PANDEMİ sürecinde hemen
herkes vaktini evinde geçirdi. Çoğumuz, zorunluluklar hâricinde dışarı çıkmayıp
evde kaldı. Süreç içerisinde vakalar azalmaya başlayınca ülkemiz yeni normale
geçiş yaptı. Bu dönemin yaz başına denk gelmesi ve sokağa çıkma kısıtlamaları
sonucu eve kapanmanın getirdiği can sıkıntısı nedeniyle herkes tatile çıkma,
tatil yapma hesaplarına başladı.
Ama
herkesin tatil anlayışı ve tanımı farklı. Kimi köye gitmeyi tatil olarak
görürken, kiminin aklına tatil denince sahil, kum, deniz ve güneş geliyor. Kimi
yazlığında gürültü, patırtı ve cızırtıdan uzak, dingin günler geçirmeyi tatilin
vazgeçilmezi sayarken, kimi ise yaylaya çıkıp ciğerlerine oksijen bayramı
yaptırmayı tatilin en önemli parçası olarak görüyor. Kimi tarihî mekânlarla
bütünleşerek medeniyet türkülerini yeniden dinlemeyi gerçek bir tatil olarak addediyor,
kimi doğa ile baş başa kaldığında rûhunda hissedeceği esintiyi en ideal tatil
olarak tanımlıyor, kimileri ise sılaya, eşe dosta, akrabaya, vatana kavuşmayı
yani bir tür vuslata ermeyi tatil olarak değerlendiriyor.
Bunlara
bakınca, “tatil” tanımı ve tatil anlayışının kişiden kişiye değiştiğini görüyoruz.
Bu bakış açılarının sosyolojik ve psikolojik arka plânına değinmeden, “tatil”
denilen olguyu kökeniyle birlikte ele almakta fayda var.
Tatil
nedir, ne demektir?
Tatil,
Arapça “atal, atıl, atâlet” kökünden geliyor. Atâlet ise “hareketsiz, başıboş,
işe yaramamak, boş faaliyet” demek. Atâlet, “tembellik” anlamına da geliyor.
Ayrıca tatilin kökeninde var olan “atıl” kelimesi de hiç sevimli bir kelime
değil. “İşe yaramayan, etkisiz, işsiz, aylak” anlamlarına gelen bu kelime,
sevimsiz olmasının yanında ulandığı şeyi itibarsızlaştıran bir kelime: Atıl
eşya, atıl bina gibi…
Yani
tatil olgusuna en temelinden bakınca hiç de tasavvur ettiğimiz gibi hoş,
sevimli veya hayranlık uyandıran bir anlam ortaya çıkmıyor.
Yukarıda
değindiğim hangi tatil anlayışını tasavvur edersek edelim, hangi tatil bakış
açısını ele alırsak alalım, sonuçta var olan bir eylemi tanımlamış oluyoruz.
Ama kelimenin kökeninde eylemsizlik, fiilsizlik, hareketsizlik mevcût. Bir
başka ifadeyle tatil, hareketin, fiilin durması demek. “Tatil” kelimesinin
geçmişteki kullanımları da kökenindeki fiilsizlik, hareketsizlik anlamına
uyuyor. Örneğin bir organın iş yapamaz duruma gelmesine “ta’tîl-i uzuv”
deniyor. “Ta’tîl-i eşgal” ise grev demek. “Ta’tîl-i Eşgal Kanunu” da grev
kanunu elbette. İronik bir ifadeyle “çalışmama kanunu”...
Tatil
etmek; çalışmaya ara vermek, çalışmayı durdurmak, kesmek anlamına geliyor.
Tatil günü; çalışmaya ara verilmiş gün demek. Tatil olmak; kapanmak, ara vermek
anlamına geliyor.
Tüm bunlar “tatil” kavramının geçmişte geniş bir kullanım alanına sahip olduğunu gösteriyor. Ama biz bugün “tatil” kavramını, devamlı yapmakta olduğumuz işi ya da meslekî fiilleri bir süreliğine bırakma, ara verme anlamında kullanıyoruz. TDK da “tatil” kavramına “kanun gereğince çalışmaya ara verileceği belirtilen süre; okul, meclis, adliye ve benzeri kuruluşların çalışmasını durdurduğu veya kapalı bulunduğu dönem; eğlenmek, dinlenmek amacıyla çalışmadan geçirilen süre” mânâsında üç ayrı şekilde tanımlıyor.
