BU yazıda,
dilin irfanî boyutu üzerinde düşünüp araştırırken uzun zamandır dikkatimi çeken
“şathiye dili” üzerinde durulacaktır.
Arapça bir kelime olan “şathiye”,
“şath” kökünden gelir. “Şath” kelimesi lügatte, “saçma sapan söz söyleme, gevezelik
etme, oyun ve eğlenme” gibi anlamlara gelir. Tasavvuf terimi olarak ise “sofinin
her şeyi Hakk’ta görme aşaması olan ‘cem’ makamında iken dışı ayık olduğu hâlde
içsel coşku ve sarhoşluk sebebiyle aşikâr ettiği sırlar”dır. Ancak sofi, bu
sırları açarken istem dışı olarak açar ve hâle mani olması onun elinde
değildir. İşte bizim açımızdan bu dili ilginç kılan şey de şathiyenin, sofiye
rağmen bu ortaya çıkma arzusudur!
Şathiyelerde, ilk bakışta egemen
dilin dışından gelen, ancak sureta ona benzeyen bir dil ve bu dil ile kurulmuş saçma
bir hüküm vardır. Egemen dilin algısıyla şekillenen bilinç, bu absürt algı
karşısında gülme eylemiyle tepki verir. Bilinçte gülme eylemini harekete
geçiren etki, beyitteki önermenin tamamen yanlış ve işlevsiz oluşundan
kaynaklanır. Oysa bu tip önermeler, egemen dilin idraklerimizi kuşatan hisarını
yıkmak amacıyla kurulmuş bir mekanizmanın bilinçli atımlarıdır.
Yaygın olarak, insanın her
türlü anlama ve kavrama çabası için elinde bir dil olduğunu sanırız. Oysa egemen
dilin dışında bir dil daha vardır; dahası ise, var olduğunu iddia ettiğimiz
dilin dışında da dillerin olduğudur.
Diğer dillerden sarf-ı
nazar, biz burada egemen dil ve onun dışındaki ikinci dil düzeyinden
bahsedeceğiz. Egemen dilden kastımız, birinci dil seviyesi yahut akıl ve mantık
düzeyidir. İkinci dil düzeyinden kastımız ise, üst akıl yahut irfanî dil düzeyidir.
İkinci dil veya üst akıl düzeyi, ilkine göre kıyassız bir üstünlük taşımasına
rağmen henüz harf, kelime ve seslerden kurtulamamış bir dil düzeyidir. Oysa
üçüncü dil düzeyinde bunların hiçbirine ihtiyaç yoktur. İhtiyaç olmadığı için o
dille üretilmiş metinler de yoktur. Zira o dilde metnin yerini tecellî (uyanıkken
görülen rüyaya benzer görüntüler) alır.
Birinci dil düzeyi “aklın
kılavuzluğundaki dil düzeyi” olduğu için, bu dilin bütün verileri, dünyayı
tanzim etme üzerine kuruludur. Bu dilin önermeleri, insanlığın umumî idrakini
bir hisar gibi akıl ve mantık verilerine göre kuşatır ve diğer dil düzeylerine
kapatır. Dolayısıyla insan idraki üzerine çekilen en kalın ve kesif perde, bu
dil düzeyi ile çekilen perdedir.
İkinci dil yahut üst akıl
düzeyiyse, irfanın kılavuzluğundaki dil düzeyidir. Bu dilin verileri, akıl ve
mantık verilerinin dışından gelip akıl ve idrakleri, akıl ve mantığın
kuşatmasından kurtarmayı amaçlar. Bu dil düzeyi ses, harf ve kelimelerden
oluşan birinci dil düzeyiyle maddesiz görüntülerden oluşan üçüncü dil düzeyi
arasında durduğu için, maddesiz görüntüler âleminin ifadelerinden bazılarını, girdikleri
coşkudan dolayı istem dışı olarak aktarırlar. Zaten bir tecelliler ummanı olan
bu düzeyin ifadeleri, bu dil düzeyine istense de aktarılamazlar. Çünkü burada o
tecellilere isim olacak kadar yetkin kelime yoktur. Başka bir ifadeyle bu
terazi, o ağırlığa göre kurulmuş bir terazi değildir.
