Bir elif miktarı kader (2)

İlk kar indi dağlardan, köye erken gelmişti güz gibi kış da. İdris, iri elleri dizlerinin üstünde, Elif’in karşısında doğacak oğlunun hayâlini kuruyordu. Elif bir yanı sükût, bir yanı deli duygularda vaktini bekliyordu gelecek müjdenin...

ELİF, küçük damındaki can yoldaşı eşyalarını tek tek elinden geçirdi, 25 haneye hatıra diye birini bıraktı, vedalaştı, okşadı, konuştu onlarla. “Bana ettiğiniz yoldaşlık için ben sizden razıyım” diye uğurladı onları. Anacığının çeyiz diye hazırladığı bohçayı koydu bir tek; yeni hayatına kendinden başka eskimiş bir şey götürmeyecekti, kısmeti açılmıştı nasılsa. Ona bu nimetleri bahşeden Rabbine söz verdi. Erine itaat edecek, tüm varlığı ile kendini adayacaktı yeni yuvasına. Aklına getirmek istemediği Satı nenenin söylediğinde hançer olup yüreğine saplanan acıyı şöyle bir yokladı, Azrail uğrar gibi titredi bedeni. Eliyle kovar gibi yaptı o kötü duyguyu. Baş ederdi nasılsa, gidince görecekti kaderini, hele bir gitsindi…

Yüreğine korku düşürmeden, “Sabah ola, hayrola!” dedi. Acı acı güldü; şimdiye kadar her şeyi tek veren Rab, bu kadar yıldan sonra nasibini çiftlemişti…

Bir ere iki kadın çok muydu ki bu yörelerde? Azdı bile. Hele hele bu kadın bir oğlan veremiyorsa… Sanki oğullarına bağışlayacak mor sümbüllü bağları, hanları, hamamları vardı da el âleme kalmasın derdindeydi Kel İdris.

Daha genç biri bir oğlan verirdi nasılsa ona, karşı köyde bir başına bir gözlü Elif vardı, “Kimi kimsesi yok, ondan iyisi mi olacak?” diye düşündü. Satı ebeye hâlini iletti; Elif’in beklediği bahar müjdesi böyle kara bulutlarla yüklü gelmişti. Varsın olsundu, gelmişti ya, Rabbim büyüktü, baharı veren yazı da verirdi. Bunları düşüne düşüne kağnı arabasının ağıtı andıran gıcırtıları arasında yola koyuldular.

Bir Elif, bir seyis, iki öküz ve iki bohça… Bembeyaz bir boşlukta kayboluverdiler sanki. Elif bir yandan şükrederken, bir yandan sabır diliyordu Rabbinden. O beyaz yol, kaderine götürüyordu onu, bilmediği yeni hayata. Umutları bembeyazdı, tüm etrafı gibi temiz sessiz ve aydınlık. “Tıpkı iç âlemim gibi” dedi usulca. Tekrar hamdetti, sözler verdi kendisine, Rabbine. Anası yaşındaki Hacer’e hiç yüksünmeyecek, hizmette kusur etmeyecek, her ikisine de gözü gibi bakacaktı.

Gülümsedi hafiften, “Gözü gibi” demişti de… Gülümserken güneş doğdu, bulut yüklü gökyüzünden bir ışık gelip yanağına kondu. “İşte!” dedi Elif, “Her şey güzel olacak. Rabbim bana bir aile nasip etti. Bir de oğlan verir inşallah”. Yaslandı tezek kokulu kağnının yıpranmış tahtasına, yumdu gözünü dünyaya, ta İdris’in kapısına değin teslim olmuştu çoktan yaşanacak kadere.