Bu bilinç, tatil mekânlarının ve oralarda yapılacak eylemlerin günah pazarına dönüşmesini önlüyor. Ya da günah pazarına dönüşmüş mekân ve davranışlardan insanı alıkoyuyor.
Yazımıza
konu olan “tatil” olgusunu bu tanımlardan üçüncüsü karşılıyor. Yani “eğlenmek,
dinlenmek amacıyla çalışmadan geçirilen süre”... Bu tanımdaki “eğlence” vurgusu,
tatil kavramının kökeninde bulunan eylemsizlik, fiilsizlik, hareketsizlik
anlamına ters bir anlam ifade ediyor. Sanki kelimeyi hareketsizlikten kurtarmak
için kelimeye “yapmak” fiilini eklemişiz. Sanki “tatil” kelimesine “yapmak”
fiilini ekleyerek onu hareketli kılmaya çalışmışız. Bu yönüyle tatil kavramı,
bugün anladığımız mânâda, kökenindeki anlamın zıddına doğru evirilmiş gibi
görünüyor.
Ayrıca
“tatil yapmak”, zıtlıkların birliği gibi de duruyor. Kelimede hem fiil, hem de
fiilsizlik hâli bir arada. Ama biz bu detayı hiç görmeden, anlamı bir bütün
olarak ele alıyoruz. Tatil yapmak, kökenine inince biraz anlamsızlaşıyor gibi…
Tatil
hareketsizlik, fiilsizlik; yapmak ise hareket ve fiil bildiriyor. Bu bağlamda
kavram, “hareketsizliği yapmak” anlamına geliyor. İki zıt şeyi bir arada
yapabilmenin imkânsızlığı bir yana, yapabilmeyi becersek bile ikisini de tam
anlamıyla yapamayız. Biraz ondan, biraz diğerinden yapar dururuz. Böyle yapınca
ortaya çıkan şey ne olur? Aslında olan şey, ikisinin de özünü yitirmesi. Bu ne
demek? Eylemsizlik, fiilsizlik, hareketsizlik ve yapmak fiillerinin özünü/anlamını
yitirmesi demek. İkisinden de uzaklaşmak ve ortada bir yerde buluşmak demek. Bu
da ikisinin değersizleşmesi, daha doğrusu derinliğini yitirmesi, sığlaşması
demek. Bir şeyi yapmak hareketsizliği; yaptığımız şeyin katma değerinin
olmayışı da yaptığımız şeyi sığlaştırır. Tam tersini düşünmek de mümkün…
Dedim
ya, TDK, üç tanımın birinde tatili, “kanun gereğince çalışmaya ara verileceği
belirtilen süre” olarak tanımlıyor. Tanımda geçen “kanun gereği” ifadesi,
zorunluluk ve bağlayıcılık ifade ediyor. Bu durumda tatil, bağlayıcılık ve
zorunluluklardan kurtulmak demek. Bu yönüyle tatil, bireyin özgür iradesiyle
hareket edebildiği zaman aralığı anlamına geliyor. Bu bakış açısına göre tatil
demek, özgürleşmek/özgürlük demek. Tatil demek, istediğinde değerlendirebilecek
boş zaman oluşturmak demek. Yani zemin bu şekilde bir çıkarımda bulunmayı
mümkün kılıyor.
Hattâ bu bakış açısından yola çıkarak sınıfsal tanımlamalar ve çıkarımlarda bulunanlar bile var. Eski Yunan’da çalışmak alt sınıfın faaliyeti iken, seçkinlerin böyle bir zorunluluğu yoktu. Onlar zamanlarını sanat, derin düşünme, estetik hazlar ve beğeni oluşturma gibi şeylere harcıyordu. Bu anlayış, tüketim alışkanlıklarına da yansıyordu. Örneğin Aristo, seçkinlerin kaliteli ve yüksek nitelikli kültür ürünlerini tüketmesi gerektiğini söylerken, kölelere bu hakkı tanımaz. Aristo, kölelerin yani çalışanların kaba kültür ürünlerini tüketebileceğini söyler. Hattâ Aristo, çalışanların kültürel düzeyinin yükseltilmesi için bir çaba içerisine girmeye karşı çıkar. Çünkü Aristo, toplumda sürekliliğin sağlanması için farklılıkların korunması gerektiğini bir zorunluluk olarak görür. Yani burada tatil, çalışan bireyler için bir hak olarak görülmez.
