“DERT” denince
hep ailevî ya da kişisel sorunlar gelir akla. Hastalıklar, anlaşmazlıklar,
maddî sıkıntılar ya da uzun süreçlere yayılan ve hâlledilmesi gereken birtakım
işler…
Teşhis edilmemiş,
saptanmamış bir hayâl ürünüdür dertsizlik. Zaten olması da gerekir. Yeter ki
acizliğimizi aşan bir mukavemette olmasın.
Derdi yok etme
gayretiyle bir dolu güzelliğe erişiyoruz. Derdi aşmak için çabalarken
güçleniyor, hayata dâhil oluyor ve yeni keşiflere çıkıyoruz.
Kısacası “dert”
dediğimiz şey kalbe tutunur, aklı esir alır ve neşeyi eksiltir. Ama tüm
bunlarla birlikte düşünce sınırlarını genişletir, melekeleri kuvvetlendirir,
şükrü arttırır ve kıymet bildirir.
Dert hiç de öyle
olumsuzluk bildiren kelimelerle dolu cümleler değildir. Memleket derttir. Sevgi
derttir. Aile derttir. İnsanın kendisi kendine derttir. Çocuklar derttir. Fakat
bunların hiçbiri yergi anlamı içermiyor.
Dert değerlidir.
Bir memleketi dert yapan şey, verilen kıymetle eşdeğer. Kıymet arttıkça bütün
olgular dert kapsamına alınabilir. En sevdiğin şey ya da kimse, en büyük
derdindir.
Anlaşılacağı üzere
“dert” kelimesinin çeşit çeşit kullanımından benim aklıma düşen, bu kavramın
bir güzellik isnat etmesi…
Bana sorulursa
dert, insanın hazinesi… Belâ ve yıkım değil ki dert. Çöküş ve bitiş değil. Asıl
kaçılası kavramlar bunlar. Dert, bir endişe ve elde tutabilme gayretinin
yarattığı süreğen bir düşünüş süreci.
E benim de bir
derdim var: Memleket…
Şimdilerde
hastalık adı altında çetrefilli ve çok yönlü bir karmaşanın içindeyiz. Çok da
öyle coğrafî kesitler ve ırksal genellemelerle anılan sıkıntılar arasında da
değil bu süreç. Aslında tüm dünyayı ve o dünyaya ait tüm canlı cansız varoluşları
yakından ilgilendiriyor. Ama dedim ya, insanın kıymetlisi derdidir. Benim
derdim de memleket.
Hani sokakları
hıncahınç dolduruyoruz ya, hani “Bana bir şey olmaz” felsefesiyle bütün tedbir
ve yasakları bir başkası adına varmış gibi sindiriyoruz ya, işte sana dert!
Bütün bu yasaklar ve kısıtlamalar süresince herkesin aklına mıh gibi kazılan
bir kıstas var: “Zorunlu hâller dışında”… Yani zorunlu hâller dışında sokağa
çıkmamak, zorunlu hâller dışında maskeyi çıkarmamak, zorunlu hâller dışında
toplu mekânlara girmemek…
Şimdi içimizden
kimse sorsanız bu zorunlu hâller listesini sıralar. O hâlde sorun bilmekte değil,
idrakte! Demek ki sloganlara değil, kelime anlamlarına değinmek gerekiyor.
Evet, çok geçerli
bir slogan olarak “Zorunlu hâller dışında sokağa çıkmayın” gibi talimatlar muhakkak
kullanılmalı. Fakat cümleyi anlamlandıran zihinlerde bir çatışma var. Bu
zorunlu hâller nasıl hâllerse her adım için geçerli. Meselâ, “Oturmaktan canım
sıkıldı, biraz sosyalleşeyim” içgüdüsünün dışavurumu, zorunlu hâl… Elbette
hepsi insanî talepler.
Elbette bu salgın
sürecindeki kısıtlama ve yasaklara uygun bir yaratılışa sahip değiliz. Fakat
ölüyoruz. Ölmek de kader en nihayetinde, ama bütün millî servetimiz,
gelişimimiz, üretimimiz ve gelecek potansiyellerimiz ölüyor. Süreç uzadıkça
maddî ve toplumsal çöküşler meydana geliyor. Süreç uzadıkça yasaklar artıyor,
kısıtlamalar genişliyor ve psikolojiler yerle bir oluyor. Şimdi bu bir dertse,
adamakıllı yaşayıp bitirmeli. Yavaş yavaş süreci uzattıkça bitecek gibi
görünmüyor.
“Diş sıkma” deyiminin tam zamanı gibi görünüyor. İnsan için, sağlık için, toplum için ve millet için… Memleket için…