Maddesiz görüntüler
âleminin ifadelerinden bazıları aktarılırken, salik şairlerin iki türlü hareket
ettikleri görülür. Birinci hareket tarzında, oradaki ifadeler buradaki dil
düzeyiyle çatışmayacak bir biçime dönüştürülerek aktarılırlar. Ancak bu
aktarımlar, birinci dil düzeyinin ifade dünyası içinde yine de birinci dil
düzeyinden farklı bir tarz ve edaya sahip oldukları için hikmet görünümünde
ortaya çıkarlar.
Hikmet görünümünde ortaya
çıkan dil, yoğun bir zihnî tercüme faaliyetinin dilidir. İbn Arabî’nin yüksek âlemler
seyri (menazır-ı ulâ) adını verdiği bu dil düzeylerinin verileri, aklın tanzim
melekesi kullanılıp akıl ve mantık ipine dizilerek anlaşılabilirler. İşte bu
safhada salik şair, mahvın getirdiği coşkudan kurtularak sahvın getirdiği
ayıklık içerisindedir! Salik şairin bu zihnî tercüme faaliyetine, bazen mahv
ile sahv arasında yakalandığı görülür. Bu yarı mest olma hâlinde imajik
verilerden başka bir şey olmayan tecelliler, aklın tanzim edici dil dizgesine
girmeyerek birinci dil düzeyinin “yanlış önerme” diye nitelendirdiği önermeler
ile gelirler. İşte salik şairin iki hâl arasında tercümeye giriştiği yerden
görünen dil, “şathiye” dediğimiz irfanî dilin ta kendisidir! Zaten hikmet
biçiminde ortaya çıkan aklîleştirilmiş dilde bile aklın denetiminden kaçmış pek
çok mecaz ve metafor, “Biz buraya ait değiliz!” diye bağrışır.
Hemen söylemek gerekir ki,
bütün mecaz ve metaforlar, irfanî dil düzeyinden sızmış ifade biçimleridir.
Tevazuun kibre karşı zaferi
Bu kısa izahtan anlaşılır
ki, şathiyelerin absürt ifadeleri -hezeyan olsun diye değil- “ayrıksı birer
beyan olsun” diye söylenilirler. Bunlar, erbabını üst akıl düzeyinin dünyasıyla
temas ettiren şifreli ve gizli bir dile mahsus kelimelerdir. Ancak bunlara “kelime”
deyişimiz zorunluluk icabıdır; değilse, bunlar hislerimizle temas ederek ses,
görüntü, tat, koku ve doku hâline dönüşen şeylerdir. Böyle olduğu için de
bunların esas mahiyetlerini tayin etmek, duyularımızı aşar. Sözün uzayıp
gitmesine mani olmak için, söylediğimiz hususları şathiye metinleri üzerinden
hareket ederek açıklayalım.
“Bir sinek, bir kartalı kaldırıp vurdu yere./ Yalan
değil, gerçektir; ben de gördüm tozunu.”
Yûnus Emre’nin bu beytine
birinci dil düzeyiyle bakarsak, bilincimizde yer eden âlem diline ait bilgimiz,
burada söylenenlerin imkânsız olduğunu söyleyerek metinle idrakimiz arasına bir
perde çeker. Zaten bizim temel meselemiz, perdelenmiş bir dille ilim ve fikir
ürettiğimizi sanmamızdır. Bu sanı sebebiyle yanı başımızda dalgalanan bir mânâ
ummanından habersiz yaşar gideriz.
İrfanî dil söz konusu
olduğunda yapmamız gereken şey, üzerinde mutabık olduğumuz kelimelerle mutabakatımızı
sonlandırmaktır. Zira bu düzeyde hiçbir kelime, bizim zihnimizdeki karşılığıyla
bulunmaz. Mevlâna’nın deyimiyle bunlar, zaruret icabı söylenmiş kelimelerdir ve
asla asıl müsemmalarını göstermezler.
Bu beyitteki “kartal” ve “sinek”
kelimeleri bizim söz dağarımızdaki kartal ve sinek kelimelerine tekabül etselerdi
derdik ki, “Bu metin, bir hezeyan ve sayıklamadan başka bir şey değil!”. Oysa
bu metni Yûnus Emre gibi Hakk yolcusu bir şair söylemekte ve maksadı da söz
beğendirme olmayıp irşat etmedir. İrşat etmenin ilk şartı ise hem şairin, hem
de sözün aynı yetkinlikte bulunmasıdır. O hâlde yetkin bir şair, noksan ve
saçma bir söz söylemez ve yetkin bir söz de yave söyleyen bir şairin dilinden
dökülmez.
