
İNSAN hayatında bazı
olaylar vardır ki unutulamaz, belleğinde hep durur. Benim de hayatımda
unutamadığım olaylar olmuştur. Onlardan biri kar soğuğudur. Evet, yanlış okumadınız,
bildiğiniz, donduran kar soğuğu… Hayatımda üç kez üşüdüğüm soğuğu unutamam.
Birincisi
çocukluk yıllarıma rastlar. Evimizden iki üç saat uzaklıkta bulunan ilkokula
giderken kış gelince kar yağar ve derelerden geçerken ayakkabılar su alır,
sonra o kar suyu ve soğuğu ile birleşince ayak parmaklarımız resmen uyuşur ve hissedilmez
olurdu. İkincisini üniversiteye başladığım sene, 87’nin 27 Aralık’ında,
Erzurum’da yaşadım. Erzurum’un soğuğu beni öyle bir çarptı ki, upuzun
yatırmıştı, onu da hiç unutamam. Üçüncüsünü ise 2017’nin 23 Ocak’ında, Konya’da
yaşadım. Ancak ben bu soğukları anlatmayacağım, Konya’dan bahsedeceğim.
Konya,
Türkiye’nin yüzölçümü
açısından en büyük, nüfus bakımından yedinci büyük ili olarak bilinir. Nüfusu 2
milyonun üzerinde olan Konya, ekonomik açıdan da Türkiye'nin gelişmiş
vilayetlerinden biridir.
Roma,
Bizans, Selçuklu, Karamanoğulları ve Osmanlı gibi devletlerin izlerini taşıyan
Konya, Selçuklulara ve Karamanoğullarına yaklaşık iki
yüz yıl başkentlik yapan bir şehirdir. Şehir gezilirken bu özelliği hemen
hissediliyor. Aynı zamanda Türkiye’nin önemli sanayi şehirlerinden de biridir.
Uzun
zamandır zihnî plânda var olan Konya gezisi, 2017’nin 23 Ocak’ında nasip oldu.[i] Konya-İstanbul arası
normal şartlarda uçakla 50 dakikadır. 2017’nin 23 Ocak Pazartesi günü sabahı,
erken saatlerde Konya Havaalanı’na iniyoruz ve bizi buz gibi bir hava
karşılıyor. Öyle ki, avurt dolusu sigara dumanı üfler gibi nefesimiz
savruluyor.
Merkeze
takriben 20 kilometre olan havaalanı, mütevazı ve sade bir şekilde yapılmış. HAVAŞ
otobüslerinin kişi başı 10 lira aldığını, taksininse 50 liraya gittiğini
öğrenince, hem soğuk havada bekleyip, hem de otobüse 40 lira verene kadar,
taksiye 10 lira fazla verip rahat rahat gitmek daha akıllıca geldi. Çıkışta
bekleyen bir taksiye atladık ve doğru Konya Merkez Öğretmen Evi’ne doğru yola
çıktık. Düz ve geniş olan yollarda henüz in cin yoktu. Yol hariç, etraf karla
örtülmüş hâlde bembeyazdı. Şehir merkezine doğru yaklaştıkça tek tük arabaya
rastlamaya başladık.
Şoför,
önce gideceğimiz yerin adresini sordu. “Konya Merkez Öğretmen Evi” deyince bir
tereddüt yaşadı ve “Hangisi acaba?” diyerek arkadaşını aradı. Arkadaşına, “Alâeddin
Tepesi’nin oradaki mi?” diye sordu. O arada biz de Şemsi Tebriz Mahallesi’nde
olduğunu internetten öğrendik, böylece gideceğimiz adres netleşmiş oldu. Yaklaşık
20-25 dakika sonra daha önce rezervasyon yaptırdığımız mekâna ulaştık. Taksici
bizi öğretmen evinin önünde bıraktı ve gitti.
Binanın
dış cephesi vişneçürüğü renginde ve bakımsız görünüyordu. Açmak için kapıya
dayandım, kapı kilitli; “Acaba yanlış mı geldik?” sorusu zihnimden geçerken,
duvara yapıştırılan “Giriş yandadır” yazısını okudum ve ok istikametinde sağ
tarafa doğru yöneldik. Bu sefer de başka bir kapının önüne geldik, fakat orası
da kapalıydı. Sağdan devam eden beton üzerine serilmiş büyük paspasları görünce
o tarafa yöneldik ve nihayet “Konya Öğretmen Evi” tabelasını gördüm.
Sonunda
öğretmen evini bulduk. O paspasları neden koyduklarını, betonun üzerindeki
gizli buzlanmayı görünce anladık. Öğretmen evine girince yüzümüze vuran
sıcaklığın kıymetini dışardaki soğuk belirliyordu. Odalarımızda istirahate
çekildiğimizde saat dokuz sularıydı.
Biraz dinlendikten sonra gezi plânına aldığımız Mevlâna Müzesi, Şems-i Tebrizî Türbesi, Alâeddin Camii, İnce Minareli Medrese, Karatay Medresesi, Sille Köyü, Sırçalı Medrese, Arkeoloji Müzesi ve sonradan programa dâhil olan Sahip Ata Külliyesi’ni ziyaret etmeye çıktık. Bunların yanında Selimiye Camii, Aziziye Camii, İplikçi Camii, Dursun Fakih Camii ve Ak Cami’nin de uğrak yerlerimiz arasında olacağından habersizdik. Sille Köyü hariç, diğer mekânların hepsi birbirine yürüme mesafesinde olduğundan, bir araca binme ihtiyacı hissetmedik. Önce Konya ile özdeşleşen Mevlâna Müzesi ile gezimize başlıyoruz.
Mevlâna
Müzesi
Şems-i
Tebriz Mahallesi’ndeki Konya Merkez Öğretmen Evi’ninin arkasındaki caddenin adı,
Mevlâna Caddesi’dir. Yollar geniş ve düz, sokak ve caddeler hem insan, hem de
taşıt açısından tenha (ya da İstanbul’a nazaran bize öyle geliyor).
