Bir duâ

Çırpınan bir hazan yeli, desturla kalkar şaha. İssizliğin hiçliği ilham olur yarınlara; bir merhemli duâ tesellidir kayıplara… Hüzünlü günlerin ardından çıkılır bayramlara…

BİR yudum serzeniş yatar eteklerinde, alınlarının ortası hep çimdik. Elleri kar telâşı, şakaklarında hayatın sillesi, hayâllerinin peydahı evlâdı, gözünün yaşıdır yavrusunun kanı. Ey kadın, sensin benim öteki yanım!

Hazreti Havva’dan Hazreti Amine’ye, Hazreti Hatice’den Hazzreti Fatıma’ya sensin kadın, sensin öteki yanım… Sensin Hüma Hatun!

Mutluluğumuz, üzüntümüz, telâşımız, günahımız hep bir dirhemdi; acılarımızın diğer yüzü hep aynı çıkmaz sokağa denk gelirdi. Kardeş katli ile başlayan insanlığın ilk günahı, son değildi. Yiğitlerin kanı, anaların gözyaşı hiç dinmedi. Valide sultanlar anaları, analar anneleri, anneler kız çocuklarını doğurdu.

Omuzlarına ağır geliyor dünya, biliyorum; sırtında kamburum, hissediyorum. Ama sen ki, Hazreti Muhammed’i, sen ki Sultan Mehmet’i doğuran, sen ki bu vatana Zübeyde Hanım, Halide Edip, Kara Fatma, Şerife Bacı… Sen benim anam, annem. Sen bu toprakların yetiştirdiği güzel ve örnek insan… Seninle erişilir bayramlara; mübarek ola…

Şerbetli hilâl

“A” harfi ile başlar hayata olan kaygımız. Bazen bir elifin uzunluğu ile biçeriz ömrümüzü, bazen Z ile sonlanır eğitimin alfabesi, Y ile bitiririz gönlün abecesini.

“Ali top oynuyor” cümlesinde saklıdır gülüşlerimiz. “Ali ata bindi”, sevindik; “Ali düştü”, üzüldük. Biz bu Ali'den çok çektik. Elif, lâm elifi, Ali, Ayşe’yi, gündüz geceyi kovalarken, bir hilâl selâmlar seni, müjdeler kutlu günü. Bayramla beraber birliği, dirliği, sevgiyi getirir. Bu müstesna zamanın şuuru, öncesindeki otuz günlük ilmî yolculuğun şerbetidir. Bu öyle bir şerbettir ki, tadına doyum olmaz.

Mübarek annelerin hazırladığı bayram sabahı sofrası, belki de ömürlerde edilen en güzel kahvaltıdır. İçilen çaydan bir lokma ekmeğe hayat emanet edilir. Yaşamın telâşı belki de sadece o gün vurmaz insanı. Aynı masada oturur ahali. Sohbetler anlamlaşır, kahvelerin hatırı çoğalır. Çünkü bayram, hiçlik sahnelerindeki varlık bilincidir.

Ay yüzlü bir yetimin duâsıdır bayram; evlâdını kaybetmiş bir annenin çiçek parası, öksüz bir çocuğun ağız tadı, kapıda bekleyen ihtiyarın gönül sefası, anamın al yazmasıdır bayram. Mis gibi kokar.

Sardunya ile dostluk kuran kız çocuğunun park bahçe keyfidir bayram. Alnı ekmek kokan bir emekçinin çift yevmiyesi… Bir vardiya amirinin paydos emri… Neler sığdı üç günlük bayrama, ne de kolay aslında mutlu olabilmek! Mutluluğa sebep, nakış nakış yeniden doğabilmek: “Üzmeyelim o gün annemizi…”

Zamana ve mekâna sığmayan bereketli hilâl sabahına, Huda’nın huzurundaki o maneviyata sahip çıkmalıyız her daim. Çünkü bir “Allah-u Ekber” sedasıyla başlanır mai yarınlara. Mutluysak mutlu etmeli, yediklerimizden başkalarına da yedirmeli. Sevindirmeliyiz uçan kuşu. Bir garip film müziği hüznü ile hatırlanacak o eski bayramlar, yıllar geçtikçe bugünler, “O eski bayramlar” olacak. “Ah” ile başlayan cümlelerin beli kırılacak. Sarı semanın anısı tuvallerde olacak. Bir peri kızı seni selâmlayacak. Aksakallı, evine konuk olacak. Bir Tanrı misafiri yuvana konacak. O desturlu günde biz de buluşacağız seninle. Sen sende kal âdem, kapa gözlerini, içindeki âdemi say…

Çırpınan bir hazan yeli, desturla kalkar şaha. İssizliğin hiçliği ilham olur yarınlara; bir merhemli duâ tesellidir kayıplara… Hüzünlü günlerin ardından çıkılır bayramlara…