İdris ve Hacer, her biri apayrı duygularla çıktılar kağnının inleyen sesini duyduklarında kapıya. İdris; bir koca adam yüreğinde bir çocuk taşıyan, bedeni iri, ruhu küçük bir adam… Sabırsız ve telaşlı gözlerle görmeye çalışıyor kağnı içindeki silueti. Vakit akşama kavuşmak üzere, ufuk kızıla boyanmış, yer beyaz, gök kırmızı ve arasında biri ürkek, diğeri telaşlı iki can… Hacer kırgın, yorgun, yenik… Bir adım geride bekliyor. İdris elini uzatıyor Elif’e. Elif’in eli ayazda donmuş bir minik kuş misali düşüyor İdris’in kocaman, sıcak, karanlık ve güçlü ellerinin. Elif’in eli ile tüm bedeni ve ruhu titriyor bu dokunuşla. İlk defa değdi bir erkek eli eline.

Nikâhlarını üç köyün imamı ziyafet sofrasında gıyaben kıymıştı. Elif İdris’i, İdris Elif’i hiç görmemişti daha önce. Hacer, kapının önünde, elinde bereket küpüyle… Elif küpten önce Hacer’in eline uzanıp sert odun parçası gibi duran soğuk eli saygı ve şefkatle öptü. Hacer, içindeki acıyı bastırmak için sarf ettiği güçten yorgun ve hissiz dikiliyordu kapıda. İdris bir el hareketi ile açtı Elif’in önünü. Küpü başının üstünde kırıp besmele ile bundan sonraki hayatına adım attı Elif. Çalakap akşam kızılında gördüğü adam onun artık kaderiydi. Gecesi gündüzü, yazı kışı, hüznü sevinciydi. O iyiyse iyi olacaktı Elif. İki oda bir sofa kaderine adım attı; kör taşın kör ettiği gözünü kara saçlarıyla ustaca kapamıştı Elif kız erine güzel görünmek isteğiyle.

İdris’in aklı, elinin içinde yürek gibi yumuşak ellerde kalmıştı. Her birinin içinde ayrı fırtınalar kopan bu üç insan, acemi, ürkek ve ilkel hâlleriyle donuk heykeller gibi durdular. İlk kendine gelen İdris oldu, silkindi ve gür sesiyle haykırdı: “Hacer, sofrayı ser!”

Hacer, alışıldık komutla yerinden fırladı, mekanik hareketlerle açtı sofrayı. Seslendi: “Bey, sofra hazır!” İdris, Elif’e yerini gösterdi, Elif daha fazla ayakta duramaz gibi çöktü oracığa. Kırık dökük hatır sormalar İdris’in çorbayı içerken çıkardığı seslere karışıp kaçıverdi evin karanlık köşelerine. Elif’in “Baharım” dediği kısmetli hayatı işte böyle başladı.

***

Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı. Üçüncü yılın üçüncü ayındaydılar, Elif şöyle bir silkindi uyanık uykusundan. İdris seslemişti: “Çorabımı çıkar, abdest suyum hazır mı?”

İğini ipliğini dürdü, usulca kalktı yerinden, hızla seğirtti avluya. Yıldızlar kara kışın çatık kaşlı göğüne inat neşe saçıyordu semada. İdris, kapının yanındaki tahta sedire oturmuş, ayaklarını uzatıp Elif’i bekliyordu. Elinde leğen, ibrik önünde, diz çöktü. Yaz kış İdris’in ayağından çıkarmadığı, Elif ile Hacer’in eğirip kış boyu ördüğü yün çoraplarını çıkardı. Başını kaldırmadan ibriği ve leğeni yerleştirdi. İdris besmele ile abdeste başladı. Su ince ince akarken ibrikten, Elif’in gönül gözünden o “Baharım, kısmetim” diye geldiği üç yıl üç ay akmaya başladı inceden inceye. İlk günlerin anıları unutulmak ister gibi kaçıp karışıverdiler bol yıldızlı havaya. Kendisi iri, ruhu küçük bu adam bir yoldaş, bir eş olmaktan ziyade, olur olmaz kaprisleri olan, istediklerini alınca yüzü gülen, o gülünce evin duvarlarının bile güldüğü üç yıl geride kalmıştı. Görünüşünün kabalığı ürkütse de Elif’i ilk zamanlarda, tanıdıkça bu olgunlaşmamış ham adama acıdı, ona şefkat duydu, sevdi de. Karşılığında güleryüz ve takdir görmese bile…