Alâeddin
Tepesi’ni arkanıza alarak cadde boyu yürüdüğünüzde Mevlâna Türbesi’ne
ulaşırsınız. Zaten caddenin sonuna doğru dikkatle baktığınızda, Mevlâna
Müzesi’nin koni şeklindeki yeşil kubbesini görürsünüz. Mevlâna’nın türbesine “Yeşil
Kubbe” de denilmektedir. Mevlâna, tam bu kubbenin altında yatmaktadır. Türbe,
bahçesiyle birlikte çok geniş bir alana sahiptir.
Mevlâna,
1207 yılında Belh’de doğar, 1273’te ise Konya’da vefat eder. Rivayete göre 1212
yılında Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled, ilmî bir tartışma yüzünden Belh
şehrinden ayrılır. Mevlâna henüz 5-6 yaşlarındadır. Nişabur’a gelirler, Ferîdüddin-i
Attar’ın misafiri olurlar. Attar, Mevlâna’nın yanından hiç
ayırmadığı “Esrarname” adlı eserini hediye eder. Nişabur’dan
ayrılarak yolculuğa devam ederler.
Bağdat’a, oradan da Mekke’ye giderler. Sonra Şam üzerinden Anadolu’ya geçerler.
Erzincan, Akşehir, Karaman’da (Larende) konaklarlar. Bu konaklama yedi yıl kadar sürer.
On sekiz yaşlarına geldiğinde Mevlâna, Semerkantlı Lala
Şerafettin’in kızı Gevher Hatun ile evlenir. Çocukları Mehmet Bahaeddin (Sultan Veled)
ile Alâeddin Mehmet, Karaman’da doğar. Alâeddin
Keykubat, Bahaeddin Veled’i ve Mevlâna’yı Konya’ya
davet eder. Onları Konya’da layıkıyla karşılar. Bahaeddin Veled, Keykubat’ın
sarayda kalma teklifini kabul etmez ve bugünkü İplikçi Camii’nin yanında
bulunan Altınapa Medresesi’nde
ikâmet eder.
Bahaeddin Veled 1231 yılında, Konya’da vefat eder, Selçuklu
Sarayı’nın gül bahçesine defnedilir. Selçuklu sultanının buyruğu
ve Bahaeddin Veled’in talebelerinin ısrarlarıyla Mevlâna, babasının yerine
medresede ders vermeye başlar. Bir yıl sonra, babasının öğrencilerinden Tebrizli Seyyid Burhaneddin ile
buluşur ve onun ilminden faydalanmak için dokuz sene Burhaneddin’e talebelik
yapar. Seyr-u sülûk eğitiminden geçer. Halep ve
Şam tarafında ilim için seyahatlerde bulunur. Sonra Konya’da, hocasının
gözetiminde üç kez çile çıkartır[ii]. Sonra Seyyid Burhanettin, Konya’yı
terk ederek Kayseri’ye gider ve 1241’de Kayseri’de vefat eder. Mevlâna hocasını
bir türlü unutamaz.
Rivayete göre 1244’te Konya’nın Şeker Tacirleri Hanı’na bir
gezgin gelir. Adı Şemsettin Muhammed
Tebrizî’dir.
İplikçi Medresesi'ne doğru giderken Mevlâna’yı atının
üstünde talebeleriyle gelirken görür ve atın dizginlerini tutarak ona bazı
sorular sorar. Mevlâna’nın verdiği cevaplar çok hoşuna gider. Tebrizli Şems
cevaplar karşısında “Allah Allah!” diye haykırarak onu kucaklar. Oradan Mevlâna’nın seçkin talebelerinden Selahaddin Zerkub’un
odasına gider ve 40 gün veya 6 ay süren bir hâl birliği geçirirler.
Bu
sırada Mevlâna’nın yaşamında büyük bir değişme olur ve yepyeni bir kişilik
ortaya çıkar. Mevlâna artık vaazları, dersleri, görevleri, kısaca mutat her
eylemi terk etmeye başlar. Kitapları bırakır, dostlarını, talebelerini ihmâl
eder. Mevlâna’nın bu durumuna Konya’nın her kesiminden itirazlar yükselir: “Kimdir
bu adam? Ne yapmaya çalışıyor? Mevlâna ile sevenleri arasına nasıl girer?”
Şikâyet
ve ayıplamalar o kadar artar ki, bazıları Tebrizli Şems’i ölümle tehdit
ederler. Anlatılara göre olaylar o kadar büyür ki, bir gün canı çok sıkılan
Tebrizli Şems, Mevlâna’ya Kur’an’dan, “(Hızır)
şöyle dedi: ‘İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana,
sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim’”[iii] ayetini okur ve bir gece
habersizce Konya’yı terk eder (1245).
Tebrizli
Şems'in gidişinden son derece etkilenen Mevlâna kimseyi görmek istemez, kimseyi
kabul etmez, yemeden içmeden kesilir, dost
meclislerine katılmaz. Mevlâna her
tarafa gönderdiği elçileri aracılığıyla Şems'i aratır. Sonunda onun Şam’da
olduğunu öğrenir. Oğlu Sultan
Veled ve birkaç arkadaşını Şems’i alıp getirmeleri için Şam’a gönderir. Durumu
Şems’e anlatırlar ve Konya’ya dönmesine ikna ederler. Döndükten sonra her şey
yoluna girer.
Bir müddet sonra Mevlâna ile Şems yine eski muhabbetlerine
dönerler. Ancak bu durum fazla uzun sürmez. Zira dervişler, Mevlâna’yı Şems’ten
uzak tutmak isterler. Mevlâna’nın bu tavır ve davranışlarına halk da
öfkelenmeye başlar. Artık bu baskılara dayanamayan Şems, “Bu sefer öyle bir
gideceğim ki, nerede olduğumu kimse bilmeyecek” der ve 1247 senesinde bir gün
ortadan kaybolur. Çok üzülen Mevlâna bir süre sonra ümidini keser, eski görev
ve sorumluluklarının başına geri döner.
