Bir çocuğun gözünden: Mülteci olmak

Geride bıraktığımız dönemde, içinde çoğu çocuk ve kadın olmak üzere 30 bin civarında göçmenin Akdeniz’de hayatını kaybettiği elim görüntüler henüz hafızalarımızda taptaze. Diyelim ki tüm engelleri aşarak sonunda varmak istedikleri ülkeye ulaştılar, bu sefer de vardıkları ülkede yabancı düşmanlığı ve ayrımcılığın hedefi olabiliyorlar...

HEMEN hemen her akşam geç vakitlerde sessizliğin ortasında İshak kuşunun sesini dinliyorum. Her ne kadar sessizliği dinlendirici bulsam da bu kuşun sesi bana yalnızlığı çağrıştırıyor. “Yalnızlık” denilince bir de Refik Halid Karay’ın “Eskici” hikâyesi gelir aklıma. Hikâye, önce babasını, sonra da annesini kaybeden bir çocuğun İstanbul’dan Filistin’e uzanan yolculuğu ve Filistin’de yaşadığı memleket özlemini anlatmaktadır.

Bugüne kadar Filistin’e dair tek kelime etmeyişimin nedeni şu: “Filistin” denildiğinde ailesi elinden alınarak hayatta yalnız bırakılmış -kalpten yaralı- çocuklar gelir gözümün önüne, yüreklerindeki acıyı tarif etmeye kelimeler yeter mi?

Bugün dünyanın neresinde olursa olsun, çocuklara dair ne varsa, o konu, üzerinde hassasiyetle durulması gereken en önemli konudur. “Çocuklar bu dünyanın geleceği” mottosunda hemfikirsek, bir çocuğun gözünden akan tek bir damla yaşın önemi konusunda da hemfikir olmalıyız.

Önce Karay’ın hikâyesini şöyle kısaca özetleyelim: Hasan, henüz beş yaşında ve anne-babasını kaybetmiş bir çocuk. Halasının yanına gitmek üzere konu komşunun yardımıyla bir vapura bindirilir. Halası Filistin’in bir kasabasında yaşamaktadır. Vapur bir yerlere uğrayıp yolcularını bıraktıktan sonra sıcak memleketlere doğru yaklaştığında Hasan hüzünlenmeye başlar. Çünkü artık kendi memleketinden uzaklaştığını anlamıştır. Kendisine “Hassen” diye seslenir etrafındakiler. “Buraya gel” yerine “Taal hun ya Hassen!”, “Gidebilirsin” yerine “Ruh ya Hassen” diyorlardır meselâ...

Hayfa’ya geldiklerinde, bundan sonrası için onu bir trene bindirirler. Tren istasyona vardığında halası karşılar ve evine götürür. Vardığı ev, halası, halasının çocukları ve diğer insanlar Hasan’a tamamen yabancıdır. Zaman içerisinde Arapçayı anlamaya başlar fakat bir türlü Arapça konuşası gelmez. Bu nedenle suskun kalmayı tercih eder.

Kendisini -kalabalığın içinde- yapayalnız hissettiği bir gün sokaktan geçen bir satıcıyı, eski ayakkabıları tamir etmesi için eve çağırırlar.  Eskici ayakkabıları tamir ederken Hasan izlemeye başlar. İzlerken kalbi İstanbul’a doğru yolculuğa çıkar. Bir ara nerede olduğunu unutup dalgınlıkla, eskiciye, “Çiviler ağzına batmaz mı?” diye sorar. Eskici, Hasan’a, “Türk çocuğu musun be?” diye seslenir. Bu soru Hasan’ın, eskicinin de Türk olduğunu anlamasını sağlar ve ikisi, memleket özlemiyle dolu muhabbete koyulur. Tâ ki eskicinin işini tamamlayıp gitme vakti gelinceye kadar...