Sinek ve kartal, bu âlem
dil ve mantığında mücadeleye girse, hiç şüphe yok ki yere vuran kartal, kalkan
tozun içinde imha olan da sinek olur. Ancak bu âlem nesnelerinin temel durumu,
var gibi görünen yoklardan ibaret olmasıdır. Buradaki her mevcudun anlamı
yokluğa girdiği zaman anlaşılacağı için, üzerlerindeki gerçeklik, iğreti bir
gerçekliktir. Daha doğru bir ifadeyle, buradaki her kelimenin, üst akıl düzeyi
olan irfanî dünyada bir anlamı vardır. Ancak oradaki anlam (müsemma) kendini
belirli vakalar dışında -Hz. Musa’nın âsâsının ejderha olması gibi- gizlediği
için, yorumcular daima meçhul ve kapalı bir kapı önünde kalırlar. İşte ârif bir
şair tarafından üretilen şathiyeler, bize kelime ve nesnelerin Hakk katındaki
anlamlarından işaretler sunar!
Biz bu metinlerde, varlık,
nesne ve kelimelere vahyedilmiş bir lisandan sesler duyarız. Zira Hak, arılara
vahyettiği gibi her şeye vahyeder. Umumî rahmet, Hakk’ın cümle mevcudatına
şâmildir. Şu hâlde sinek ve kartal isimlerini ve bu isimlerin delâlet ettikleri
irfanî mânâyı çözmeye çalışırsak, kartalın “gurur”, sineğin de “tevazu” olduğu
görülür.
Malûmdur ki, huyların
habisleri büyük, erdemli olanları ise küçük görünürler. Zira daha güçlü olmalarına
mukabil, erdemler zarar vermedikleri için insanların hayatında bir trajedi ve
drama yol açmazlar ve bundan dolayı da pek fark edilmezler. Bunların karşısında
yer alan kötü huylarsa zarara mensup olduklarından dolayı felâkete yol açar ve
bir zulümle şekillenerek huzuru bozarlar. Oysa kötü huylar, bütün velvelelerine
rağmen geçici ve yaldızlı bir hâkimiyet kurarlar. Mukabilleri olan erdemle karşılaştıklarında
ise güneş görmüş kar gibi eriyip giderler. Şer her zaman büyük, hayır ise mahiyetinden
dolayı her zaman küçük görünür. Fakat cenge girdiklerinde hayrın arkasında her
zaman Hakk’ın heybeti bulunduğundan, zayıf olan gerçek anlamıyla ortaya çıkar
ve zaferini ilan eder. Güçlü görünen ise, gerçek anlamına dönünce cılızlaşarak
hezimete uğrar. Böyle bir mücadeleyi sineğin -yani tevazuun- kazanacağı ve
kartalın -yani gururun- kaybedeceği aşikârdır.
Çilehanede zikirle kaynayan
derviş
“Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım./ ‘Bu
nedir?’ diyene bandım, verdim özünü.”
Yûnus’un yukarıdaki
beytine gelince… Bir kazana kerpiç konulması, bu kerpicin poyraz ile
kaynatılarak özüne ekmek banılması ve “Bu nedir?” diye sorana tattırılması, gündelik
dille çözülecek bir durum değildir. O hâlde buradaki “kerpiç, kazan ve poyraz” kelimelerinin
kendi anlamlarında olmadıkları aşikârdır. Bu kelimeler birer metafordur ve metafor
hâline gelmiş bir kelime, içine irfanî dilin sızdığı bir kelimedir.
Kerpiç, toprak ve suyla
yoğrularak ortaya konulmuş bir üründür ve bidayette toprak ve suyla yoğrularak
varlık hâline gelen insanı sembolize eder. Dolayısıyla kazana konulan kerpiç, “insan”dan
kinayedir. Kazan genellikle “dünya”yı, özelde ise “çilehâne”yi işaret eder. Yûnus’un
buradaki maksadı da “hücrede çileye girmiş derviş”tir. Öyle anlaşılıyor ki, bu kerpici
kıvamına getiren bir şey vardır. Yûnus, onu kıvamına getiren şeye “poyraz”
adını vermiştir. Peki, poyraz nedir?