1273
yılında Mevlâna vefat edince, oğlu Sultan Veled, babasının mezarı üzerine türbe
yaptırmak isteyenlerin bu isteklerini geri çevirmez ve Mevlâna’ya bir türbe
yapılır. Bu tarihten sonra türbenin çevresine birçok ekleme yapılır ve bugünkü
hâline gelir.
Mevlâna
Türbesi’nin avlusuna “Dervişân Kapısı” denilen kapıdan girilir. Avluda derviş
odaları vardır. O odalarda Selçuklu ve Osmanlı’ya ait çeşitli orijinal eserler
sergilenmektedir. Dergâhın bir bölümünde sandukalar, bir bölümünde de semahane
vardır. Diğer bir bölümü ise mescit olarak kullanılmaktadır. Başka bir bölümde
ise Mevlâna ve aile fertlerinin mezarları yer almaktadır. Dergâhın avlusunda -aklımda
kaldığı kadarıyla- 17 oda bulunmaktadır. Mutfak bölümünde yemek pişirme ve
sofraya oturma biçimleri mankenlerle anlatılmaya çalışılmıştır. Türbe, 1926
yılından sonra müze olarak ziyarete açılmıştır.
Şems-i
Tebrizî Türbesi
Şemsi
Tebrizî Camii ve Türbesini ziyaret için Mevlâna Müzesi’nden ayrılıyoruz.
Müzeden çıktıktan sonra kendimizi Selimiye Camii önünde buluyoruz. Caminin
önünde geniş bir alan var, insana ferahlık veriyor. Selimiye Camii, duruşuyla
bizi davet ediyor. Oraya kadar gelmişiz, uğramazsak olmazdı. Ona da bir selâm
verelim diye kapısına doğru yöneliyoruz, fakat hevesimiz kursağımızda kalıyor.
Çünkü kapısının kilitli olduğunu fark ediyoruz. O arada giriş kısmı brandayla
kapatılmış olan son cemaat yerinden iki adam çıkıyor. İkisi de bıyıklı, orta
boylarda, sarı saçlı; birinin gözleri yeşil, diğerininki kahve renkli.
Gözü
kahve renkli olan, “Bunlar Selçuklu eseri Selçuklu, Osmanlı bir şey yapmadı!” diyerek
yürüyor, bana da “Gel!” diye işaret ediyordu. Ben de bir şeyler anlatacağını
zannederek adama yaklaştım. Adam, “Ben Yörüğüm, Selçukluyum! Osmanlı kırma,
onlar Avrupa’ya hizmet ettiler, buralarda bir hizmetleri yok” diyerek Osmanlı’ya
karşı tepkisini ortaya koydu. Ben de “Bursa, İstanbul, Edirne?” dedim. Adam
gözlerini belertti, “Başka?” dedi. Baktım, adam cidden kızgın, konuşulacak,
tartışılacak gibi değildi, “Haklısın” dedim ve yoluma devam ettim.
Sonra
Selimiye’nin, Osmanlı klasik mimarisinin Konya’daki en güzel eserlerinden biri
olduğunu öğrendim. Bu bilgiden sonra adamın bu serzenişine bir kez daha
şaşırdım. Hem de Osmanlı eseri bir camiden çıkan bir kişinin buralara “Osmanlı
hizmet etmedi” demesi ilginçti.
Geldiğimiz
caddeden Alâeddin Tepesi’ne doğru geri yürümeye başladık. Fakat sol tarafımızda
bir minare, âdeta bizi kendine çekiyordu. Piri Mehmet Çarşısı’nı geride
bırakarak Aziziye Çarşısı’na geçtik ve oradan bizi çağıran Aziziye Camii’ne
vardık. Türk Barok[iv]
üslûbunda, 1671-1676 yılları arasında Şeyh Ahmet tarafından yaptırılan cami
yandığı için, yerine 1867 yılında Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevnihâl adına
yeniden bugünkü cami yaptırılmış ve bu adla anılır olmuş. Kesme taş ile yapılan
cami, son Osmanlı mimarisinin muazzam bir eseri sayılır. Ancak tadilat ve
tamirat nedeniyle bu cami de kapalıydı ve hava bıçak gibi kesiyordu. Fakat
Aziziye Çarşısı’nda içilen salep içimizi biraz olsun ısıttı.
Valilik
binasının önünden geçerken geniş meydanlar dikkatimizi çekiyor. Bu geniş
meydanların boş ve atıl olduklarını sanmayın. Üstü boş, fakat meydanın altında
çarşısı var.
Güneş,
bulutların arkasından kendini gösteriyor, sonra geri çekiliyor, bizimle âdeta
oyun oynuyordu. Öğle vaktinin geldiğini yanı başımızdaki camiden yükselen ezan
sesinden anlıyoruz. Tam da İplikçi Camii önüne geldiğimizi fark ediyor ve
davete icabet ediyoruz.
Tarihte
“Ebulfazl”, “Ahmet Bey” ve “İplikçi” gibi adlarla anılan bu cami, 12. yüzyıl
sonu ile 13. yüzyıl başlarında yapıldığı tahmin ediliyor. Cami birçok kez yıkılmış
ve yerine yenisi yapılmış. Böylece günümüze kadar gelebilmiş. Şemseddin
Altınoba tarafından 1201 yılından sonra yaptırıldığı, Somuncu Ebubekir
tarafından genişletilerek yenilendiği kayıtlarda (1332). Cami, İplikçiler Çarşısı’nda
bulunduğu için “İplikçi Camii” adıyla anılıyor.
İplikçi
Camii’nden sonra Şems-i Tebrizî Camii ve Türbesine epeyce yaklaşmış
bulunuyoruz. Mevlâna ziyaret edilir de Şems atlanır mı? Tebrizli bir Azeri
Türk’ü olan Şems’in, Mevlâna’nın hayatında önemli bir yeri olduğunu yukarıda
vurgulamıştık.
