Bir gün şehre efsane bir kaymakam gelir, adı “Yusuf Ziya Çelikkaya”

Yerlidir, millîdir. Âsım’dır, Mehmet’tir, Taha’dır. Ömer Seyfettin’in “Pembe İncili Kaftan” hikâyesindeki Türk elçisidir o. TİKA Bosna Temsilcisiyken beş kere, on kere, yirmi kere gösterir bunu da zâten. Türkçe âşığı, Türkiye âşığı, İslâm bağlısıdır.

RİVÂYETLERE göre, bir ilde yarı meczup, orta yaşlı bir yazar yaşamaktaymış. Mühendis kökenliymiş bu yazar abimiz. Son yıllarda her şeyin proje ile anılır olmasına gıcık oluyormuş. Yürüme projesi, sağa bakma projesi, sola bakma projesi… “Proje” adı altında birçok saçma sapan iş yazıp devletten para koparma projesi…

Nefret ettiği iki şey varmış olgun yazarımızın: Bir, her sosyal faaliyete “proje” denilmesi… İki, her güzel düşüncenin parasızlığa toslaması…

Bir fikir gelmiş aklına. Yarısını kendi ders verdiği yazarlık mektebinden, kalan yarısını da çevresindeki iyi edebiyat öğretmenlerinden de destek alarak, ilinin 24 ulusal yazarını 24 eli kalem tutan lise öğrencisine okutmuş. “Gençler Yazarlarını Okuyor” adını vermiş işbu eylemine de. Ve ilin en güzel, en büyük ve en şirin parkında, her öğrenciyi evlerinden getirttiği yer minderlerine oturtarak, okudukları yazarları birbirine anlattırmış.

Bu anlamlı okuma/anlatma eylemi sırasında, sıradan görünümlü olağanüstü bir şey olmuş. Hepsi on altılı on yedili yaşlarındaki lise öğrencileri arasına elli yaşlarında, hafif beyaz saçlı, gözlüklü bir amcaları sessizce gelip oturmuş. Yemyeşil çimenlerim üstüne, âdeta yer sofrasında bağdaş kurarcasına oturan bu amcayı kimse tanımıyormuş üstelik. Her öğrencinin okuduğu yazarı beşer dakika anlattığı okuma eylemi, iki saati aşkın süre devam etmiş. O amca da çıtını çıkartmadan iki saat boyunca dikkatle dinlemiş anlatılanları.

Programın sonunda her öğrenciye Necip Fazıl’ın Çile’sini, Cemil Meriç’in Bu Ülke’sini, Mustafa Kutlu’nun Yoksulluk İçimizde’sini, Sezai Karakoç’un Mona Rosa’sını, D. Mehmet Doğan’ın Batılılaşma İhaneti’ni bez bir torba içinde hediye eden amcanın kimliği merak edilmiş. En sonunda öğrenilmiş ki, Adapazarı Kaymakamı Yusuf Ziya Çelikkaya’ymış bu tevazu âbidesi amcanın adı.

Evet, bir gün şehre bir kaymakam gelmiş ve çok şey değişmiş. Şair bir kaymakammış o. Çevirmen bir kaymakammış. Üstelik bağlama ve cura çalıp türkü söylüyormuş. Bitmedi, ney de üflüyormuş. Bir gün çatkapı bir fakirin evindeymiş, başka bir gün çatkapı bir emekli müezzinin… Garip gurebânın, fakir fukarânın dostuymuş edip üdebânın dostu olduğu kadar…

O, şehre gelmiş geçmiş kaymakamlar arasında en entelektüeliymiş hiç şüphesiz. 2 bin 600 yazarın üye olduğu ülkenin en büyük yazar teşkilâtının (TYB) lideri D. Mehmet Doğan’la da ahbapmış, Dombıracı Sedat Solakoğlu’yla da.

Üç yüz bin kişilik şehirdeki tüm yazarların kitaplarından otuzar adet aldırtıp liselerde “öğrenci-yazar buluşmaları” düzenlemiş defalarca. Yetenekli öğrencilere de sahip çıkmış, kimsenin kapısını çalmadığı o şehrin yazarlarına da. İlin vilâyet oluş yıldönümlerinde ilin şairlerini bir araya getirip şiir şöleni de düzenlemiş.

Kapısı herkese açıkmış. Ama en çok gariplerle şair ve yazarlara. Mâkâmındaki misafir koltuklarında en sık konaklayanlar, şairler yazarlar ve sanat ehli insanlarmış. Hele “Yaşayan Nasrettin Hoca” lakaplı emekli müezzin Hâfız Hasan Çolak, en müdâvimiymiş mâkâmının. O da hocanın evinin… Sık sık “Dönülmez Akşamın Ufkundayız”ı, “Gamzedeyim Deva Bulmam”ı, “Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın”ı meşk ediyorlarmış birlikte.

Usûlet ve suhuletle yaparmış her işini. Yumuşaklık ve usûlünce… Kızdıklarına gözlüklerinin üzerinden şöyle bir bakması yetiyormuş. Beş yıl boyunca ortalıkta hiç görülmemiş. Ki iyi bilirmiş, asıl iş görenler, “görülmeden iş yapanlar”dır. Görenler zâten görüyorlarmış. Basına düşmemiş hiç, yaptıkları yazılmış en fazla.

“Şehre gelen en entelektüel kaymakam” demiştik ya, açalım biraz bunu…

28 Şubat sürecinde Kaymakamımız, Ankara’daki Bakanlıkta kızaktadır. O günlerde MERNİS Projesi için eleman alımı yapılmaktadır. O işin genel müdürü -ki daha sonra valilik ve milletvekilliği de yapacak, iki de roman yazacaktır- mülâkat kuruluna talimat verir: “Kurula Yusuf Bey’i de gayr-ı resmî üye olarak gönderiyorum. Onun tecrübesinden faydalanın.”