Poyraz, dervişin çilehanede kırk gün boyunca talim ettiği zikridir. Bu zikrin temel hususiyeti ise, dervişi dünyaya ilişkin şeylerden vazgeçirip soğutmasıdır. Soğuğun en kuvvetli duyulduğu esiş biçimi poyrazdır. Demek ki dervişin zikirli nefesi, yakıcı bir poyraz olup karşısında var gibi görünen bütün geçici suretleri kasıp kavurmaktadır. Bu zikirden sonra gönlünü dünya nesnelerinin tümünden geçiren derviş, o poyrazla pişerek kıvama gelir. Kıvama gelmiş olan şeyin banılarak yenilmesi de artık anlaşılır bir durum olur.
Burada şu inceliğe dikkat
etmek lazımdır: Bir kelimenin içine irfanî bir dil sızdıysa, onun bâtınî anlamı
esas olmakla beraber, zahirî anlamı da üzerinde durulması gereken bir yön
içerir. Demek ki poyraz, “kaynatma” hassesine sahip bir nimettir. Tam bu
noktada eğitim sistemimizin vahim bir eksiğine işaret etmek lazımdır! Maalesef
bizde bütüncül bir okuma ve bilinçlenme hâli olmadığı için, bir edebiyat
metnini edebiyatçılar, bir fizik olayını da fizikçiler ele almakta ve tek bir
duyu organıyla hareket eden insanlar gibi herkes kendi burnunun doğrusuna
gitmektedir. Oysa Yûnus’un bu şathiyesinde fencilere, poyrazdaki enerjiye
dikkat etmelerine dair bir çağrı gizlidir.
Enerji olarak zihnimize
hep yanıcı ve parlayıcı şeyler kazındığı için, onun zıttı olan ve belki ondan
daha güçlü olan bir karşı enerjiyi görmüyoruz. Muhakkak ki, soğuktaki enerji,
sıcaktaki enerjiden daha güçlüdür. Zira o, henüz farkına varılarak tüketilmeye
başlanmamış daha büyük bir potansiyele işaret eder. Bize düşen, kendi
irfanımızın işaretlerini takip ederek kendi medeniyetimizi bu işaretler
üzerinden kurmaktır.
Bu metinler hepimiz
içindir ve hepimizin genetiğinde de -hangi meslekten olursak olalım- bu sırları
çözmeye karşı fıtrî bir kabiliyet vardır. Hekim, poyrazdaki enerjiyle hastanın
acı duyusunu yok etmeli, matematikçi bu enerjinin formülünü bulmalı, fizikçi bu
enerjiyi harekete geçirecek ortamı kurmalı, kimyacı bu enerjinin elementlerini
keşfetmelidir. Hazine üzerine oturanların yoksulluktan söz etmeye hakları
yoktur. Değilse, zalimlerden oluruz!
Taşlaşan kalp, üzerine kapak
olduğu hazinenin farkında değildir
“Ergene’nin köprüsü susuzluktan kurumuş,/ Edirne’nin
minaresi eğilmiş su içmeye.”
Kaygusuz Abdal’ın bu
beytinde de aynı irfanî dil söz konusudur. Ergene, bugün “Uzunköprü” diye
bildiğimiz bir ilçe olup Edirne’ye bağlıdır. Bu ilçede Meriç nehri üzerine
kurulmuş olan 1 buçuk kilometre uzunluğundaki taş köprü, dünyanın en uzun taş
köprüsü sayılır. Kaygusuz’un buradaki taş köprüden muradı “insan” olup,
özellikle de “onun taşlaşmış kalbi”dir. Köprünün altından akıp giden su ise “marifet-i
İlâhî”dir.
Beyit, kalpleri taşlaşmış
insanların marifet (üst akıl, ikinci dil düzeyi) ile asla temas
edemeyeceklerini belirtir. Demek istenir ki, aslında insan daima bir marifet
ırmağı üzerinde durur, fakat bir ömür gelir geçer de kişi böyle bir ırmak üstünde
mekân tuttuğunu bilmez. Zira taşın suya ihtiyacı olmaz. Su, susuzlar içindir.