Hacer kadın ona abla, can, dost, ahretlik sırdaş oldu. Elif kuru, renksiz ve hissiz bu hayatı bir İdris ile zor kaldırırdı. Hacer ona dayanak olmuştu. Birbirlerine yaslanıp bu koca çocuğu memnun etmekti tüm zamanlarının tek amacı. O memnunsa, içinde tezek yanan ocak bile daha bir tatlı ısıtırdı evlerini. Aşlarının tadı daha güzel, ineklerinin sütü daha bol olurdu sanki. İdris gülünce güneş doğardı isli dama. İki kez gebe kalmış ama zay etmişti Elif bebelerini daha karnı kabarmadan. Allah var, Hacer onun yüklü olduğunu bilince elini sıcaktan soğuğa değdirmemişti ama olmamıştı. “Kaderim” deyip bükmüştü boynunu Elif, İdris’in gazabından Rabbine sığınarak.

***

Üç yıla bir üç yıl daha eklendi. Yazlar kışları, kışlar yazları kovaladı. Yaş otuz beşe varmıştı. İdris açıktan, “Kısır karı ne işe yarar? Bir avrat lâzım bana” diyordu artık sesli sesli.

Bir bahar sabahı Elif yokladı kendini, içinde yeşeren canı hissetti yüreği. Hacer yeldirmesini alıp ebe anaya vardı bir solukta. Birlikte döndüler Elif’in yanına, Elif yine yüklüydü. Dağa taşa, kurda kuşa seslendi Elif “Bana da bahar geldi, sizin gibi ben de göverdim. Beni de bereket kervanına kattı bu sene Rabbim” diye. Yalvardı yakardı Rabbine, dualar etti günlerce Elif kız ağızlarına tat verecek bir oğlan için.

Yaza erişmişlerdi, dalında büyüyen meyveler gibi Elif’in umudu da büyüdü karnında. Dualarına cevaptı bu nimet. Zay etmemişti bebeğini, çok şükür. Güz erken geldi köye ama İdris’in hanede hâlâ bahar esintisi vardı. Elif’in bir dediği iki edilmiyor, İdris ve Hacer yarışıyorlardı hizmette. Elif davar kokulu yün yastıklara yaslı yarı gün uykuda vakit geçiriyor, bir eli karnında, bir eli yüreğinde, ömründe görmediği sefayı sürüyor ve Rabbine hamdediyordu. 

İlk kar indi dağlardan, köye erken gelmişti güz gibi kış da. İdris, iri elleri dizlerinin üstünde, Elif’in karşısında doğacak oğlunun hayâlini kuruyordu. Elif bir yanı sükût, bir yanı deli duygularda vaktini bekliyordu gelecek müjdenin. Üç gün üç gece, o iki göz damda sancılar içinde haykırdı, çırpındı Elif. Ebe ana çatık kaşlarla dolandı durdu Elif’in etrafında. Gök kapkara bulutlarını bu ıssız dağ başındaki küçük köye yığmıştı sanki. Geceden farkı yoktu kara gündüzlerin. Kar geliyordu, yüklü bulutlar yere inmişti, gök bunun habercisiydi. Olağanüstü zamanların sırlı sükûtu köyü çepeçevre kuşatmıştı. Bilinmeyeni bekliyordu dağ taş, kurt kuş. Bir tek İdris’in damı inliyordu suspus olmuş köyde. Elif kara saçlarını yoluyordu acıdan. Ömrünce sesi çıkmayan Elif’in haykırışları yankılanıyordu boş sokaklarda.

Civar köylerin tüm çocuklarına ebelik etmiş yaşlı kadın, ömrü hayatında hiç böyle dara düşmemişti. Çaresiz ve umutsuz Elif kızın etrafında, eli böğründe dolanıyordu. Bu iki koca dağın arasında yaşanan dramdan kimsenin haberi yoktu 17 haneli İdris’in köyünün ahalisi dışında. Hâlbuki insanlık kadar eski, insan kadar kutsal bir hikâye yazılıyordu kara göklü, kara damlı, kara kaderli Elif’e. Son sayfasındaydı kader kalemi. Belki gök bundan kahırlı, böyle kapkara, belki kurt kuş, dağ dere bundan suskundu onlardan başka kimsenin duyamayacağı ve kimsenin umursamayacağı bu hikâyenin sonuna hürmeten.

