı bu. “Büyükşehir” yazıyor üstünde. “Böyükşeer” yani… Gerçi artık kalmadı ki büyüğü küçüğü. İnsan kabul etmiyor artık kıstasının altını. Zaten küçük de koşarak uzaklaşıyor büyük insandan.

Varıp gidiyorum en öndeki kadının yanına. Ben sakinim ama o feryat figân… Başı sağ olsun! “Görünmüyorum herhâlde” diyorum. Bir avuç insan fark etmiyor çünkü gökten inme bir yabancıyı. “Demek ki” diyorum, “Bir ölü bile benden daha hayatta!”.

İşte kabristan! Büyük, gri ve soğuk bir kapı… Modern… İşlemesiz… Acı bir gürültüyle açılıyor. Tüh, Allah ne etmesin seni! Tüm tılsımı kaçıracaksın şimdi! Fakat şaşırıyorum, bir tek ben duymuş gibiyim. Herkes aynı dikkatte hâlen…

Hoca çarçabuk kıldırıyor namazı. Çocukları okuldan alacak zâhir. Bir acele, bir telâş; hemencecik bitirdi. İnsanlar da bir çırpıda helâl ettiler haklarını. Onlara da helâl olsun, ne iyi insanlar!

Tabutun üstünden alınıyor yeşil yazma. Az önceki kadına veriliyor. Ânında içine dönüyor garibim, kokluyor kana kana. Bir kız çıkıyor içinden. Kendi kendine değil tabiî ki... Omzundaki meleği rahatsız etmeden ağlayan adam çıkarıyor onu.

Aman Allah’ım, o da ne? Ellerimi yüzümün çizgilerinde gezdiriyorum. Ne kadar da benziyorum bir ölüye…

İşte dünya, bugün senin hiç görmediğin ellerimi bir cenaze gösterdi herkese! Şimdi bildim boğulduğum suyun sığlığını, acıdım kendime. Ama ne fark eder, nihâyet oldu işte! Bir ölüm kanıtladı varlığımı.