KARANLIK… Çok karanlık…
Bir el var, rüzgârı değiyor omuzlarıma. Varlığını bilmem için görmeme gerek
yok. Hislerim kâfi. Geziniyor odamın daha önce fark etmediğim köşelerinde. Benim
yerime dokunuyor bana bile. Hükmetmek ister gibi… Yenmek ister gibi beni benim
ellerimle…
Saklanıyorum.
Fakat öyle koyu boyanmış ki her yer, neresi gizli, neresi aşikâr, bilemiyorum.
Belki de gizlenmek için en doğru yerdeyim, hep durduğum eşikte. Bir el var, bir
de doğduğum evle arama giren karanlıklar. Bir yabancıyım ezberimde.
Yaklaşıyor,
biliyorum. Bir koku dolanıyor pervazlarda. Gül mü, leylak mı? Ya da sımsıcak
kan mı, çözemiyorum. O kadar çok bilmiyorum ki her şeyi, buna şaşıp kalıyorum.
Yıllarca
kapılarını aşındırdığım dünya öyle boşa çıkarıyor ki beni, “Belki de doğarken
buna ağladım” diyorum. Öyle ya, iyiye yoruyorum. İyiyi yoruyorum. “Oh!” çekiyor
ellerim, “İyi oldu!” diyor. Yine iyi oluyor. İyilikten kurtulamıyorum.
Kurtulamıyor iyi ellerimden.
Yakalanıyorum.
Saçlarımdan kavrıyor; hâlbuki kısacıktır, nasıl oldu, anlamıyorum. Sağ yanımdan
sesleniyor. O kadar yakın ki, duyamıyorum. Fakat hissediyorum, yakalıyor beni.
Onu tanımıyorum, ödüm kopuyor. Fakat öyle itaatkârım ki asıl bundan korkuyorum.
Düşmanın adı oluyor adım. Bir yabancı oluyorum. Nasıl oldu, anlamıyorum; esâsında
bendim gerçek düşmanı kan dâvâlarının.
“Madem”
diyorum, “Madem bu kadar kolay hiç yokken bile var olmak, neden bunca zaman durup
dinlenmeden el salladım ki görünmek için?”. Hâlbuki saklanmak kâfiymiş. Bir
köşeye gizlenip yalnızca doğru yabancıyı beklemekmiş asıl mesele. Şimdi o kadar
bâriz ki her şey. O el, o kadar belli ki bana…
Alıyor
ve bir köyün meydanına bırakıyor beni ensemdeki. Uzaktan sesler geliyor. Uzak,
getiriyor sesleri yakınıma. Omuzlar dolu, yemyeşil. Yabancılığımın ardına
saklanıp uzağa doğru yürümeye başlıyorum. Bir, iki, üç… Artık uzak yok, ben
varıp gidince kayboluyor. Bir tabut… Peşi sıra gözyaşları, yürüyen gözyaşları,
en az tabuttaki kadar ölü…
Ağlamıyorum.
İnsan hiç tanımadığı bir ölüm için ağlar mı? Ölümü tanır mı insan? Yeltenir mi
hiç buna? O ki, bir metreye iki metre mermerin yanından süzülerek geçip giden
değil mi?
Devam
ediyorum yürümeye. Köye dönen cenazelerden biri olmalı bu. “Büyükşehir” yazıyor
üstünde. “Böyükşeer” yani… Gerçi artık kalmadı ki büyüğü küçüğü. İnsan kabul
etmiyor artık kıstasının altını. Zaten küçük de koşarak uzaklaşıyor büyük
insandan.
Varıp
gidiyorum en öndeki kadının yanına. Ben sakinim ama o feryat figân… Başı sağ
olsun! “Görünmüyorum herhâlde” diyorum. Bir avuç insan fark etmiyor çünkü
gökten inme bir yabancıyı. “Demek ki” diyorum, “Bir ölü bile benden daha
hayatta!”.
İşte
kabristan! Büyük, gri ve soğuk bir kapı… Modern… İşlemesiz… Acı bir gürültüyle
açılıyor. Tüh, Allah ne etmesin seni! Tüm tılsımı kaçıracaksın şimdi! Fakat
şaşırıyorum, bir tek ben duymuş gibiyim. Herkes aynı dikkatte hâlen…
Hoca
çarçabuk kıldırıyor namazı. Çocukları okuldan alacak zâhir. Bir acele, bir
telâş; hemencecik bitirdi. İnsanlar da bir çırpıda helâl ettiler haklarını.
Onlara da helâl olsun, ne iyi insanlar!
Tabutun
üstünden alınıyor yeşil yazma. Az önceki kadına veriliyor. Ânında içine dönüyor
garibim, kokluyor kana kana. Bir kız çıkıyor içinden. Kendi kendine değil tabiî
ki... Omzundaki meleği rahatsız etmeden ağlayan adam çıkarıyor onu.
Aman
Allah’ım, o da ne? Ellerimi yüzümün çizgilerinde gezdiriyorum. Ne kadar da
benziyorum bir ölüye…
İşte dünya, bugün senin hiç görmediğin ellerimi bir cenaze gösterdi herkese! Şimdi bildim boğulduğum suyun sığlığını, acıdım kendime. Ama ne fark eder, nihâyet oldu işte! Bir ölüm kanıtladı varlığımı.