Şemsin
hayatı ile ilgili kayıtlarda şu bilgilere rastlanır: Şems, Doğu
Azerbaycan eyaletinin merkezi olan Tebriz şehrinde, 1185 yılında
dünyaya gelir. Daha küçük yaşlarda dinî ve manevî ilimlerde gösterdiği başarı ve
kabiliyeti dikkat çeker. Bundan dolayı “Şemseddin”, yani “dinin güneşi”
lakabıyla tanınır. Dinî ilimleri öğrendikten sonra, genç
yaşında
Tebrizli Ebubekir Sellaf’a talebe olur. Ününü duyduğu bütün meşhur hocalardan feyz almaya çalışır ve bu sebeple diyar diyar dolaşır. Bu gezginliğinden dolayı
kendisine “Şemseddin Perende” (dinin
uçan güneşi) de
denmiştir.
Birçok
mutasavvıftan ders aldığı gibi, Necmeddin Kübra’nın halifelerinden olan
Centli Baba Kemal’e de intisap ederek ondan da feyz alır. İlme
bir türlü doymayan Tebrizli Şems, devamlı bir arayış içerisindedir. Bir gün
manevî bir işaret üzerine Mevlâna’yı aramaya çıkar. Yukarıda belirttiğimiz gibi
Mevlâna’yı Konya’daki İplikçiler Çarşısı’nda bulur ve az önce zikrettiğimiz
olaylar silsilesinin içinde bulur kendisini.[v]
Şems’in
kabri olduğuna inanılan türbe ve cami, Konya’da, Şems-i Tebrizî Mahallesi’ndeki
Şems Parkı’nın içinde yer alıyor. Etraf karla kaplı, eminim baharda daha yeşil
oluyordur. Bugünkü yapı 1510 yılında, Abdürrezakoğlu Emir İshak Bey tarafından
mescitle birlikte elden geçirilerek genişletilmiş. Belgelerde ilk yapının 13.
yüzyıla ait olduğu belirtiliyor. Ancak kim tarafından yaptırıldığı hususunda
kesin bir bilgi yok. Türbe, cami bölümüyle bitişik durumda ve üzeri piramidal
külahla örtülü.
Türbe
bölümünde, üzeri yeşil kumaşla örtülü büyük bir sanduka var. Türbenin tavanı geometrik
motiflerle süslenmiş. Cami kısmının mihrap, minber ve tavan kısmının işlemeleri
görmeye değer bir emeğin ürünü.
Buz gibi havanın dondurucu soğuğu, Şems Camii’ne girdiğimizde son buldu. Isındığımızı hissettik.
Karatay Medresesi, Selçuklu döneminde tefsir ve hadis tahsili için kurulmuştur. Tek katlı mütevazı ve sille taşından inşa edilen bir binası vardır. Giriş kapısı, süslemesi ve kitabesiyle yapının bir özeti gibidir. Kubbeye geçiş elemanı olan üçgenlerde Muhammed, İsa, Musa ve Davut Peygamberlerin isimlerinin yazılmış olması dikkat çekicidir.
Karatay
Medresesi
Şemsi
Tebrizî Camii yakınında bulunan Karatay Medresesi’ne geçiyoruz. Karatay
Medresesi[vi], insanı ferahlatan II.
Kılıçaslan Meydanı’nın yanında bir inci gibi durmaktadır. Bu medrese, II.
İzzettin Keykavus döneminde Emir Celalettin Karatay tarafından 1251 yılında
yaptırılır. Mimarı belli değildir, fakat uzun ömürlü olan medrese, 19. yüzyılın
sonuna kadar hizmet vermiştir. Burası Selçuklu döneminde tefsir ve hadis
tahsili için kurulmuştur. Tek katlı mütevazı ve sille taşından inşa edilen bir
binası vardır. Giriş kapısı, süslemesi ve kitabesiyle yapının bir özeti
gibidir. Kubbeye geçiş elemanı olan üçgenlerde Muhammed, İsa, Musa ve Davut Peygamberlerin
isimlerinin yazılmış olması dikkat çekicidir.
Medreseyi
yaptıran Karatay’ın türbesi de eyvanın güneyindeki kubbeli hücrede
bulunmaktadır. Bugün müze olarak kullanılan medresede sergilenen seramik
üzerindeki resimler, sarnıç, havuz, su kanalı ve o dönemde kullanılan cam
kaplar ilgi çekiciydi. Ancak müzede görevli kişilerden bu konularda yeterli
bilgi alamadık.
Bu
tarihî mekânları gezerken bir şey daha dikkatimizi çekiyor. Mevlâna Müzesi ve
Şems Türbesi hariç, diğer mekânların ziyaretçisi neredeyse yok gibi. Mevsim kış
olduğundan mı, yoksa insanların tarihe ve kültüre ilgisiz olduğundan mıdır,
bilinmez.
Alâeddin
Camii
Alâeddin
Tepesi’ne hâkim vaziyette duran Alâeddin Camii, “Ben buradayım!” deyip
duruyordu. Zaten Karatay Medresesi’ne çok yakındı. Alâeddin Camii, Alâeddin Tepesi’nde, Anadolu Selçuklu Devleti tarafından “şehrin ulu camisi” olarak
inşa edilen camidir. Tepe, ilk yerleşim yerlerinden biri olarak bilinir.
Alâeddin
Tepesi’nin M.Ö. 3000’lerde yerleşim yeri olarak kullanıldığı tespit edilmiştir. Daha
sonra sırasıyla Frig, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde
de yerleşim yeri olarak kullanılmaya devam edilmiş. Günümüzde ise bir mesire alanı
olarak kullanılmaktadır.
