Bir hâl var orada hâlden içeri

Dünyanın dört bir yanından sesler yükseliyor. Lisanı başka ama mânâsı insanca. İtiraz kokuyor her bir tınısı. Müzminleşmiş düzene başkaldırının beşerî haykırışı… Adeta tarihî bir tekerrür. Aydınlanma Dönemi’nde insanlığın silkelenişi gibi, sil baştan bir düzene ilerliyor bu ahvâl. Yeni düzene yeni argümanlar gerek.

SON aylarda Gazze’yi, Kudüs’ü, kısacası Filistin’i konu alan kaç yazı kaleme alınmıştır kim bilir. Kaç kalemin mürekkebinden kelime kelime acı, öfke, isyan ve haykırış dökülmüştür sayfalara. İnanıyorum ki, son nokta ise kalbî bir dua, gönülden bir yakarış ve yürekten bir ahın cümlesiyle konulmuştur.

“Ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa yetmez anlatmaya” dediğimizde, derdin, kederin ve gamın ne denli yoğun ve katmerli olduğunu anlatmış oluruz. Bu serzeniş “Filistinlilerin hâl dilidir” deseler, inanın, hiç kimse aksini söylemez. Ekrandan görüp tanık olduklarımız “insan”a dair yapılmış ve yapılacak en acımasız muamelenin sahneleriyken, bu ateşe su dökememek, ıstırapların en derini olsa gerek. Elimizden tek gelen, bu vahşete, bu soykırıma karşı sesimizi en üst oktavına kadar yükseltip, itirazımızı sözcükler aracılığıyla bir tavra dönüştürebilmek.

Bir tarafta yıllardır abluka altına alınmış bir devlet ve onun mazlum halkına uygulanan vahşet; diğer tarafta ise bu realiteye sağır, kör ve dilsiz, kallavi cümleler kuran heybetli devletler... Siyonist terörizmi Firavunca bir kibrin sarhoşluğunda. Hâmisi Batı ise onun sakiliğine soyunmuş, kadehini biteviye doldurur vaziyette. Dünyaya meydan okuyarak terörizmin en adisini, en kepaze hâlini gerçekleştiren Siyonist zihne kol kanat gerenler her bir Müslümanı potansiyel terörist ilân ederlerken, bugün bu yakıştırmanın başrolünde olduklarının elbette farkındalar.

Batı, asırlardır İslâm’ı ve Müslümanları terörizmle eşleştirmekle yetinmeyip “İslâm” kimlikli örgütler kurarak eylemler dahi yaptırdı plânları doğrultusunda. Yeni olmayan bu fikrî ve aksiyonel eylemin arkeolojisi bizi çok uzaklara götürüyor. İslâm’ın “şiddet” ve “şehvet” eksenli bir din olduğu propagandasının kökleri Roma İmparatorluğu’na kadar uzanıyor.

Hıristiyanlık önce Yahudi din otoritelerinin takibine maruz kalırken, ilerleyen dönemde ise Roma İmparatorluğu’nun baskılarıyla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu sebeple ilk dönemleri baskı ve zulüm altındadır. Orta Çağ’da ise Hıristiyanlığın Kilise merkezli egemenliği ve otoritesi, krallara dahi hükmeder hâle gelmiştir. Bilimin önünde sert ve kararlı duruş sergileyen Hıristiyan teoloji, bir süre sonra karşısında inkâr istikametinde ilerleyen bir evrimleşmeyi bulur. Yunan, Roma ve Kudüs sacayağı üzerine oturtulan Batı, bu dinamikleri mezcetmek yerine dönemsel etkileşimler yaşamış, sonrasında ise bu değerler üzerinden birçok paradoksun membaı olmuştur. Mânâyı nötrleyerek maddeyi ön plâna taşıyıp kıtalar üzerinde sömürge sistemi oluşturarak büyüyen, büyürken de “akılcılık” ekseninde ruhunu yitirip, üzerinde birçok “-izm”in nasır tuttuğu sapmanın mekanikleştirdiği hâliyle karşımıza çıkar.

Buna karşılık Allah’ın şeriatının Peygamber Efendimiz (sav) ile beraber tekrar tebliğ edilmesi, insanlığın ihtiyacına gereken cevabı veriyor ve etki sahasını giderek genişletiyordu. O dönemlerde İslâm Medeniyeti, madde ve mânâ sentezli yükselişini sürdürüyordu. İslâm, Yahudilik ile Hıristiyanlık gibi ne tahrife uğramış, ne de bir mabedin tekelinde erklerin hegemonyasına teslim edilmişti. Merkeze insanı alarak iki âlemli hayatın yol haritasını verip muazzam bir denge kurmuştu. Yeni medeniyetlerin inşâsı, İslâm sancağıyla kurulan devletlerin vasiliğinde hak, hukuk, adalet, ilim, bilim, siyaset ve sanat gibi dallarda insanın fıtrî kodlarını muhafaza ederek içtimaî meseleleri de düzenleyip zamana ve tarihe yön tayin etmişti. Bu düzenin sarsılması için güç birliği yapan Batı, “Haçlı Seferleri” dediğimiz saldırılarını özellikle Müslüman Türk devletlerine karşı yıllarca sürdürmüştü. Tarihî geleneğin formunu değiştirerek pragmatist düzen içinde sömürme eksenli ve zulme dayalı siyasetiyle Batı, bugün de dünyayı dizayn etmeye devam ediyor.

Dünya, öğretmen masasının üzerinde duran ayaklı bir küre. Bir parmak darbesiyle dönüyor, bir parmak darbesiyle duruyor. O kadar hâkim, bir o kadar da muvaffak o müdahalecilerin parmakları... Fakat asıl soru şu: Dünya kimin masasının üzerinde ve kimin parmak darbelerinin altında?

Elbette cevap herkesin malûmu. Varlıkları emperyalizm ve sömürgecilik üzerinden devam eden devletlerin sicilini dünya üzerinde bilmeyen yoktur. Bu kanı, fiziksel delillerin ispatıyla kabulümüz olduğu kadar, takibimizle de katileşen somut bir gerçek. Âlemde vakaların zahirî ve bâtınî taraflarının varlığına Müslüman kimliğimizle iman ediyoruz. Yıllardır zulüm, hak gaspı ve yayılmacılığı kendi topraklarında yaşayan Filistinlilerin dramı, vakanın zahirî tarafıydı. Fakat 7 Ekim’den itibaren bu topraklarda cereyan eden vahşetten İlâhî hakikat neşet ediyor. İşte bu da bâtınî olan boyutu. Ve bizler bu hâlin zuhur edişine şahitlik ediyoruz.

Dünyanın dört bir yanından sesler yükseliyor. Lisanı başka ama mânâsı insanca. İtiraz kokuyor her bir tınısı. Müzminleşmiş düzene başkaldırının beşerî haykırışı… Adeta tarihî bir tekerrür. Aydınlanma Dönemi’nde insanlığın silkelenişi gibi, sil baştan bir düzene ilerliyor bu ahvâl. Yeni düzene yeni argümanlar gerek. İmanımız, bu defa sondajın başka medeniyetlere yapılacağı yönünde.