Bir elif miktarı ömür (1)

İçinden dedi ki, “Açıldı işte beklediğim kısmetim! Tek göz, tek kulak olsam da kimseden eksikli değilmişim Rabbimin katında demek ki… Herkes gibi düğün kuruldu, aş kaynatıldı, bolluk bereket bana da geldi. Hamdolsun”…

BİR yalnız Elif’ti o Anadolu’nun kırsalında. Dünyanın unuttuğu 2 bin 500 rakımlı, 25 haneli bir dağ köyünde koca yürekli bir kadındı.

Elif kadın gibileri, Sivas’ın dağları çıplak, kışı, karı, rüzgârı ve soğuğu çetin ikliminde yaşar. Bu iklimin insanı çilekeştir ama tüm olumsuzluklara inat, kocaman bir yürek taşır göğsünün orta yerinde. Ve o koca yüreğiyle kürer soğuk kış sabahlarında insan boyunca karı hayata yol açmak için.

Uzun kış gecelerinde, yazın kırptıkları koyunlarının yününü eğirirler ve uç uca dizerler göçmen kuşların elektrik tellerine dizilmesi gibi umutlarını, hayâllerini eğirdikleri ipe; bir seslenişle hepsi uçup gidecek olsa bile…

***

“Elif, neredesin? Çorabımı çıkar, abdest suyum hazır mı?”

Elif, adı gibi uzun ve incedir; başı hep bir yana eğik… Sanki düşüncelerinin ağırlığına dayanamaz ince boynu. Yalnız Elif’in hiçbir şeyi iki değildir kısır hayatında. Ya tektir ya da hiç yoktur. “Kısmetin kapalı senin” der konu komşu, o da sessizce teslim olup boyun eğer, kapalı kısmetine küsmez, ilenmez. Umut eder mi bilinmez ama sabreder ve bekler bir gün onun da bahtı gülecek diye.

Daha Elif altı yaşındayken, çalı çırpı toplamaya gittiği dağlarda, acemi bir sapanın kör olası taşı ile gözünün birini kaybetmiştir. Birkaç yıl sonra babalığının sert tokadı kulağını sağır edinceye kadar, “Olsun, iki gözüm yok ama iki kulağım var” diye öykünmüştür “Tek göz, tek Elif” diyenlere. “Tek göze iki kulak ne gerek?” der anacığı, besbelli bir bildiği vardı atasının.

“Kader” dedi, biraz daha büktü boynunu Elif. Gel zaman git zaman, akranları bir bir al kınaları yakınıp gelin oldu. Davullar gümbürderken Elif’in yüreği kafesinde davullarla yarışırdı korkudan. “Acaba beni kimse alacak mı? Tek göz, tek kulakla da gelin olunur mu?” Emsal yoktu ki kıyaslasın… 

Bir elif misâli uzarken yazlar, kışlar, akranları, bebeleri, yüklü karınları ve kocaman sesleriyle dolaşırlardı köyün her bir yerinde. Öyle ya, çeşmenin suları önce onlarındı; yıkanacak sabileri, erlerinin kirli çamaşırları, pişirilecek aşları vardı.

Elif önce babalığını, aradan bir yıl geçmeden de dar-ı dünyada tek varı olan anacığını kaybettiğinden beri, bir başına çile doldurur olmuştu tek göz damında. Dışarıya pek çıkmaz olmuştu. Çiftlerin arasında tek eşi olmayan Elif, utanır saklardı kendini etrafta yaşanan çok şamatalı hayattan. İşin doğrusu, korkardı da biraz. Ne der, ne sorar, ne anlatırdı yanında yamacında olanlarla ortak tek bir yanı olmayan kadersiz yalnız Elif. Bir iki yüreği merhametli konu komşu, arkadaş, akran kapısını çalardı ara sıra “Hâlin nedir?” diye. Hâli ne ola ki Elif’in? Dün, bugün, yarın bir ipe sıralanmış tekdüze boncuklar gibi uzayıp gidiyordu işte hayat. Yazların kışlardan, gecelerin gündüzlerden bir farkı yoktu. Ama o sabırla bekliyordu bir gün ona da doğacak bahar güneşini. Varsın, köyün yaşlıları kendi aralarında konuşurken başlarını iki tarafa sallayıp “Vah vah!” ededursunlar…

Satı Ebe soğuktan kurdun kuşun bile ininden çıkmadığı bir kış sabahı çaldı Elif’in kapısını. Kapının sesini yüreği güm güm diye cevapladı Elif’ten önce. Hayır mıydı gelen acaba? Ocakta kaynattığı dağ kekiğinin isli odunla karışmış kokusu açılan kapıdan salınıverdi havaya. Buyur etti kendine bile yabancılaşmış sesiyle Elif. Satı Ebe besmele çekip sağ ayağı ile girdi dama. Küçük, yarı karanlık oda tertemizdi. Sedirde saman yastıklar sıralanmış, üzerine çeyiz için işlediği kanaviçe örtüleri sakız gibi, dere suyunda ağartılıp serilmişti. Yerde yıkamaktan rengi solmuş kilim, tek koyunun yününden gece yatak… Gündüz minder yaptığı yaygıya anacığının şalvarını bozup yüzlemiş… Odanın kapıya karşı duvarında terekte dizili birkaç kap kaçak… Satı Ebenin yıllara meydan okuyan gözleri bir anda görüverdi evin ahvalini, içinden sevinç geçti. Becerisini annesinden almış Elif kız, besbelli bir evi çekip çevirir, ebe nenesinin yüzünü de kara çıkarmazdı yâd ele.