Tatil
kavramının sınıflar içindeki yeri
Zaman
içerisinde bu bağlamda çok fazla teori üretilmiştir. Çalışmanın kutsanması,
çalışan kesimin ağır şartlar altında çalışmaya mahkûm edilmesi ve çalışan
kesimin sömürülmesine bağlı olarak sosyolojik çalışmalar ortaya çıkmış ve
tembelliği, aylaklığı erdem olarak gören, tembellik ve aylaklığı öven
yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Zaman içerisinde çalışanların hakları gündeme
gelmiş ve en nihâyetinde çalışanlar için haftanın, ayın ya da yılın belli
günleri, onların özgürce değerlendirmeleri için işten arındırılmıştır. İşte bu
noktada, yıllardır üst sınıfın tekelinde olan ve bizim modern mânâda anladığımız
“boş zaman” yani “tatil” olgusu, çalışan kesim için ortaya çıkmıştır!
Sınıfsal
bağlamda bu durumu daha da derinleştirmek mümkün ama konudan kopmamak için bu
kadarla sınırlı tutmak yeterli sanırım. Şimdiye kadarki kısmı toparlayacak
olursak; birçoğumuz için tatil demek, iş hayatının bağlayıcılığı ve
zorunluluğundan kurtulduğumuz ve istencimiz doğrultusunda istediğimizi
yapabildiğimiz bir olgu, bir zaman aralığı demek.
Peki,
insan tatil yapmayı neden sever? Zorunluluklardan, bağlayıcılıktan kurtulduğu
için mi? Yoksa isteğince hareket edebilme imkânına kavuştuğu için mi?
Yaptığı
işten mutlu olmayan çok sayıda insan var. Hattâ toplumun büyük bir kısmı
yaptığı işi sevmiyor. Tatil olgusu günümüzde âdeta fetişe edilir düzeyde
önemseniyor. Öyle ki, insanlar tatili, kendilerinin kendilerine verdikleri bir
ödül olarak görüyorlar. Bu ödülün de en iyisi olmasını istiyorlar. Onun için
insanlar, haftanın beş günü ile hafta sonunu nasıl değerlendireceklerine dair
kafa yoruyorlar. Ya da yılın yirmi günü veya bir ayını nerede ve nasıl
geçireceklerine dair aylarca plân yapıyor, bütçelerini bunun üzerine kuruyorlar.
Hattâ bunun için borçlanıyor, kredi kullanıyor, sonra da aylarca o krediyi
ödemek için çalışıp duruyorlar. Bu aslında bir tür tatil fetişizmidir. Ben bu
fetişizmin oluşmasında insanların yaptığı işi sevmemelerinin çok önemli bir
paya sahip olduğunu düşünüyorum.
İnsan
yaptığı işi sevse, tatile gitme hususunda bu kadar gönüllü davranmaz. En azından
hayatın ilk sırasına koymaz. Bunları tatil olgusunu kötülemek, yermek için söylediğim
düşünülmesin. Çalışma hayatının getirdiği stres ve depresyonun kısa tatil aralıklarında
giderilmeye çalışıldığını ve bu nedenle de tatil olgusunun çalışma hayatının
getirdiği stres ve sıkıntıyı gidermede önemli olduğunu düşünüyorum.
Tatil
mekânları ve tatil faaliyetlerinin seçiminde sosyolojik ve psikolojik arka plân
Dediğimiz
gibi, tatil, en nihâyetinde çalışma zamanı dışında kalan belli aralıklar ve bu
aralıklarda yapılanlara deniliyor. Herkesin bu aralıkları nerede, nasıl ve ne
şekilde değerlendirdiği birbirindeb farklılık arz ediyor. Meselâ yurtdışında
yaşayanlar ile memleketinden uzak bir yerde iş yapan ve yıl içerisinde
memleketine gitme fırsatı bulamayanların önemli bir kısmı, tatilini
memleketinde geçiriyor. Mekân olarak memleketin seçilmesi, kadim ve geleneksel
değerleri yutan çağın hâkim anlayışına karşı insanın köklerinden kopma
endişesiyle köklerine tutunmasının, değerleriyle bağ kurabilmesinin bir ifadesi
aslında.