Kimseye zararı olmayan, bir elif misali uzun, gün görmemiş, sefa görmemiş ama yine de hayata hep sıkı sıkı tutunmuş, umut edip beklemiş, bulunca şükretmiş, bulmayınca sabretmiş bu koca yürekli kadın, tüm varlığı ile savaş veriyordu. Dünyaya getireceği cana can katmak için, var olmak, var etmek için haykırıyor, inliyor, gayret ediyor, dinleniyor, bir daha sarılıyordu ebe ananın, Hacer ablasının ellerine “Şimdi hazırım” dercesine. Akı karasına karışmış ter kan içindeki gözleriyle yalvarıyordu yardım dilercesine…

***

İdris artık eve sığmaz olmuştu. İki kadın da Elif’in etrafında istemiyordu korktukça iyice acemileşen İdris’i. Elif’in sesi soluğu iyice kesildi üçüncü günün sonunda, artık inlemiyordu bile. Ay, o gece bulutların arasından donuk ve soğuk gökyüzünde bir buz parçası gibi kayıyordu köyün üstünde. 

Gece üç sularıydı, Elif sızmıştı acı ve yorgunluktan. Bir eli ebesinin, diğer eli Hacer’in ellerinde, kaybolmamak, yok olmamak için olsa gerek, son gücünü ellerine vermişti âdeta. Rüya gördü Elif; dar dünyada tek varı olan anacığı girdi düşüne. Uzandı terden sırılsıklam saçlarını, kaldırdı yüzünden Elif’in. Ihlamur kokulu elleriyle okşadı, uzanıp alnından öptü usulca, bir damla gözyaşı düştü yüzüne Elif’in. Silkindi, uyandı uykusundan. Umudu uyandı onunla bir gayretle doğrulurken yerinden, ebe ana kucakladı ve fısıldadı kulağına: “Gayret kızım, az kaldı.”

Evet, az kalmıştı, içi de biliyordu bunu. Ama gitmeden tüm kadersizliğini yenecek, muradına erecekti. Bunu tüm varlığı ile istiyor ve hissediyordu. Son bir solukla, güçle silkindi. Ebenin ellerine koyarken İdris’in oğlu, Elif’in ruhu uçmaya hazır bir güvercin oluvermişti bile. Ebe anladı, gelen cana sevinemedi. Gitmeden koklasın diye sıcak cennet kokulu, tüm hayatının toplamı, anlamı bebesini yatırdı göğsüne.

Canı gidiyordu Elif’in, mecâli yoktu. Yüreği bir deli çarpıyordu. Bebeğinin kokusu gözlerini yaşarttı, Hacer başını ellerinin arasına alıp dizine yatırdı Elif’i. Yer minderi, tüm oda kana bulanmıştı Elif’in bu eve ilk adım attığı günkü gökyüzü gibi. Dışarıda kar durmadan yağıyordu. Yağan kar kadar sakin ve sessizdi Elif. Ve onun kadar beyaz... Bebesi ses verince duyabilsin diye susturdu yüreğini de. Bir sızı düştü içine, ayrılığın acısı saplandı göğsüne. Daha kavuşamadan ayrılacaktı tüm ömrünce beklediği umudundan, kışın gelen baharından. İçinde keskin bir sızıdan başka bir şey yoktu Elif’in. Dokundu yorgun kalbi bebesinin minik yüreğine ve anasının yüreğinin sesi uyandırdı bebeyi, bir çığlık attı hayata. Elif’in son soluğu o çığlıkla uçup karıştı havaya. Yüzünde huzur vardı, muradına ermişti sonunda Elif. O solukla ruhu kanatlanıp karışıverdi kızıl göğe.