Tepede
yer alan ve günümüze kadar ulaşan yapılar, Alâeddin Camii ve kümbetleridir. 1220
yılında tamamlanan bu cami, adını Selçuklu Sultanı Keykubad’dan
alır. II. Kılıçarslan tarafından
yaptırılan avludaki kümbette ise, II. Kılıçarslan dâhil olmak üzere sekiz
sultanın mezarı bulunur. Yine Selçuklular döneminde tepenin kuzeyine bir de
saray yaptırılmıştır.
Merdivenlerden
tepeye doğru çıkıyoruz, fakat kapalı bir kapıyla karşılaşıyoruz. Bu sefer
tekrar basamakları inerek diğer taraftaki kapıya yöneliyor, tadilat ve tamiratta
olan Alâeddin Camii’ne ulaşıyoruz.
Cami
suskun ve mahzundu. Temizlik işlerini yapan yaşlı bir amca minberi gösterdi, “Bu
orijinaldir ve 800 yıllıktır!” diye de ekledi. Gerçekten minber, ahşap oyma
sanatının bir şaheseri gibi duruyordu. Zamana direnmekten yorgun düştüğü de her
hâlinden anlaşılıyordu. Vaaz kürsüsü, müezzin mahfeli, minber ve mihrap
ziyaretçilere birer sanat ziyafeti sunuyordu.
Alâeddin Camii’ne çok yakın olan ziyaret yerlerimizden biri de İnce Minareli Medrese idi. Yürüyerek oraya geçiyoruz.
İnce
Minareli Medrese
İnce
Minareli Medrese, günümüzde taş eserler müzesi olarak hizmet vermektedir.
Müzedeki eserler hakikaten görülmeye değerdi. Dönemin sanatkârları taşlar üzerine
dantel işler gibi hat yazıları yazmışlar. Oyma ve kabartma yöntemleriyle
süslenen ahşap eserlere hayran olmamak elde değil. Ancak bu eserleri
görebilmenin bir bedeli var. 5 liranız yoksa bu sanat eserlerinden mahrum
kalırsınız.
İkindi
ezanı okunalı hayli vakit olmuştu, tarihî eserlerse gezmekle bitecek gibi değillerdi.
Artık ikametgâhımız olan öğretmen evine doğru gitmenin vakti gelmişti. Konya’yı
bir günde gezmenin mümkün olmadığını anladık ve konakladığımız öğretmen evine
döndük. Elbette gezdiğimiz yerler, gördüğümüz eserler çok güzeldi, fakat
odamıza girdiğimizdeki o sıcaklık bambaşkaydı. Dışarısı ne kadar soğuksa,
odalarımız da o kadar sıcak idi.
Müdürlükten
Bakanlık Başmüfettişliği’ne kadar mesleğinin zirvesine tırmanmış olan liseden
bir hocam vardı. Efsane müdürümüz Hacı Musa Ömeroğlu… Konya’ya gelip de
kendilerini aramamak olmazdı. Ama kaldığım yere yakında mı, uzakta mı oturuyordu,
hem o günlerde Konya’da mı, şehir dışında mı, bilmiyordum. Şansımı denemeliydim
ve aradım. Aradığımda kulağıma gelen ses, onun sesiydi, sesini tınısından
tanıyordum. Hoş beşten sonra, görüşebilmemizin mümkün olup olamayacağını
sordum. Arabasını yüklediğini ve sabah Adana’ya yola çıkacağını söyledikten
sonra “Ben seni arayacağım” diyerek telefonu kapattı. Yarım saat kadar bir
zaman geçti, ben hâlâ telefon bekliyordum. Resepsiyona indiğimde bir de ne
göreyim, Hocam gelmiş ve beni soruyordu. Havaalanı tarafında, epeyce uzakta
oturuyormuş ve hemen yola çıkmış. Her zamanki gibi yine büyüklüğünü göstererek
kendileri geldiler. Mahcubiyetle birlikte çok memnun oldum.
Eğitimden,
genel gidişattan, kitap okumaktan, toprakla uğraşmaktan, emeklilikten ve daha
birçok konudan konuştuk. Bu arada Cengiz Aytmatov’un “Dişi Kurdun Rüyaları” ile
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi José Saramago’nun “Ölüm
Bir Varmış, Bir Yokmuş” kitaplarını tavsiye etti. Hocamın tavsiyesi benim için bir
emir sayılırdı. İstanbul’a dönüşümde hemen aldım ve okuyacağım kitapların
arasına koydum.
Bir saatten fazla oturduk. Fakat zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Kendileri sabah erkenden yola çıkacağı için vedalaştık ve öğretmen evinden ayrıldılar. Biz de sabah gezimize Sille köyünden başlayalım diye kararlaştırdık.
Sille
köyü
Konya’da
ikinci gün ve geziye akşam kararlaştırdığımız gibi biraz uzak bir bölgeden
başladık, Sille köyünden. Aslında isabetli bir karar vermemişiz. Neden mi? Bunu
köye ulaştığımızda anladık; çünkü insanların çoğu henüz güne başlamamışlardı.
Köye
Alâeddin Bulvarı, İnce Minareli Medrese’nin önünden her yarım saatte bir otobüs
kalktığını önceki gün söylemişlerdi. Köy, Konya’nın kuzeybatısında, 8-9
kilometrelik bir mesafedeymiş. Hava yine bıçak gibi kesiyordu. “Bulvar
güzergâhında Ak Mescid’in yanındaki taksi durağına bir soralım da ona göre
otobüsle mi, taksiyle mi gideceğimize karar verelim” dedik.
Selâmdan
sonra, “Sille köyüne dolmuş, otobüs nereden kalkar, ücreti ne kadardır?” diye
sordum. Duraktaki kulübede iki kişi vardı. Kara yağız olan, olduğundan daha
yaşlı görünen sarışın, bıyıklı olana, “Yaşar, Sille köyüne buradan dolmuş var
mı?” diye sordu. O da “Dolmuş yok, otobüs var, fakat o da sık gitmez” dedi.
