Bir (dokuz) köy hikâyesi

Hep borçlu olduğumuz hâlde hep alacaklı gibi yaşadık burada. Yine iki nefeslik yer burası. Birini aldık. Alacak bir şey kalmadı artık. Verecek tek nefes ömrümüz kaldı!

“ORADA bir köy var” ile başladı yolculuğumuz. Hatırla!

Yolculuğumuz, köşe başlarını bir muhafızla koruyamadığımız, kalesini bir sancakla tutamadığımız bir sefer güzergâhında durdu ve hep karanlık noktalara azmetti. Doğrusu azmettirildi ama olsun. Gitti ama ulaşmadı. Hedefine giden bir ok gibi çıktı ama isimsiz bir kılıç darbesiyle yere yığıldı. Gitti ve geri gelmedi. Güzîde bir sefer gibi başladı, kimsesiz bir sürgün gibi kaldı. Seher vakti çıktı ama akşamına dönmedi. Karanlığa doğru çıramız hiç ateş alamadı. Dönemedik, bu doğru. Çünkü atlarımız susuzluktan çatladı. Biz sefer yorgunuyduk, sefer düşkünüydük. Sefer yorgunu olan gazi olurdu bizde. Buna bile müsaade edilmedi ey can! İsim düşkünleri alnımızdan bile bir tabelâ söküp almaya kast eyledi.

Kâl’de bir teori idi bize uzak olan. Şimdi biz ona yakın olduk. Uzak bir teoriyken zamanla hâlimiz oldu bu. Hâl bu iken, “Gittik mi, götürüldük mü?” muammasından da kimse çıkarmadı bizi. En çok kendimiz kendimize uzakta kaldık. En çok biz bize uzakta kaldık. En çok biz diğerimize uzakta kaldık. Uzaktan uzattığımız elimiz de yetişmedi elimize. Yetişmeyince uzadı çok şey. “Uzadı” derken, uzun sürdü değil. “Uzadı” derken, ertelendi değil. “Uzadı” derken, kavuşmaya adadı ama kavuşamadı. Asılı durdu ama düşmedi. Kabuk düştü ama aslı ölmedi. Çölde, damakta kalan son damla gibi, öyle iktisatla yaşadı. Göz kapaklarına derman yetiştiremeyen susuz kuşlar gibi yaşadı. Rüzgârı arkasına alamasa da kırık kanadıyla süzülerek yaşadı.

Bir mektup mu bu? “Sana diğer okuyamadıklarım gibi şerhe ihtiyaç duymayan bir içtenlik” diyelim sadece. Sadece diyelim. Gerisi pekâlâ anlaşılır zaten. Seni göremediğim, belki dosdoğru bir sohbet bile edemediğimden midir bilemiyorum, bir süredir küçük bir zarfa boyundan büyük bir posta sığdırmaya çalışırken yakalıyorum kendimi. Suçüstü yakalanmış hissi beni rahatsız etmiyor hiç. Hayır, alışkanlıktan kaynaklanmış olan çâresizlikten de/meşruluktan da değil bu. O hâlde insan güle oynaya eceline nasıl gider? Abartı mı? Bizce değil ama belki... Kendime edindiğim bir destek cümlesi bu; peki, kabul ediyorum! Ama bir safiyet yaşanırken, insan olağanla münasebetini ister istemez keser ya ey can, bu da öyle bir şey! “Olağan” derken, bir akış var sanılsa da geldiğimiz noktada bir damar tıkanıklığından başka bir şey görünmüyor.

Bunu niçin söyledim?

Gidecek yerimiz kalmadı çünkü. Burası son durak. Burası son damar. Burası -hâlâ- kan taşıyan son damar. Son can damarı da kaç yerden düğümle yeniden dağlanmış olarak taşıyor bütün yükünü. Zihninde taşıdığı neşter kararsızlığı ise cabası… Kirli kanın akması ve temizlenmesi de var ihtimâlde. Bazen üstüne güzel koku sürerek, bazen -biraz öteye giderek- kireç döktürüp çürütülmeye çalışılması da var, ertelenmesi de. Son durumda, masada kalmak da var, hayatta kalmak da…

Gidecek yerimiz kalmadı ey can! Bu yüzden artık susuyorum. Susuyorum, çünkü konuştuğum her an damarı biraz daha tıkadığımı düşünüyorum. Damar tıkandıkça nefesimiz daha da daralıyor. Daraldıkça kesik öksürük nöbeti başlayıp hiç susmuyor. Nasıl konuştuğumuz önemli değil! Eğer doğru vakitse insan niye sussun ki ey can?