Eskici eşyalarını toplamaya başladığında Hasan’ın gözünden yaşlar akmaya başlar. Sanki anavatanı ikinci kez ellerinden kayıp gidercesine…

Doğup büyüdüğün memleketten istemeden -mecburiyetten- ayrılmak zorunda bırakılarak başka memleketleri yurt edinmeye çalışmak, dile kolay… Dile kolay başka diyarlarda çocuk mülteci olmak…

Hasan’ın Filistin’e gönderilme nedeni Türkiye’de kimsesi kalmadığı için olsa da, her yıl Hasan gibi milyonlarca insan, çatışma, zulüm, insan haklarına yönelik ihlâller, doğal afetler gibi çeşitli nedenlerden dolayı evlerini, memleket topraklarını terk ediyor ya da etmek zorunda bırakılıyor. Barışı, bir zamanlar vatanları olan yerlerden çok uzaklarda aramak durumunda kalıyorlar.

UNICEF’e göre dünya genelinde göçmen sayısının 272 milyona ulaştığı tahmin edilmekte ve mültecilerin sayısı ise 26 milyona yaklaşmış durumda. Bu sayının yaklaşık 33 milyonunu -12,6 milyon mülteci ile 1,5 milyon sığınmacı- çocuklar oluşturmaktadır. Bu çocuklar paylarının olmadığı çatışmalar nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalmış ve milyonlarcası da daha iyi, daha güvenli bir yaşam için yollara düşmüştür.

Hemen yanı başımızdaki Suriye’de, Filistin’de ve daha dünyanın birçok köşesinde farklı nedenlerle krizler yaşanmaya devam ediyor. Bununla birlikte, kriz karşısında en ağır bedeli ödeyen ve küçücük omuzlarına ağır yükler binen kesim, maalesef çocuklar olmaya devam ediyor. Yaşamla ölüm arasında gidip gelirken, hayatta kalma savaşını kazananların eğitimleri, sağlıkları, duygusal durumları risk altında.

Türkiye’de, çoğu Suriyeli olmak üzere yaklaşık 4 milyon mülteci yaşıyor. Bunların içinde yaklaşık 1,74 milyonu çocuk. Geçen yılki rakamlara göre okula kayıtlı olan sayısı 680 bin; 400 bin civarında çocuk ise hâlâ okula gitmiyor.

Dünya üzerinde bu hareketlilik devam ederken, içimizi sızlatan pek çok manzaraya şahit oluyoruz. İçinde doğup büyüdüğü topraklardan güvenli bir gelecek kurma ümidiyle çıkılan yolculuklar, kimi zaman felâketlerle neticeleniyor. Kaçtıkları şiddetin travmasını yaşayan çocuklar, göç yollarında denizde boğulma, aşırı su kaybı, insan tacirlerinin eline düşme, cinsel istismar, kötü beslenme gibi çeşitli tehlikelerle yüzleşmek durumunda kalıyorlar.

Geride bıraktığımız dönemde, içinde çoğu çocuk ve kadın olmak üzere 30 bin civarında göçmenin Akdeniz’de hayatını kaybettiği elim görüntüler henüz hafızalarımızda taptaze. Diyelim ki tüm engelleri aşarak sonunda varmak istedikleri ülkeye ulaştılar, bu sefer de vardıkları ülkede yabancı düşmanlığı ve ayrımcılığın hedefi olabiliyorlar...

2001 yılından bugüne her yıl, 20 Haziran günü, “Dünya Mülteciler Günü” olarak anılmaktadır. Bu günün uluslararası alanda anılması hem mültecilerin yaşadığı sorunlara dikkat çekilerek farkındalık oluşturmak, hem de mültecilerin/sığınmacıların/göçmenlerin yaşadıklarına çocuk gözüyle bakabilmeye imkân sağlamaktadır.

(Devam edecek inşallah…)

 

https://www.unicef.org/turkey

https://www.easo.europa.eu/sites/default/files/EASO-Asylum-Report-2020-Executive-Summary-TR.pdf

https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/