“Peki, taksi kaça gider?” diye sordum. “Otuz liraya götürürüm” dedi. Devamında,
“Sille köyü otuz beş lira yazıyor, otuz lira alıyoruz. Havaalanı elli beş
yazıyor, elli lira alıyoruz” dedi. Soğukta otobüs beklemektense taksiyle gitmek
daha mantıklı geldi ve taksiye atladık. Ver elini Sille köyü!
Taksi
şoförü Yaşar Bey, Su İşleri’nden emekli olduğunu ve taksi şoförü olarak çalışmaya
devam ettiğini söylüyor. “Ne yapacaksın, şartlar!” diyor, yutkunuyor ve
susuyor. Bir müddet sonra suskunluğunu bozarak son elli yılın en soğuk
günlerini yaşadıklarını söylüyor.
Altındaki
taksiyi durağın yeni aldığını ve 100 bin küsur lira olan arabayı 56 bine
aldıklarını, fakat devletin beş yıl çalıştırma şartı koyduğunu, beş yıldan önce
satamayacaklarını anlattı. Sağdan soldan konuşurken köye geldiğimizi söyledi. Köyün
girişinde indik, fakat her tarafta kar vardı. Taksi şoförü dönerken kartını uzattı,
“Ararsanız tekrar gelip alabilirim” dedi ve gitti.
Sille, Karabuğa dağları ile Takkeli dağı arasında Sille çayının
açtığı vadide yer alıyor. Köy iki dağın arasındaki bir vadiye kurulmuş. Köyün
ortasında ıslah edilmiş bir çay yatağı var, üzeri kar ve buz olduğu için suyun
akıp akmadığı belli olmuyordu. Çay üzerine yer yer kemerli köprüler yapılmıştı.
Köyün ortasından geçen çayın sağından geliş, solundan da dönüş yolu vardı. Bir
de ev aralarına giren sokak yolları… Fakat kar olduğu için sokaklara girme imkânı
yoku. Köyün girişindeki sokağın karını yukarıdaki camiye kadar biraz temizlemişlerdi.
O sokaktan yukarı doğru yürümeye başladık.
Caminin
önüne çıktığımızda orta yaşın üzerinde bir bey, kahvehanesinin kapısını açarak,
“Buyurun!” dedi. Selâmladıktan sonra kapıdan içeri girdim, baktım ki soba gürül
gürül yanıyor, sobanın üzerindeki güğümlerde su ısınıyor, çay demlenmiş
bekliyordu. “Şu tarihî camiye bir bakayım, geliyoruz” dedim. Kahvehanenin
karşısındaki camiye geçtim. “Ak Cami” adındaki ahşap ağırlıklı bu cami, adını
bulunduğu mahalleden almıştır. 1863 yılında Bektaşoğlu Mehmet ve oğlu Ahmet
Usta tarafından yapılmış. Ak Cami, Sille’nin en büyük ve en görkemli ahşap
mihrap, minber ve kürsülere sahip olan cami imiş. Caminin mihrap ve minberindeki
ajur (delikli örgü) teknikli bitkisel süslemeler görülmeye değerdi.
Camiyi gezdikten sonra köy kahvehanesine döndük. Başı takkeli, kır düşmüş hafif sakallı, gür kaşlı, solgun benizli ve uykusuzluktan mı, yoksa rahatsızlıktan mı gözleri kızarmış olan kahveci bizi bekliyordu. Bize “Buyurun!” dedi ve oturmamız için yer gösterdi. Selâmlaşma ve hoş beşten sonra doğma büyüme Silleli bu bey, adının Mustafa Ünal olduğunu ve kahvehaneyi çalıştırdığını söyledi.
Sahip Ata Külliyesi’nin yapımına 1259 yılında başlanmış, 1279-1280 yıllarında tamamlanmış. Mimarı Kelük bin Abdullah... Bugün itibarıyla cami ve hamam asıl hizmetini aktif olarak vermeye devam etmekte. Hanikâh ise müze olarak hizmet veriyor.
Kahvehanede
dörder kişilik siyah örtülü masalar, her masa etrafında düzgünce konulmuş
sandalyeler, her bir masa üzerinde de su dolu toprak testiler vardı. Duvarlara
tablolar asılmıştı. Tablolardan birinde beyaz bir at resmi vardı. Diğer birinde
ise topluca çekilen bir askerlik fotoğrafı duruyordu. Başka bir duvarda ise ot
taşıyan iki manda resmi asılıydı. Ocağın kenarında küçük bir televizyon duruyordu.
Fakat duvarda da plazma TV vardı. Mustafa Bey o gün ilk çaylarını sanırım bizim
için doldurdu. Sille köyünün Konya’dan daha erken dönemde kurulduğunu, çok eski
bir tarihinin olduğunu anlattı. Gelirken taksi şoförü, Müslüman ve Hıristiyanların
mezarlıkta karışık olarak gömüldüğünü söylemişti. Onu biraz açmak istedim Mustafa
Bey’e, fakat Mustafa Bey’in yüz hatları değişiverdi. “Hayır, öyle bir
karışıklık yoktur mezarımızda. Romalıların filan da mezarı yoktur buralarda,
çünkü onlar ölülerini yakıyorlarmış. Bunları en iyi bilen, köyümüzün en yaşlısı
olan kişi de böyle anlatıyor, ‘Soranlara da böyle anlatın!’ diyor” dedi.
Sille,
1220’li yıllarda Türk egemenliğine girmiş bir köy. Mustafa Bey’e köyde gezilip
görülecek yerleri soruyoruz. Köyün sonunda tarihî bir kilise olduğunu, dağın
yamacında mağaraların bulunduğunu, tarihî camilerin ve köy evlerinin olduğunu
söyledi. Ancak anayolu takip ederek gezebileceğimizi, sokak aralarından yürüme
şansımızın olmayacağı uyarısında da bulundu.