Bazen bir duygu bütün berraklığıyla yaşanır. Yaşandığı an ve yaşayanı çocuklaştırır. Her çocuktan ayrı bir güzellik almış ve içine sığabilmişçesine, içine sığdırabilmişçesine yaşatır. Çocukluğa dair hep böyle bir duygu kalmış içimde. Hangi çocukluk? Temiz arazisinde henüz oyunlar oynayabildiğimiz, oyununa henüz hile karışmamış, hilesi keşfedilmemiş, imar girmemiş, parsel edilmemiş yeşil arazilerden bahsediyorum…

Gidecek yerimiz kalmadı ey can! Bu yüzden artık ayağımı bağlıyorum. Bağlıyorum, çünkü henüz parsel edilmemiş kaçı kaç günümüz kaldı ki şurada? İçine yabancı el değmeyen kaç vaktimiz kaldı ki? Sınırlar her zaman sorunlara sebep olur. İyi ki ömrümüzün sınırı belli değil! Yoksa onun bile üzerinden parsel hesabı yapılır. Onun bile üzerindeki çiçekler çiğneniverir. İyi ki kirli eller safiyete değemiyor, iyi ki…

Gidecek yerimiz kalmadı ey can! Bu yüzden artık yaramı dağlıyorum. Dağlıyorum, çünkü onu anlatacak kimse de kalmadı. Bir derdi paylaşacak meclisler de kalmadı. Bir köyümüz vardı elbet, meclisinde dem tutardık. Adını unutanlar bile hiç az değil şimdi. Önce ona karar verelim doğru ya! Hangi köylüyüz? Biz hangi köylüyüz? Herkes susacak olsa, yükselecek sessizlik bize, “Bikarar Köyü” diyecek belki de. Herkes bir dem susacak olsa, zaten sular da durulacak. Hiç susmamış olanlar, sesi hep çıkmış olanlar, dirençsiz kalacaklar. Tahammül, işte bu anda onlar için bitecek!

Tahammülü bitenler tahtaya yazılacak. Herkes susacak olsa, üzüm yemek isteyenler, sabrıyla, duruşuyla, çizgisiyle belirecek. Belirse bile boynu bükük olacak olanlar da, hicap duyacak olanlar da yine hep onlar olacak. Bu hicap, bu büküklük öyle bir şey değil, hayır! Bu, güneş görmüş olanından, özüne olgunluk değmiş olanından ey can! Herkes susacak olsa, bîkesler ve bîkeslik konuşacak. Hakikat, nasibi olanlar için gösterecek kendini bir daha.        

Gidecek yerimiz kalmadı ey can! Zira daha önce bir darbe almadığımız için bütün gücün üstümüzde denendiği yer burası. Aklın parselde kaldı, onu da hissediyorum. Kalmasın! Şehirli parselcilerin aslı, köylü parselcilerdir. Parselci köylüler olarak bahtımıza bir paydan en küçüğü düşünce gemiyi önce terk eden biz değildik, bu da doğru. Ama terk edenler bizdendi!

Gidecek yerimiz kalmadı ey can! Zira kendi gitmelerimizde bile aslında kovulan bizdik! Söz ile değil bu, göz ile. Göz ile değilse de eylem ile. Eylem ile değilse de niyet ile. Niyet ile değilse de satır arası ile. Uzayıp gidecek bir liste bu! Önceleri şöyle sanırdım: Bir köy olmazsa öbürüne, öbürü olmazsa diğerine, diğeri olmazsa bir başka komşu köye gideriz. (Misafir de, muhacir de çok sevilir yurdum köyünde. Yalnızca buyur etmezler, yalnızca misafir etmezler. Baş tâcı ederler. Bu ayrı bir konudur ey can!)

Velhasıl, insan gitse de, gelse de, gider gibi görünüp hiç gidemese de, gitmez gibi görünüp bütün kervanıyla ve bütün haşmetiyle göçse de illâ gidecek bir yer bulunur. İnsan bir vatan edinemese de, bir felâh bulamasa da gittiği yerde herhâlde bir çıkar yol, herhâlde kalacak bir han bulunabilir…

Değilmiş ey can, böyle değilmiş! Çok zaman bilemesem de çok zaman hissettim bunu. Ama hele şimdilerde hiç böyle değilmiş! Şimdilerde, artık dokuzuncu köyde olduğumu, doğrusu zaten dokuzuncu köyde doğduğumu ve ezelden buralı olduğumu düşünüyorum.

Gidecek yerimiz kalmadı ey can, zira burası dokuzuncu köy! Zira burası dünya! Kimimiz mirası yedi, kimimizi miras yedi. Kaldık baş başa. Kaldık diz dize. İki çiçek dikmelik bir evlek yerimiz kaldı. Vakit ikindi… Güneş, köy ağasının evinin köşesinden dönüyor. Dönerken gölgesi de bizim eve vuruyor. Dönerken ışığı da bizim cama vuruyor. İki güneş görmelik yer değil mi burası? Biri yüzümüze değdi, öbürü sırasını bekliyor.

Hep borçlu olduğumuz hâlde hep alacaklı gibi yaşadık burada. Yine iki nefeslik yer burası. Birini aldık. Alacak bir şey kalmadı artık. Verecek tek nefes ömrümüz kaldı!