Her birinin özgeçmişinde ODTÜ, Hacettepe, Boğaziçi, İTÜ, Bilkent diploması olan, birbirinden iyi okullardan mezun gençler sırayla mülâkata girerler. Diğer kurul üyeleri soru sormaya başlamadan bizim Kaymakam Beyimiz sorar:

-En son okuduğun roman?

-Filan…

-Romanın ana kahramanlarını say?

-Erkek kahramanı filan, kadın kahramanı şu…

-Aferin… Romanın teması?

-Şu şu şu...

-İyi… Romanda geçen filan sahnenin psikolojik analizini yap bakalım…

-Böyle böyle böyle…

-Aferin… Bu arkadaşı işe aldık. İşâretleyin arkadaşlar!

Bu durum bir sahnelenir, iki sahnelenir; üç, dört, beş... Mülâkatlar MERNİS alımı değil, edebiyat asistanı alımına dönüşmüştür. Ertesi sabah işe başlamadan kurulun resmî atanmış üyeleri, genel müdüre çıkıp Yusuf Bey’i şikâyete kalkışırlar. Genel Müdür kararlıdır: “Yusuf Bey kimi diyorsa onu işe alın. Devam!”

İşte o efsane kaymakam, bu Yusuf Beyimizdir!

Pratiktir. Çözümcüdür…

Urfa Haliliye Kaymakamı’dır. Elli yılda bir görülecek yağmurlu, karlı, tipili, göz gözü görmez bir akşamdır. Suriye’den kanlı savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınanların barındığı kampta sorun vardır. Kürt ve Arap kökenli kardeşlerimiz, gıda ve kömür dağıtımı sırasında, “Önce ben alacağım, sonra sen” kavgası yapmıştır ve ortalık savaş alanına dönmüştür. Kaymakamdan çözüm beklenir acilen.

Kaymakam Bey, bir kamyonun kasasına çıkar. Bir yanına Arap tercümanı, diğer yanına Kürt tercümanı alır. Mikrofondan, eğer durup sıraya girmezlerse yardımı keseceğini söyler. Tercümanlar bu sözleri kendi dillerinden de duyurur. Kargaşa bir anda kesilir. Herkes kuyruğa girer, düzen intizam hâkim olur yeniden. Sorun çözülmüştür. Aracına binip evine yönelen Yusuf Bey’in birkaç yüz metre uzakta, saçakların altına sığınıp titreşen birkaç yüz kişilik bir gruba ilişir gözleri. Emin olmak ister, önce kendi gözlüklerini, sonra aracın camlarını siler. Doğrudur gördükleri. Korumasına sordurur: “Kimdir bunlar?” Cevap gelir: Suriye’den gelen Türkmenler…

“Ey benim güzel milletim! Bırak kargaşa çıkartmayı, devletinizden yarım istemeye bile çekiniyorsunuz” sözleri çıkar ağzından ve talimat verir: “Ne ihtiyaçları varsa hemen verin!”

Yusuf Ziya Kaymakam budur işte! Yerlidir, millîdir. Âsım’dır, Mehmet’tir, Taha’dır. Ömer Seyfettin’in “Pembe İncili Kaftan” hikâyesindeki Türk elçisidir o. TİKA Bosna Temsilcisiyken beş kere, on kere, yirmi kere gösterir bunu da zâten. Türkçe âşığı, Türkiye âşığı, İslâm bağlısıdır.

Manisa Demirci Gömeçler köyünün fahri imamı Nurullah Hoca’nın oğlundan ne beklenebilir ki başka? Üç çocuğunun adından da belli değil midir zaten: Elif Sıla, Merve İlay, Zeynep Ceren… Eski ile yeninin bileşiminden, bileşkesinden doğan üç isim Elif, Merve, Zeynep bir yanda; Sıla, İlay ve Ceren diğer yandadır. Yahya Kemal’in “kökü mâzide âti” dediği türden… Unutmadan, Manisa Demirci Belediyesi’nin eski başkanının kızıyla, Ümmühan Hanım’la evlidir.

Şeker gibi adamdır. Bilmem, şeker hastası olmasının bununla bir alâkası var mıdır? Çelimsiz, ortanın az altında bir boy, zayıfça, uzunca, karağızca bir Yörük yüzü, koyu renk çerçeveli gözlüklerinin arkasından bakan zeki ve kararlı bir çift göz, yüzüyle mütenasip uyumlu bir burun ve siyah, kalın, hafif aşağıya kıvrık, Orta Asya’dan on beş sene önce gelmiş havası veren bıyıklar… Yusuf Ziya Çelikkaya Kaymakamımız budur!

Ankara Ayaş, Afyon Emirdağ, İstanbul Sultangazi, Urfa Haliliye Kaymakamlığı yapmıştır. Beş yıldır da Sakarya Adapazarı… Artık İzmit Kaymakamı’dır.

Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir. (Onu şubemize üye yapan dönemin başkanı Hasan Topçu’ya bu vesileyle hassaten teşekkür ederiz.)

Mâkâmından ayrılırken, telefonda vedâ ederken “Hayırlara karşı” diye uğurlar dostlarını. Biz de ona, “Hayırlara karşı Yusuf Ziya Kaymakam” diyoruz.

Milletimize hizmetin, edebiyata himmetin daim olsun aziz dost, tevazu ve edep âbidesi kardeşimiz!