Mustafa
Bey’e “Allah’a ısmarladık!” diyerek oradan ayrılıyoruz. Tekrar anayola iniyoruz
ve köyün sonuna kadar gitmek üzere yürümeye başlıyoruz. Köy, gerçekten eski bir
yerleşime sahip. Girişindeki ve yol kenarındaki evleri restore etmeye
başlamışlar, fakat iç kesimlerinde kimi evler yıkılmış, kimi evlerse yıkılmak
üzere...
Yollarda
bir elin parmakları kadar insan yoktu. Biraz ilerleyince çayın karşı tarafında
bir çoban köpeği havlamaya başladı. Fakat bizden tarafa geçmeye pek niyeti
yoktu. Belli ki tedbir amaçlı havlıyordu. Biraz daha ilerledikten sonra hem
kilise, hem de köyün sonu göründü. Kilise, ilk
Hıristiyan Bizans İmparatoru Konstantin’in annesi Helena tarafından Michael Archangelos
adına M.S. 372’de inşa ettirilmiş. Camilerdeki vaaz kürsüsü ve minbere benzer
yapının bu kilisede de olması bana ilginç geldi.
Evler sille taşından inşa edilmiş. “Sille taşı” yörede önemli
bir yapı malzemesi olarak kabul ediliyor. 2 bin derece ısıya dayanıklı olması
nedeniyle tuğla ve kiremit fabrikalarında, kireç ocaklarının fırın yapımında tercih
ediliyor. Konya’daki pek çok eski bina ve özellikle camilerde bu taşlar
kullanılmış.
Silleden
dönerken hem birer sıcak çay içelim, hem de köylülerle hasbihâl edelim diye yol
kenarında Âlâ Börek Evi adıyla açılan küçük bir işletmeye uğradık. Uğradık ama
bir dokunduk, bin ah işittik. İki hanım bir araya gelerek kendi imkânlarıyla
bir çay ocağı açmış, börek, poğaça gibi yiyecekler satarak iaşelerini kazanmaya
çalışıyorlardı. Çayın yanında, sobada pişirdikleri patateslerden bize de ikram
ettiler. Hanımlardan biri, köyün SİT alanı ilan edildiğini, evlerin yıkılmak
üzere olduğunu, fakat devletin tamir etmediğini, kendilerine de tamir etme izni
vermediğini söyledi. Yazışmalardan bir sonuç alamadıklarını ve artık
bıktıklarını dile getirdi. “Artık köyden ayrılıp gidiyorlar” diyerek Kayabaşı Camii’ni örnek gösterdi. Mahalle ortasındaki caminin
şimdi etrafında hiçbir ev kalmamış ve cami orada tek başına kalmış. Sadece
Ramazan ayında teravih kılmak için açılıyormuş.
Otobüsle
dönmeye karar verdik, fakat köye gelen birinci otobüsü kaçırdık. Biraz yukarıda
olan dönüş yoluna tırmandık, ancak ikinci otobüsün gelmesine biraz vakit vardı.
Otobüs durağında bir süre bekledikten sonra gelen otobüse binerek Konya’ya geri
döndük.
Sırada Sırçalı Medrese vardı. Alâeddin Bulvarı’nda otobüsten indikten sonra birkaç denemeyle Sırçalı Medrese’yi bulduk. Bu arada Alâeddin Tepesi’nin Meram tarafında kalan bu medreseyi ararken ara sokaklara girmek zorunda kaldık. Sokaklardan geçerken kendimizi farklı bir memleketteymiş gibi hissettik. Tabelalar Arapça, grup hâlinde dolaşan ve Arapça konuşan geçlerle karşılaştık. Ayrı bir mahalle bibiydi. Suriyeli göçmenler olduğunu zaman geçmeden anladık. Belli ki Konya onlara da kucak açmıştı.
Sırçalı
Medrese
Anadolu
Selçuklu devrinin açık avlulu medrese tiplerinden biri Sırçalı Medrese. Kayıtlarda
bu medresenin fıkıh alanında ihtisaslaşma yeri olduğu belirtilir. II.
Gıyasettin Keyhüsrev zamanında, Bedreddin Muslıh tarafından 1242 yılında
yaptırılmıştır. Mimarı, Tuslu Osman oğlu Mehmet’tir. Medrese, çini mozaiklerle
süslü olduğu için “Sırçalı” olarak adlandırılmıştır. Medreseye giriş kapısının
sağında Bedreddin Muslıh ailesine ait bir türbe bulunmaktadır. Ayrıca medresede
öğrenci odaları ve kışlık dershane vardır.
Sırçalı
Medrese’yi bugün Anıtlar Müdürlüğü kullanıyormuş. Gördüğümüz diğer medreselere
göre daha suskun ve içine kapanmış bir hâli vardı. Girişte, sol tarafta çaycı,
ikinci katta saçlarının yarısı döküşmüş hâlde sigara tüttüren bir beyle
karşılaştık. Medrese hakkında bilgi edinmek için bir broşür veya kitapçık
istedim. Çaycı “Kalmadı!” dedi, diğer beyse “Olacaktı, hele arşive bakayım” dedi.
Çaycıdan anahtar alarak bir odanın kapısını açtı. Raflarda düzensiz istif
edilmiş klasörler vardı. Raflara baktı, bir şey bulamadı. “Kalmamış” diyerek odanın
kapısını kapattı. Önünden geçtiğim bir odanın kapısını açarak baktım, içeride bir
pinpon masası vardı. Hem medrese soğuk geldi, hem de kar yağmaya başladı. Dışarısı
oldukça soğuktu.
Çıktıktan
sonra bir kitapçıya Arkeoloji Müzesi’ni sordum. Elini uzatarak, “Bak, sarı
tabelalı dükkânın köşesinden sağa döndüğünüzde hemen oradadır!” dedi. Tarif
üzere aşağı doğru yürüdük ve köşeden dönünce kendimizi tarihî bir camiinin
önünde bulduk. Arkeoloji Müzesi’ni ararken, meğer Sahip Ata Camii’nin önüne
gelmişiz. Eserin adını sorduğumuzda, oranın cami, türbe, dükkânlar, çeşme, hanikâh
ve çifte hamamdan oluşan Sahip Ata Külliyesi olduğunu söylediler. Gezi
listemizde burası yoktu, fakat kader bizi buraya getirmişti.