Memleket
hasreti gidermenin, eş, dost ve yakın akraba ile bir arada olmanın ve onlarla
bir süreliğine de olsa vakit geçirmenin altında yatan sosyolojik ve psikolojik
neden bu aslında.
Günümüz modern dünyasının temelini İngiltere, Portekiz, Hollanda ve İspanya gibi deniz toplumlarının oluşturduğunu düşünen çok sayıda sosyal bilimci var. Dolayısıyla deniz ve dolayısıyla sahil ve kumsal günümüz toplumunda önemli bir yer tutuyor. Yüzyılları aşan toplumsal inşâ sürecinin temelinde yer alan deniz, modern insanın tatil anlayışının temelinde de yer alıyor. O nedenle modern tatil anlayışı, denizi, sahili ve kumsalı önemli bir mekâna dönüştürmüş durumda. Buralarda tatil yapmak, kimilerine göre bir statü göstergesi. Kimilerine göre ise sınıf atlamanın bir işareti. O nedenle insanlar tatil yaparken deniz ve kumsalın olduğu mekânları tercih ediyorlar. Meselenin psikolojik ve sosyolojik arka plânında bu durum yer alıyor.
Metropol
ve şehir yaşamı demek; kalabalık, gürültü ve dolayısıyla kaos ve de bu kaos
içerisinde insanın kendinden kopması ve kendini suyun akışına bırakması demek.
Tatil mekânı olarak yaylaları ya da sessiz, sakin ve ıssız yerlerdeki
yazlıklarını tercih edenler, modern yaşamdan uzaklaşmak ve modern yaşamın
getirdiği kaostan kopup ıssızlaşabilmek, dinginliği yakalayabilmek, kendileriyle
baş başa kalabilmek, yalnız kalabilmek ve bunlara olan özlemini giderebilmek
için bu tür bir mekân tercihinde bulunuyorlar. Yani bu tür bir mekân tercihi,
aslında kendine, ıssızlığa, sakinliğe ve dinginliğe özlemin bir ifadesi.
Tatillerdeki
mekân tercihleri kadar, tatil zamanlarında yapılanların da arka plânında derin
sosyolojik ve psikolojik nedenler var. Yapılan işin niteliği ve iş pozisyonuna
göre değişiklik gösterse de iş yaşamında otokontrol mekanizmaları hiç olmadığı
kadar devreye giriyor. Otokontrol mekanizmaları, insanları âdeta sarıp sarmalıyor
ve insanları belli kalıpların içerisine sıkıştırarak belli davranışlar
sergilemesini istiyor. Bu nedenle azımsanmayacak sayıda insan, iş yaşamında
kendini kısıtlanmış hissediyor. Bu duruma iş yaşamının getirdiği boğuculuk ve stres
de eklenince insan kendini iyice daralmış, iyice kapana kısılmış gibi hissediyor.
Bu, özellikle yaptığı işle barışık olmayan insanlar için çok daha fazla geçerli
bir durum.
Böyle
durumdaki insan, tatillerde bir nebze olsun rahatlayabileceğini, bir nebze
olsun stresten kurtulabileceğini düşünüyor. Bu tür bir iş yaşamının getirdiği
daralmışlıktan, sürekli otokontrol mekanizmalarının zorunlu kıldığı boğucu
davranış kalıplarından ve bunların doğurduğu kısıtlanmışlık nedeniyle bazısı
ilk fırsatta kendini içki ve müziğin kışkırtıcılığına bırakıyor. Bazısı bu
şekilde rahatlayabileceğini düşünüyor. Onun için içki ve kışkırtıcı müziğin
şekillendirdiği eğlenceler kimilerine çok cazip gelebiliyor ve insanlar tatil
zamanlarında kendilerini müzik ve alkolün kışkırtıcılığına teslim edebiliyorlar.
