Bir gün gelecek

Odaya kurtulmak için giren ve hapsolduğunun idrakinde olmayan bu kişinin kalbi de yine kendi tarafından susturulmuş. Ağzına bant vurulmuş, elleri arkadan bağlanmış. Pusturulmuş, kıstırılmış, küstürülmüş, iknaya zorlanmış. Öyle ki, erki kaybedecek olmaya dair duygular tarafından kas yığını olmaya zorlanmış. Bir yığına dönüşmek, öyle veya böyle, acı veriyor.

BİR gün gelecek ve gideceğiz elbet. Gideceğiz ve bu kez gerçekten bitecek. Çokça, “Bitti” ve “Bitecek” dediklerimizden değil bu sefer. Her seferinde en zor durumda bile geri döneceğimize olan bir inanç yakaladığından yakamızdan...

Evet, buna bir aşinalık kesbedilmiş olması, beşeriyetimiz cihetinden pekâlâ anlaşılır bir şey. Bunu da anlamak, bunu da kabul etmek lâzım elbette. Ne ki, bu durum mâhiyetini bildiğimizi çoğu kez iddia ettiğimiz çoğu başlığın neresinde olduğumuzu, neresinde olmadığımızı doğru veya yanlış, “anlama alanında” cephesi kör bir yerde, iyimser ifadeyle bir arafta olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor, değiştiremiyor.

Doğru anladıklarımız, anlayamadıklarımız, tanıdığımız, tanıyamadığımız, öyle zannettiklerimiz, sanrılarımız... Yine bu çerçevede istemli-istemsiz şekillenen eylemlerimiz ve amellerimiz arasında kendimize yetecek ve manzarası duvara bakmayan küçük bir yer bulamayışlarımız...

Bütün bunların ortasında şüphesiz bir araftayız. O, evet o!

Susmanın dahi susacağı o “bir vakit” gelecek. Bu, meselâ yazdığım son bir mektup da olabilir. Her şey olabilir.

Her şey olabilir de... Olmaması gereken bir şey var!

Aslında hepimizin içine kurt düşüren bir şey bu: Bu kadar aciz olmak…

Ya da biraz açalım: Bu kadar aciz olmayı reddeden bir dürtünün -az veya çok- sürüklediği bir yerde olmak…

Bu, acı veriyor. Aslında vermesi gerekiyor. Ama vermiyor. Atın arkasında sürüklenen kimsenin acı duymadığını iddia etmesi gibi bir şey bu. Belki bu sürüklenmeyi hissedememe çıkmazında yolunu kaybetmek... Yahut çokça işkence görmüş insanın sinirlerinin zayıflayarak gülmesi gibi bir şey… Neden acı duymaz insan? En basit cevabı şu: Acıyı da çoğunlukla acizlik olarak değerlendiriyor olmasından… Onu, birçok şey karşısında çoğunlukla bir alçalma olarak telâkki ediyor olmasından… Yükseldiği yeri kaybedeceğine dair bir inanç taşıyor olmasından… İnsanın, -hayata dair değil- bulunduğu yere dair her şeyin bir rüya kadar bile olmadığını görünce -zira rüyanın da bir gerçekliği var- arkasına dönmüyor, dönemiyor olmasından...

Dönmek istemiyor, zira ufak bir sendelemenin, ufak bir acının onu büsbütün aşağı çekeceğine olan inancı, onu ve aklını yine kendi yaptırdığı çok katlı ve çok katmanlı bir binada küçük bir odaya hapsediyor. Bir oda ki, kolonları acıya karşı güçlendirilmiş. Bir oda ki, duvarları acıya karşı yalıtılmış. Bir oda ki, duvarları her türlü iç ve dış sese karşı izole edilmiş.

Odaya kurtulmak için giren ve hapsolduğunun idrakinde olmayan bu kişinin kalbi de yine kendi tarafından susturulmuş. Ağzına bant vurulmuş, elleri arkadan bağlanmış. Pusturulmuş, kıstırılmış, küstürülmüş, iknaya zorlanmış. Öyle ki, erki kaybedecek olmaya dair duygular tarafından kas yığını olmaya zorlanmış.

Bir yığına dönüşmek, öyle veya böyle, acı veriyor. Bu acı, aslında bize vermesi gereken cevabı en başından veriyor. Ancak bir şey var. Aslında bir tabloda iki şey var: Birincisi; acı ve acziyeti büsbütün reddederek zirveye kurulmak ve her ne pahasına olursa olsun, oradan inmemek… Değişkenlik katsayısını oldukça düşük bir seviyede tutup hiçbir şeye dâhil olmadan her şeyi yukarıdan izlemek…

İkincisi ise; ister acziyetimizi acizlik olarak bilelim, ister azizlik, nereye tutunduğumuzu bilemediğimizde, acizlikten bile azizlik devşirmekten ve aziz olma isteğini acizlik kisvesine bürümekten kendimizi alamamak… Değişkenlik katsayısı yüksek, kaygan bir zeminde ilerlemeyi tercih etmek…

İkisi arasında belki daha acı olanı, bu ikinci durum…

Zira tablo her değiştiğinde kendini arzu ettiği yere çekmek, iflahı çok mümkün olmayan bir hastalık belirtisi. Hastalık var ama acı yok. Buradan baktığımızda, aslında birinciyle ikincinin birbirinden çok farkı yok gibi… Başa dönmekte çok gecikmiyoruz o yüzden:  

Bir gün gelecek ve gideceğiz elbet. Gideceğiz ve bu kez gerçekten bitecek. Çokça “Bitti” ve “Bitecek” dediklerimizden değil bu sefer. Her seferinde en zor durumda bile geri döneceğimize olan bir inanç yakaladığından yakamızdan…

Öyle değil, bu sefer öyle değil! Yakalayamayacak… Zira yol uzun, yolculuk uzun ancak ömür kısa, engel fazla. Uzun yolculuk ve düz seyreden yollarda bir süre sonra duyarsızlaşmaktan bahsedilir. Yol boyunca yolluk nâmına yükümüzü ne kadar artırırsak, söz konusu bu duyarsızlık o kadar artacak. Buna mukabil, yol boyunca ne kadar engel çıkarsa acı ve acziyeti tatma, tanıma ve hakikate doğru yerden tutunma şansımız da o kadar artacaktır.

Yükü fazla düz yol mu? Engeli fazla ikinci yol mu? Denemek için tek tercih hakkımız var!