Bir derdim var

Elbette bu salgın sürecindeki kısıtlama ve yasaklara uygun bir yaratılışa sahip değiliz. Fakat ölüyoruz. Ölmek de kader en nihayetinde, ama bütün millî servetimiz, gelişimimiz, üretimimiz ve gelecek potansiyellerimiz ölüyor. Süreç uzadıkça maddî ve toplumsal çöküşler meydana geliyor. Süreç uzadıkça yasaklar artıyor, kısıtlamalar genişliyor ve psikolojiler yerle bir oluyor. Şimdi bu bir dertse, adamakıllı yaşayıp bitirmeli. Yavaş yavaş süreci uzattıkça bitecek gibi görünmüyor.

“DERT denince hep ailevî ya da kişisel sorunlar gelir akla. Hastalıklar, anlaşmazlıklar, maddî sıkıntılar ya da uzun süreçlere yayılan ve hâlledilmesi gereken birtakım işler…

Teşhis edilmemiş, saptanmamış bir hayâl ürünüdür dertsizlik. Zaten olması da gerekir. Yeter ki acizliğimizi aşan bir mukavemette olmasın.

Derdi yok etme gayretiyle bir dolu güzelliğe erişiyoruz. Derdi aşmak için çabalarken güçleniyor, hayata dâhil oluyor ve yeni keşiflere çıkıyoruz.

Kısacası “dert” dediğimiz şey kalbe tutunur, aklı esir alır ve neşeyi eksiltir. Ama tüm bunlarla birlikte düşünce sınırlarını genişletir, melekeleri kuvvetlendirir, şükrü arttırır ve kıymet bildirir.

Dert hiç de öyle olumsuzluk bildiren kelimelerle dolu cümleler değildir. Memleket derttir. Sevgi derttir. Aile derttir. İnsanın kendisi kendine derttir. Çocuklar derttir. Fakat bunların hiçbiri yergi anlamı içermiyor.

Dert değerlidir. Bir memleketi dert yapan şey, verilen kıymetle eşdeğer. Kıymet arttıkça bütün olgular dert kapsamına alınabilir. En sevdiğin şey ya da kimse, en büyük derdindir.

Anlaşılacağı üzere “dert” kelimesinin çeşit çeşit kullanımından benim aklıma düşen, bu kavramın bir güzellik isnat etmesi…

Bana sorulursa dert, insanın hazinesi… Belâ ve yıkım değil ki dert. Çöküş ve bitiş değil. Asıl kaçılası kavramlar bunlar. Dert, bir endişe ve elde tutabilme gayretinin yarattığı süreğen bir düşünüş süreci.

E benim de bir derdim var: Memleket…

Şimdilerde hastalık adı altında çetrefilli ve çok yönlü bir karmaşanın içindeyiz. Çok da öyle coğrafî kesitler ve ırksal genellemelerle anılan sıkıntılar arasında da değil bu süreç. Aslında tüm dünyayı ve o dünyaya ait tüm canlı cansız varoluşları yakından ilgilendiriyor. Ama dedim ya, insanın kıymetlisi derdidir. Benim derdim de memleket.

Hani sokakları hıncahınç dolduruyoruz ya, hani “Bana bir şey olmaz” felsefesiyle bütün tedbir ve yasakları bir başkası adına varmış gibi sindiriyoruz ya, işte sana dert! Bütün bu yasaklar ve kısıtlamalar süresince herkesin aklına mıh gibi kazılan bir kıstas var: “Zorunlu hâller dışında”… Yani zorunlu hâller dışında sokağa çıkmamak, zorunlu hâller dışında maskeyi çıkarmamak, zorunlu hâller dışında toplu mekânlara girmemek…

Şimdi içimizden kimse sorsanız bu zorunlu hâller listesini sıralar. O hâlde sorun bilmekte değil, idrakte! Demek ki sloganlara değil, kelime anlamlarına değinmek gerekiyor.

Evet, çok geçerli bir slogan olarak “Zorunlu hâller dışında sokağa çıkmayın” gibi talimatlar muhakkak kullanılmalı. Fakat cümleyi anlamlandıran zihinlerde bir çatışma var. Bu zorunlu hâller nasıl hâllerse her adım için geçerli. Meselâ, “Oturmaktan canım sıkıldı, biraz sosyalleşeyim” içgüdüsünün dışavurumu, zorunlu hâl… Elbette hepsi insanî talepler.

Elbette bu salgın sürecindeki kısıtlama ve yasaklara uygun bir yaratılışa sahip değiliz. Fakat ölüyoruz. Ölmek de kader en nihayetinde, ama bütün millî servetimiz, gelişimimiz, üretimimiz ve gelecek potansiyellerimiz ölüyor. Süreç uzadıkça maddî ve toplumsal çöküşler meydana geliyor. Süreç uzadıkça yasaklar artıyor, kısıtlamalar genişliyor ve psikolojiler yerle bir oluyor. Şimdi bu bir dertse, adamakıllı yaşayıp bitirmeli. Yavaş yavaş süreci uzattıkça bitecek gibi görünmüyor.

“Diş sıkma” deyiminin tam zamanı gibi görünüyor. İnsan için, sağlık için, toplum için ve millet için… Memleket için…