Bir harflik kavga: Devâ mı, dâvâ mı?

Hayat “derdin kendisi” ise, dâvâ “onun sözcüsüdür”. Ancak dâvânın içini nasıl doldurduğumuz çok önemli. Nerede, nasıl yaklaştığımız çok önemli. Yaklaşmak, katkıda bulunmak yerine müdahalede mi bulunuyoruz? Kendimizi içine mi çekiyoruz? Dışarıdan güzellemeler mi diziyoruz?

HAYATA dair çoğu yerde kavga hâlindeyiz. Kendimizle, etrafımızla, elimizle oluşturduğumuz dünyayla… Gayretimizi nereye harcadığımızdan haberimizse yok seviyede. Haydi biraz da ironik olsun; bir harfle hayatımız bile pekâlâ değişebiliyor: Derdimiz “devâ”ya mı dönüşüyor, yoksa “dâvâ”ya mı? Bilen, buyursun, beri gelsin!

Dert ile başlayalım. Hayatın içinde çeşitli dertlerimiz olabilir. Dert olarak telâkki ettiklerimiz de olabilir. Bir kısmı gerçekten dert de olabilir. Ancak hayatın kendisine ilişkin dert, biraz farklı. Hayatın anlamına ilişkin derdimiz yoksa gidişat evrilir. Zira olmadığında yeri başka kavramlarla dolmaya başlar. Bu, insanın boşluğa attığı bir adım da olabilir. Kısmen önem arz eden durumlar da... Ancak boşluk, boş kalamıyor. Bu, insan fıtratında çabuk iyileşen yara gibi. Oysa kendimizi kurtarabilsek… Doğrusu, her şeyi kendimizden koruyabilsek işler değişecek. Rayına girecek. Yolunu, izini bulacak. Nihayet, bunu yapamadığımız için devreye kavramlar giriyor. Dert adına kavramlarla güreş başlıyor. Hangi kavram diğerine yahut bize galip gelirse… Doğrudur, durum, bu minvalde sapmalarla izini kaybettiriyor. İzi kaybetmeye nerede başlıyoruz? 

-Dert edinme alanında.

Dert elbette edinilmez. “Dertliyim” diye gezen de derdi olmadığını anlayınca vazgeçer. Zira dert, yaşanan bir sürecin ifadesidir. Etraflıca insanı sarar. O, var olan, zuhur eden bir güzelliktir. Yaşanarak edinilir, yine yaşanarak öğrenilir. İddia veya dâvâ öyle değildir. İster söze, ister eyleme dökülsün, hakikat değişmez. İddia, konusu değişmese bile argümanlarını sürekli değiştirir. Bunun ardı arkası kesilmez. Zira gerçekten aramak ile gönlünü gezdirmek farklıdır. Aramak bir derdin giriş kapısı olabilir. Aynı şekilde bir derdin sonucunda da tezahür edebilir. Gayrısı, sadece gezintiden ibaret kalır. Peki, gezerken nerede kayboluyoruz? 

-Derinleştiremediğimiz algı alanında. 

Bildiğimizi varsaydığımız algı… Evet, son dönem meşhurluğuyla yönlendirilebilen unsur. Belki biraz ötesi, malul olduğumuz alan. Yönlendirildiğimizden çok, kendi yönlendirmelerimizle malul… Gördüğümüzü, duyduğumuzu, söylediğimizi varsaydığımız çoğu şey… Evet, kalp-akıl süzgecine uğramamış bile olabilir. Devamı var. “Kalp-akıl süzgeci” diye bildiğimiz gerçekte ne? Hâl böyleyken, her şeyde derinlikten bahsetmek… Bu bile yüzeye çıkmaya muhtaç. Bu bile belirsizlikte pekâlâ mahir. Peki, muğlak alanda hangi noktadayız?

-Odaklanamadığımız ilgi alanında.

İlginin yüzeysele indirgendiği alanda her şeye yakınız. Hakikatte öyle görünüyoruz. Bilmediğimiz bize küsüyor. Bildiğimizin gidecek yeri olsa bizi dünden bırakacak. Zira hıncahınç bir otobüste, aracın üstünde gibiyiz. Kavramlar ve ilgiler o kadar eğreti ki üstümüzde, dili olsa dahi konuşamayacak görünüyorlar. Kalabalık ahval ile o kadar içkin durumdalar. Her birini sözüm ona bir “dâvâ uğruna” oyalıyoruz. Evet, “Dâvâ” diyoruz. Aşağı çekiyoruz dâvâ, yukarı çıkarıyoruz dâvâ. Dâvânın yanında, arkasında durmaktan çokça söz ediyoruz. Tabiî ki söz ile ifade etmeyenlerimiz de var. Ancak ne olsa da dâvânın yakasını bırakamıyoruz. “Dâvâya sahip çıkmak” derken yaptığımız bu. Dâvânın kendi mecrasında seyrine tahammülümüz yok. Zira “Dâvâ” deyince aklımıza aksiyon geliyor. Kendimizi aksiyon adına vazifelendiriyoruz. Oysa dâvâ “haksa”, beşer koruyuculuğuna ihtiyacı bulunmaz. Bir vazife varsa da süreç dâhilinde yerini bulacaktır. Değilse, neresinden tutsak elimizde sadece süsü kalacaktır. Zira şaşaalı sözler, duruşlar sadece gösteriye dönüşür. Bu cümleyle koşut bir diğer cümle: “Önünü arkasını bilmediğimiz sığınmalarımız bizi terk etmiyor.” Bir diğeri: “Dâvâ, saklanmak için en güzel yerleşke.”