Yani bunlar aslında daralmışlık, sıkılmışlık ve kısıtlanmışlığın oluşturduğu
boğucu bilinci unutmak için yapılıyor.
Tatil
mekânı ve tatildeki eylem seçimlerini daha rasyonel gerekçelere yaslayanlar da
var. Bazısı, bulunduğu ülkenin tarihiyle güçlü bağlar oluşturabilmek, geçmişle,
geçmiş medeniyetler ile irtibat kurabilmek ve bu irtibatı bugüne taşıyabilmek
ve bugün ile harmanlayabilmek için tatilini buram buram tarih kokan mekânlarda
geçirmeyi seçiyor. Bu tercihin arkasında, yaşadığı toplumu, yaşadığı dünyayı,
yaşadığı toplumun köklerini ve insanları tümleşik, bütünleşik bir bakışla ele
alma isteği yatıyor.
Gelişen
kitle iletişim teknolojileri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan sosyal medya plâtformları
artık insanların hayatlarında son derece önemli bir yere sahip. Özellikle
gençler arasında popüler olan sosyal medya plâtformları, insanların davranış ve
mekân seçimlerine çok büyük oranda etki ediyor. Sosyal medyaya göre hayatını
plânlayanların sayısı her geçen gün artıyor. Bu nedenle tatil mekânları ve
tatil zamanlarında yapılacakları belirleyen etmenlerin arasında son yıllarda
sosyal medya çok önemli bir rol oynuyor.
Örneğin
beş on yıl öncesine kadar tren yolculukları pek tercih edilen bir seyahat şekli
değildi. Ama sosyal medya ile birlikte tren yolculukları, artık insanlar için
başlı başına bir tatil serüveni olmaya başladı. Meselâ Doğu Ekspresi ile
seyahat etmek artık bir tatile aracılık etmek demek değil. Tam tersi, Doğu
Ekspresi ile seyahat etmek artık kendi başına bir tatil demek. Bu durumun
ortaya çıkmasında hiç şüphesiz sosyal medyanın payı çok büyük. İnsanlar, sosyal
medyada yaşadıklarını paylaşabilmek için bu tür tatiller yapabiliyorlar.
İnsanın
doğadan uzaklaşmasının sonucu ortaya çıkan devasa betonarme yapıların çekip
çevrelediği ve tüm yapaylıkların yaşama hâkim olduğu büyük şehirlere “metropol”
deniyor. O nedenle metropol yaşamının sahteliğinden ve yapaylığından
uzaklaşarak doğal mekânlarda tatilini geçirmeyi seçenler var. Metropollerde
toprak yüzü görmeyen, daha doğrusu gördüğü topraklar bile yapay olan insanlar, zaman
içerisinde doğal olan ile yapay olan arasındaki irtibatı kaybediyorlar. Bu
kaybedilmişlik hissinin, insanı doğadan ve doğal olandan uzaklaştıran metropol
yaşamının diğer etmenleri ile birleştiğinde çarpan etkileri çok daha yıkıcı
olabiliyor.
Bugün
metropollerdeki insanlar, yumurta ile tavuk, süt ile mera arasındaki bağı
unuttular. Yeni nesil zaten bu duruma neredeyse birebir hiç şâhitlik etmedi. İşte
sözünü ettiğim kaybedilmişlik hissinden kurtulmak ve doğal olan ile irtibat
kurabilmek için insanlar, doğal mekânları tatillerinde tercih ediyorlar.
Adrenalin tutkusu, bazı insanlar için müptelâsı olunabilecek kadar heyecan veren bir tutku. Bu nedenle bazı insanlar, bu adrenalin tutkusunu giderebilecekleri yerlerde tatillerini geçirmeyi seçiyorlar.
Aristo, çalışanların kültürel düzeyinin yükseltilmesi için bir çaba içerisine girmeye karşı çıkar. Çünkü Aristo, toplumda sürekliliğin sağlanması için farklılıkların korunması gerektiğini bir zorunluluk olarak görür.
Tatilin
değerler içerisindeki yeri
Aslında
tüm bunlar, “tatil” dediğimiz olgunun sanıldığı kadar basit bir olgu olmadığını
gösteriyor. Bu olgunun altında çok ciddî sosyolojik süreçler ve bunların
oluşturduğu psikolojik etmenler yer alıyor. Peki, İslâmî değerler ölçüsünde
hareket edenler için tatil olgusu ne ifade ediyor?