Meram’ın Larende Caddesi’nde bulunan Sahip Ata Külliyesi’ni, Anadolu Selçukluları Veziri Sahip Ata Fahreddin Ali yaptırmış. Külliyenin yapımına 1259 yılında başlanmış, 1279-1280 yıllarında tamamlanmış. Mimarı Kelük bin Abdullah... Bugün itibarıyla cami ve hamam asıl hizmetini aktif olarak vermeye devam etmekte. Hanikâh ise müze olarak hizmet veriyor.
Sanatkârların düşünce dağınıklığı yaşamadığı ve yaptığı işle bütünleştiği, maharetli ellerin ürünü taşlara işlenen motiflerden anlaşılmaktadır. 13. yüzyılda kullanılan su boruları, binaya getirilen suyun giderleri ve suya atfedilen önem, araştırmaya değer konular.
Arkeoloji
Müzesi
Sahip Ata
Külliyesi’ne çok yakın olan Arkeoloji Müzesi’nde Roma, Bizans lahitleriyle
ilgili zengin görseller bulunuyor. 1962 yılında kurulan müzedeki eserler hem
bahçedeki açık alanda, hem de bina içindeki kapalı alanda sergilenmektedir. Özellikle
mezarlar üzerindeki mermere kazınarak ortaya konan resimler hem uzun bir
uğraşın, hem de ince bir sanatın ürünü. Büyük lahitler yanında Romalıların
cesetlerini yakarak külünü koydukları kül sandukaları da dikkat çekici. Bu kül
sandukaları, Sille köyündeki Mustafa Ünal’ı da haklı çıkarıyor. Ayrıca bu
müzede M.Ö. kültür ve medeniyeti yansıtan çok sayıda eser sergileniyor.
Gezi plânımızda
olmayan, fakat kendimizi yanında bulduğumuz eserlerden biri de Dursun Fakih
Camii... Aslen Konyalı olan Dursun Fakih, tefsir, hadis ve fıkıh alanında
tahsil görmüş bir âlimdir. Dursun Fakih’in doğum ve ölüm tarihi bilinmiyor. O,
Söğüt’le Bilecik arasındaki Küre köyü üzerinde, hocası Edebalı’nın yanında
metfun. Şeyh Edebalı’nın önce talebesi, sonra da damadı olmuş. Hâliyle Osmanlı
Devleti’nin kurucusu olan Osman Bey’in de bacanağı.
Dursun Fakih,
tahsiline Şam’da devam eder. Döndükten sonra Osman Bey’le gaza ve fetihlere
katılır. Edebalı’nın ölümünden sonra da onun yerine geçer. Dursun Fakih’in adı
verilen camiden ikindi için davet vardı. Davete icabet ettik, sonra emanete
bıraktığımız çantalarımızı almak üzere ikametgâhımıza hareket ettik. Bir süre
dinlendikten sonra 21:15’teki uçağımıza yetişmek için bizi Sille köyüne götüren
Yaşar Bey’i aradık ve o bizi saat 20:00 sularında havaalanına bıraktı.
Sonuç
olarak, Konya’nın bir devlete başkentlik yaptığı her hâlinden anlaşılmaktadır.
Yedi sekiz yüzyıldır hâlâ ayakta duran ve hizmet veren eserler, bir toplumun
kültür ve tarihinin canlı belgeleridir. Bu şehre Selçuklu mührünü vurmuş ve
taşlara ruhunu kazımıştır.
Sanatkârların
düşünce dağınıklığı yaşamadığı ve yaptığı işle bütünleştiği, maharetli ellerin
ürünü taşlara işlenen motiflerden anlaşılmaktadır. 13. yüzyılda kullanılan su
boruları, binaya getirilen suyun giderleri ve suya atfedilen önem, araştırmaya
değer konular. Maalesef medreselerdeki su sistemi ile ilgili sorularım cevapsız
kaldı.
Konya’yı gezmek için ya ilkbahar ya da sonbahar mevsimini tercih etmek en doğru seçim olur. Ancak hangi mevsim seçilirse seçilsin, bir gün Konya’da çok az!
[i]
Eşim, kayınpeder ve kayın validemle birlikte Konya’ya yaptığımız kültür gezisi.
[ii]
Nefsin arınması, kalbin saflaşması için bir
hücreye girip kırk gün ibadet, zikir ve fikir ile meşgul olmaktır.
[iii]
Kehf Suresi, 78. ayet.
[iv]
Barok kelimesi, İtalyanca düzensiz inci anlamına gelen barroco sözcüğünden
türemiştir. Avrupa’da sanatta bir anlatım biçimidir.
[v]
Şemsin nerde olduğu ile ilgili kesin bir bilgi yoktur. Bir rivayete göre
Konya’dadır. Bunun yanında Niğde’deki Kesikbaş
Türbesi de Şems’e ait olduğu söylenir. Ayrıca Tebriz şehrinde “Geçil” denilen
mezarlıkta, yine aynı bölgede Hoy’da, Pakistan’ın Multon şehrinde Şems türbeleri veya makamlarının olduğu
bilinmektedir. Bir rivayete göre ise Şems öldürülmüştür ve Mevlâna’nın küçük oğlu Alâeddin de, Şems’i öldürenler
arasındadır.
[vi] Medrese, İslam ve fen ilimlerinin okutulduğu, yükseköğrenim seviyesinde eğitim veren kurumlardır. İlk olarak devlet eliyle kurulması x. yy. da Karahanlılar zamanında olmuştur. Anadolu Selçukluları döneminde ihtisaslaşma olmuş ve buna göre, Konya İnce minareli medresede hadis, Sırçalı medresede fıkıh, Kayseri’de çifte medresede tıp, Kırşehir ve Kütahya medreselerinde heyet ve gök bilimleri öğretilmiştir.