Oysa kullandığımız alanda en çok rahatsız ettiğimiz, oysa peşine düştüğümüz alanda bizden en uzak bir dâvâ tutturduğumuz kesin. Bir türkü tutturunca bütün türküleri unutmak gibi… Dâvâ adına o kadar materyal var ki… Bir yerden baktığımızı zannediyoruz. Ancak ayaklarımız arza mı değiyor, arşa mı? Neden yolumuz hep sorularla kesişiyor? Peki, bunun cevabı nerede?

-Cevaplayamadığımız bilgi alanında.

Soru sormak mı, cevap vermek mi, hangisi zor? Bu, cevabı belki bilinmeyecek bir soru. Belki doğrusu değişken, göreceli... Cevabın sıhhati her zaman soruyla ilgili değildir. Bazen sorulmaması gereken sorular vardır. Soru, tamamlanmamış bir sürecin ürünü de olabilir. Yahut cevap sahih olsa da soru yarım kalabilir. Bazen tam soruda yarım cevaplar bizi oyalayabilir. Bu noktada bazen insan ihtiyacını bilemeyebilir de. Dahası, zamana/mekâna göre ihtiyaç da değişebilir. İhtiyaç değişkenliği hakikatte var. Lâkin buna rağmen neden ihtiyacımızca yürüyemiyoruz? Ayağımızdaki prangayla hangi alandayız?

-Yürüyemediğimiz üslup alanında.

Bu, bizi bize hapseden alanlardan biri. Bu, yolu tanımadan tedarikte bulunmayla başlıyor. Zira yolculuk çöleyse, evvelâ su tedarik edilir. Yolculuk göleyse, üstünde gezinecek bir kayık… İhtiyaçta sıra şaşınca, hâliyle üslup da şaşıyor. Hâliyle yol da, yol arkadaşı da, yolculuk da sekteye uğruyor. En baştaki niyetten uzaklaşma artıyor. Bir yere varmak değil miydi gayemiz? Yol boyunca sıcak tutamadığımız ne var?

Masada kalan arzularımız…

Arzu etmeden olmayacak, bunu biliyoruz. Ancak arzumuzdan ses çıkmıyor. O, kalabalıkta yalnız. Biz ise yalnızlığımızda kalabalık. Hem de başka sesler duyamayacak kadar. Sesli gürültüyle sessiz gürültü arasında fark yok. Ne var ki, yadsınamaz hedefimiz karşısında bizler arzusuz. Bizler aç, bizler susuz. Hâlimiz bu. Ne yana dönsek karşımızda engel olarak biz. Hâl bu iken neyin dâvâsını güdüyoruz? Derdimizi manipüle ettiğimizden beri zor süreçler yaşıyoruz. İzahı zor dönemlerden geçiyoruz. Net olan bu!

Net olan diğer şey, sözün nihayet vakti.

Hayat “derdin kendisi” ise, dâvâ “onun sözcüsüdür”. Ancak dâvânın içini nasıl doldurduğumuz çok önemli. Nerede, nasıl yaklaştığımız çok önemli. Yaklaşmak, katkıda bulunmak yerine müdahalede mi bulunuyoruz? Kendimizi içine mi çekiyoruz? Dışarıdan güzellemeler mi diziyoruz?

Ezcümle, içinde bulunduğumuz birçok alan saflaşmaya muhtaç. Biraz ötesi tanımlanmaya muhtaç. Biraz ötesi anlam kazanmaya… Daha ötesi? Çok katmanlı okumalara... Daha ötesi? Mücadele mânâsını içermeyen bütün kavgaları bırakmaya… Daha ötesi? Hayatta olduğumuzu hissedebilmek için dâvânın yakasını bırakmaya… Ne diyordu şair:

“Nef’î yeter dâvâyı ko dünya ile kavgayı ko/ Eflâke istiğnayı ko hâke yüzün sür lâcerem.” 

(Nef’î yeter, dâvâyı bırak; dünya ile kavgayı bırak. Göklere karşı tokgözlü olmayı bırak (ve) yüzünü toprağa dosdoğru sür.)