“Tatil”
kelimesinin kökeninden yola çıkıp atıl olma, boş ve değersiz kalma, fiilsizlik,
tembellik anlamından başlayarak bu soruya cevap arayacak olursak, İslâmî
değerler ışığında hayat sürenler için boş, atıl ve tembelliğin olduğu bir yaşam
kesiti olamaz. Çünkü İslâmî değerler zamanı ve onun değerlendirilmesini
fazlasıyla önemsiyorlar. Zamanı boş ve atıl geçirmek, zamanın israf edilmesi
anlamına geliyor. İsraf ise İslâmî değerler açısından olumlu bir anlam içermiyor.
O nedenle İslâmî değerler, zamanı değerlendirirken ona anlam yükleyecek, onu
anlamlı kılacak şeylerle uğraşmayı zorunlu kılıyor. Bu nedenden dolayı,
kışkırtıcı ve insanın otokontrolünü kaybettiği bir tatil anlayışı İslâmî
değerler etrafında yaşam sürmeye çalışan insanlara uymuyor.
İslâmî
değerler etrafında yaşam süren insanlar, eğlenme dışında herhangi bir
meşguliyetin olmadığı anlayışı, daha doğrusu İslâmî hassasiyetleri aşındıran, insan
nefsi ve zaaflarını kışkırtan eğlenceye dayalı bir tatil anlayışını doğru bulmuyorlar.
Bu
noktada akla şu soru gelebilir: “İyi de, İslâmî değerler etrafında yaşam
sürenler tatil yapmazlar mı? Eğlenmeye onların hakkı yok mu? Deniz, kum, sahil
ve güneş onlar için yasak mı?”
Peygamberimizin
yüzdüğü biliniyor. Ayrıca yüzmenin insan sağlığı için son derece faydalı bir
spor olduğunu hatırlatmaya bile gerek yok. O nedenle bu sorulara İslâmî
hassasiyetleri aşındırmamak, onları yok saymamak kaydıyla hiç tereddüt etmeden
olumlu yanıtlar verilebilir. Tatil ve din konusunu ele alan hemen herkes, konuyu
İnşirah Sûresi’nin 7’nci âyeti ışığında ele alır. Âyetin mealini Elmalılı Hamdi
Yazır, “Hak Dili Kur’ân Dili” adlı eserinde şu şekilde yapar: “O hâlde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir
iş ve ibadetle) yorul.”
Büyük
müfessir, bu âyeti yorumlarken der ki, “İş
bitti diye rahata düşüp kalma da yine zahmeti tercih edip diğer bir ibadet için
kalk, çalış, yorul; farz bittiyse nafileye geç, namaz bittiyse duâya geç ki
kolaylık da artsın, şükürde devam etmiş olasın. Bilindiği gibi ‘nasab’,
yorgunluktur. Kolaylık tembelliğe sevk etmemeli, çalışmaya teşvik edici
olmalıdır ki onun peşinden de bir kolaylık gelerek artma ve ilerleme durumu
hâsıl olsun”.
Büyük
müfessir kısaca, “Ne yaparsanız yapın, yaptığınız şey boş ve malayâni olmasın”
diyor. “Yapacağınız iş ya bir ibadet nev’inden ya da o nev’e kapı aralayacak
bir türden iş olsun” diyor. Hiç şüphesiz bu demek değildir ki Müslüman yorulmaz,
dinlenmez ve eğlenmez. Müslüman da bir insandır. O da yorulur, o da dinlenmek
ister, o da eğlenmek ister. Ama bunları yaparken hep ölçü üzerine hareket eder.
Kısaca
tatil için mekân seçimi de o mekânda yapılacaklar da insanı hayırdan uzaklaştıracak
türden olmamalıdır. Meselâ eskiden eser yazarken yorulan müfessirler, şiir
okuyarak dinlenirlermiş. Ya da gezintiye çıktıklarında doğaya bakarak tefekkür
ederlermiş. Yani dinlenirken bile zamanı öldürmek yerine zamanı diri tutmayı
tercih ederlermiş.