Edirne minaresinin su içmesine
gelince… Şairin muhayyilesini harekete geçiren şeyin Edirne’de Tunca nehri
kenarına kurulmuş bir cami minaresinin suya aksetmiş görüntüsü olduğunu
söyleyebiliriz. Bu görüntü şaire, eğilerek su içen bir hayvan görüntüsü
çağrıştırmış olmalıdır. Oysa minare de taştandır ve suya köprüden daha uzaktır.
Ancak o minarenin içinde her gün esen beş vakit marifet nefesi, o taşları suya
doyurarak yumuşatmakta ve marifet tohumunu kabul edici hâle getirmektedir tıpkı
“İsa nefesinin ölüyü diriltmesi” gibi...
Kaygusuz, kalplerin
marifetten uzaklaştıkça taş kesilip öldüklerini, marifetle temas ettikçe de taş
bile kesilseler canlandıklarını söylemektedir. Neticede Kaygusuz der ki, “Ey
oğul, ten dili kalbi imha eder, can dili ise ihya! Irmağa ibret gözü ile bak, kendi
susuzluk çekmediği hâlde susuzları suya kandırmak için daima çalışıp
çabalamaktadır. Şu minare gibi yükselen gururlu başla gökte bulutlar çizmek
yerine, rükû ve secde ile eğil de tevazu ırmağından su iç!”.
Söğüt
“Manda yuva yapmış söğüt dalına,/ Yavrusunu sinek
kapmış, gördün mü?”
Bu beyit de bir Kastamonu
türküsünden alınmadır. Şiirin sözlerini kimin yazdığını bilmiyoruz, muhtemelen
anonimdir. Ama şiirin kuruluş biçimine bakarsak, irfanî bir dilin mirasçısı
olduğu açıkça görülür. Başta da söylediğimiz gibi dilin, elbette ki irfanî
dilin saçma bir cümle kurması, onun başka bir dil iklimine ait olmasından
dolayıdır ve bu iklimin içinden gelen metinlerin isimleriyle bu isimlerin
delâlet ettikleri şeyler arasında hayret verici bir fark vardır.
Buradaki mandanın, söğüt
dalına yuva yapmış herhangi bir kuş olduğu ve o yuvada civcivlerinin bulunduğu
düşünülebilir. Sinek ise, o yuvadaki civcivi kapan yırtıcı kuşlardan birini
temsil etmektedir.
Bize tuhaf gelen şey,
mandanın söğüt dalına yuva yapmaktaki garabetidir. Söğüt, meyvesi olmayan bir
ağaçtır. Söğüt yetiştiren biri, ürün vermeyen bir ağaca beyhude emek vermiş
olur. Manda ise, yaptığı amelleri işe yaramayan bir kişiyi sembolize eder. Böyle
bir mandanın yavrusu ise, onun amellerinin adıdır. Söğüt gibi meyve vermeyen
amellerle vakit geçirmek eblehliktir ve manda, bu tip eblehleri imlemektedir. Ürün
vermeyen işle ancak ebleh meşgul olur. Eblehin işi gölge avlamak olduğu için, beytimizin
meçhul şairi, onu “gölge avı ile ömür geçirmiş bir ahmak” olarak
nitelemektedir. Sinek, cirmi itibariyle manda yavrusunun tüyü mesabesindedir; ancak
eblehin işe yarar ameli olmadığı için, onun olmayan amelini bir sineğin
kaldırıp götürmesi normal karşılanabilir. Çünkü yok hükmündedir.
Sonuç
Malûm ola ki, âlemdeki her varlığın iki dil ve ifadesi vardır. İlki, bizim zihnimize yerleşmiş olan görünen anlamı; ikinci ise, hislerimizden gizlenmiş olan hakikî anlamı… Mevlâna vahyi, “hislerimizden gizlenmiş olan lisan” olarak tarif eder. Demek ki bir varlığın dilini anlamak demek, Cenab-ı Hakk’ın, onun mânâsına mezcettiği, hislerden gizlenmiş lisanı duymaktır. Bize düşen, her şeydeki bu gizli lisanı duyan, gören, tadan, koklayan ve dokunan yepyeni hislere malik olmaktır. İnsanlık, bu hislere malik olanların zaferini beklemektedir. Bu zafere en yakın duran topluluk ise “gerçek müminler”dir! Duyanların payı müjde, sağırların payı ise hüsrandır.