Birkaç kuru hoş beşten sonra konuyu açtı Satı Ebe: “Yaşın kaç oldu Elif? Anan öldüğünde erişmiş kızdın, akranların çoktan gelin olmuştu…”

“Yaşım 28 nene” dedi ruhu gibi ince naif sesiyle Elif. “Eh biraz geçkince ama olsun” diye geçirdi içinden Satı Ebe. İleriki köyde İdris Efendi’ye yirmi yıllık karısı bir oğlan verememişti ne yazık ki oğlan da oğlan diye tutturan adama. Sonunda Hacer de razı olmuştu erine başka bir eş almaya. Hepi topu 25 yılda iki kızı olmuştu yedişer yıl ara ile. İkinci kızını gelin ettiğinde artık tutunacak bir dalı kalmamış, “Peki!” demişti Hacer kadın da. Eğer Elif uygun görürse baş göz edeceklerdi Elif’i İdris ile köyün büyükleri. Elif’in tüm kanı hızla solgun yüzüne hücum etti. Kalbi “Yanlış mı duydum?” diye vurup duruyordu göğsüne.

Her şey, beklediği o uzun yıllara inat çok hızla gelişti. Konu komşu el birliği ile bu sessiz ve yalnız fidanı tek göz damından alıp iki öküzün çektiği bir arabaya birkaç parça çeyizi, kınalı elleri, kırmızı yüz örtüsü, kışa inat rengârenk şalvarı ile uğurladı. Davullar çalmadı ama üç köye imamlık eden Hasbi Dede çok güzel dualar ederek gönlüne su serpti Elif’in.

Sıra ile tüm köy büyüklerinin ellerini öpüp hayır dualarını aldı. Gençler aralarında toplayıp hazırladıkları bohçayı tutuşturdular eline. Bir gün önceden bir göz damın yıllardır açılmayan kapısı, tek göz penceresi ardına kadar açıldı. Akranları ocakta su kaynattı, gasilhanede Elif’i yıkayıp pakladılar; tarayıp belik belik ördüler kadife gibi saçlarını, ayaklarını ve ellerini kınalayıp vücudunu sabunladılar.

Tüm bunları Elif, yüreğinin kulaklarındaki gümbürtüsü, heyecan ve telaşa alışık olmayan bedenin hafif titreyişleriyle, sanki kendisi değilmiş gibi uzaktan seyretti sessizce. Korkuya karışmış bir heyecanla işte şimdi yola koyulmuştu.

***

İdris, iri yarı, 45 yaşlarında, çocukken geçirdiği kabakulaktan tüm saçı dökülmüş, çipil, sarı mı kara mı olduğu belli olmayan, koca sesli biriydi. Suyuna gidilirse iyi bile denebilirdi. Tek bir dileği vardı İdris’in; bir oğul istiyordu, hem de hiç vazgeçmeden. Hala kızı ile 25 yıldır evliydi. 25 yılın her günü zavallı Hacer’in başının etini “Oğul da oğul!” diye yiyip bitirmişti. 

Her şey usulünce yapılmalıydı, ihtiyar heyeti böyle karar vermişti; sözler söylenmiş, başlar sallanmış, karar çıkmıştı. Bir başına, sahipsiz, öksüz, yetim Elif’e köylü sahip olmalıydı bugün. Öyle ya, ne vardı ki yaşam denen çarkta? Bir doğum, bir düğün, bir de ölüm… Elif’in canlı tek yakını ak koyun, o günün önemine yakışır şekilde Elif ile birlikte kınalanıp imamın tekbirleri ile kesildi. Ocaklar kuruldu, karlardan kürünmüş köy meydanında kazanlar kaynadı, koyunun suyuna bulgur salındı, etler didildi, iyice sıyrılan kemikler açlıktan karnı yapışmış birkaç sahipsiz köpek ve kediye ziyafet oldu. Yani Elif kıza telli duvaklı tüm köyün toplandığı, yemeli içmeli, bol dualı bir düğün nasip oldu ya, artık ölse de gam yemezdi.

İçinden dedi ki, “Açıldı işte beklediğim kısmetim! Tek göz, tek kulak olsam da kimseden eksikli değilmişim Rabbimin katında demek ki… Herkes gibi düğün kuruldu, aş kaynatıldı, bolluk bereket bana da geldi. Hamdolsun”… (Devam edecek…)