Değerlerin
inşâ ettiği bilinç, her daim diri olması gereken bir bilinç olduğundan, yapılıp
edilen her şey bu bilinci diri tutmaya yönelik olmalıdır. Bu bilinç, tatil mekânlarının
ve oralarda yapılacak eylemlerin günah pazarına dönüşmesini önlüyor. Ya da
günah pazarına dönüşmüş mekân ve davranışlardan insanı alıkoyuyor.
Değerlerin
inşâ ettiği bu bilince sahip olan her insan için günah işleme ihtimâli bir
stres kaynağıdır. Bu durum çoğuna garip gelebilir. Ama İslâmî değerlerin inşâ
ettiği bilince sahip olan bir insan, bir günahı ilk işlendiğinde son derece
rahatsızlık duyar. Stres, sıkıntı, hattâ vicdan azabı çeker. Aynı günah ikinci
defa işlendiğinde stres, sıkıntı ve vicdan azabının dozajı azalır. Aynı günahı
her işlediğinde hassasiyet kaybolur ve sonunda insan, artık o günahı işlemekte
bir beis görmez. Ya da o günahı işlemesine engel olacak iradî/içsel mekanizma
bozulur. Onun için, İslâmî değerler ışığında bir hayat sürmeye çalışanlar,
günaha davetiye çıkaran her şeyden uzak duruyorlar.
Çağımızın
hâkim anlayışı, tatile yüklediği anlam nedeniyle insanı bir tür rehâvete
sürükleyebiliyor. Hâliyle rehâvet, gafleti doğuruyor. Sonuçta hassasiyetler ve
sözünü ettiğim bilinç aşınıyor.
Haz
merkezli bir tatil anlayışı insanın ölçüler dışında hareket etmesine sebebiyet
vereceğinden, hazza dayalı ve hazzın kutsandığı mekânlar İslâmî hassasiyetler
ışığından hareket eden insanlara hitap etmiyor.
Tatil
tanımları içerisinde başta yaptığımız “İşe belli bir süreliğine ara verme” tanımına
yeniden dönecek olursak; İslâmî değerler süreklilik arz ettiğinden, değerlerin
devamlılığı esastır. O devamlılığı bozacak şeyler referans alınmaz. Dolayısıyla
tatil yaparken neye ara verilmiş olursa olsun, hassasiyetlere ara verilmez.
Değerlerin
inşâ ettiği saf bilinçle hareket ederek tatil yapmak mubah olsa gerek. Hattâ
bazen sağlık sebepleri ile tatile gitmek zorunlu bile olabilir. Sağlık turizmi
bu kapsamda değerlendirilebilir.
İslâmî
hassasiyetleri olan kesimin zenginleşmesiyle birlikte inanç turizminin turizm
pastasındaki payı arttı. Kadim medeniyetimizle irtibat kurabilmek, var olan
irtibatı güçlendirebilmek ve bu irtibatı günümüz ile harmanlayabilmek için
kadim medeniyetimizin eserlerinin yer aldığı müzeleri, kadim medeniyetimizin
izlerinin yer aldığı tarihî ve dinî yapıları ziyaret etmek, İslâmî değerlerin
tahkim edilmesi açısından psikolojik işlevler görebilir. Onun için buraları
ziyaret etmek, değerler eğitimi açısından önemli bir tahkimat olur.
Yurtdışında
yaşayanlar ile memleketinden uzak bir yerde iş yapan ve yıl içerisinde memleketine
gitme fırsatı bulamayanlar, tatillerini memleketlerinde geçirebilirler. Böylece
kadim ve geleneksel değerleri yutan çağın hâkim anlayışına karşı köklerine
tutunabilir, öz değerleri ile güçlü bağlar kurabilirler. Memleket hasreti giderdikleri,
eş, dost ve yakın akraba ile bir arada vakit geçirdikleri sırada toplumsal
bağlarını güçlendirebilirler.
Ezcümle,
İslâmî değerler etrafında hayat sürmeye çalışanlar için, sahip oldukları bu
değerlerin çizdiği çerçeveyle hareket ettikten sonra denize girmek, yaylada ya
da yazlıkta vakit geçirmek, doğayla baş başa kalmak ya da tarihî mekânlarda
dolaşmak sadece bir teferruattan ibaret kalır.