
“AN”ı düşünüyorum. Dalmışım. Bir ara gözüm pencere kenarına kayıyor. Bir güvercin konmuş. Başını bir sağa, bir sola çevirip duruyor. Sonunda bakışlarımı fark etti ve bakışlarımız buluştu. Her an kalkışa hazır bedeni ile bir bana, bir kaçacağı istikamete bakıyor. Başındaki ve bedenindeki tüyler kabarıp iniyor. Bir bana, bir hayata çeviriyor bakışlarını. Ürküyor mu, soruyor mu, benden bir şey mi bekliyor, kim bilir?
Kısacık “an” denilen zaman parçasında iki can ve iki canın içinde bulunduğu kâinat, sonsuzluğu sonsuzlukla çarpıyor. Kâinat ve içindekileri, bilineni ve bilinmeyeni ile neyi alırsanız alın, içinde can olan bir şeyin karşılığı olamıyordu. Hani Allah-u Teâlâ da ayetinde bildirdiği gibi (Hac, 73), insanlar tüm bilgilerini, tüm yaptıklarını ve tüm imkânları bir araya getirseler, bir sinek bile var edemiyorlardı. An, Allah’ın bir sırrıydı ve içine insanın bildiği ve bilmediği her şeyi sığdırabiliyordu.
Anda, güvercinle iç içeyim. Uzanıp ellerime alamayabilirim. Karşılıklı bir konuşma içine de giremeyeceğimi biliyorum. Bense güvercinimi de yanıma alarak dalıyorum düşünce denizine. Beraber bırakıyoruz boşluğa kendimizi. Kocaman açıyoruz kanatlarımızı. Sırtımızdaki rüzgârın ve altımızdan bizi iten boşluğun hissi ile biraz kanat çırptıktan sonra süzülüyoruz gökyüzü sahnesinde. Dedim ya, sonsuzluğu sonsuzlukla çarpıyoruz.
Kuş bakışı bakıyoruz yaşama yukarıdan. Ne güzel nefes alıp veriyor şu ağaçlar, şu gökyüzü. Toprak ne de ihtişamlı ve güneş ne de sıcak. Uçmak, bir rüyayı yaşamak, rüzgârı kanatlarında hissetmek. Hayatın daha fazlasına şahitlik ederek doyasıya kutlamak bütün bu oluşları. Oluşlar içinde doğum var, ölüm var. İkisi arasında engin bir deniz ve bu denizde kutlu bir yolculuk var. Yaşamak, uçmak ve sonsuzluğu tecrübe etmek bir rüyayı yaşamak.
Sonra rüyalar yine gerçeğe düşüyor. Gerçekliğin dipsiz kuyusuna bu kadar hızlı inmeseydik keşke. Rüyalarımdan bir parça tutmak ve gerçeğe katmak için elimi ne kadar uzatsam da yetişemiyorum. Güvercinim alıp başını gidiyor. Bense öyle kolay başımı alıp gidemem istediğim yere istediğim an. Çünkü insan olmak demek, sorumluluk demek. İnsan olmak demek, anların içini varlık kalemi ile yazmak demek. An, bir kayıt cihazı ve sürekli bizi kaydediyor. Peki, gerçeklerle aram neden bu kadar bozuk? Neden artık gündüzleri de rüyalara bu kadar çok dalar oldum? Gerçek denilen şeylerin gerçek olmadığı yönünde bir düşünce kovalayıp duruyor benliğimi. Kelimeler ve anlamları zihnimde çatışıp dururken, ben nasıl sağlıklı yol alabileceğim? Hangi limanın güvenli olduğunu nasıl bilebileceğim? Çevremden mantıklı davranışlar ve beklentim yönünde sözler bulamadıkça kime gideceğim, nasıl bağ kuracağım? İçim apartman hayatı gibi oldu. Her şey üst üste, yana yana ama kimse kimsenin ne umurunda, ne de kimse kimseyi anlayabiliyor.
Bu çatışmalar içinde odama çekiliyorum. Araştırmalarımdan, izlenimlerimden, haberlerden, anladıklarımdan, anlamadıklarımdan, gördüğüm ve duyduklarımdan, bildiklerimden ve bilmediklerimden parçaları önüme atıyorum öylece. Bir yapboz yapacağım. Bir başka anlam arayacağım yine bu olup bitenlerde. Yaşama dair parçalara bakıyorum; günlük sıkıntılar, geçim derdi, ay sonunu getirme çabası, eşe göre ayrı, çocuklara göre ayrı, patrona göre ayrı, arkadaşa, sokaktaki yabancıya göre ayrı davranılması, ayrı duruşların olması gereken hâller… Bilerek ve bilmeyerek yapılan davranışlar… Kızgınlıklar, hastalıklar ve günahlarla bezenmiş bir yaşam serüvenini anlatan parçalar… Hepsi iç içe.
Her şeyi anlamaya çalışma!
Diğer tarafta ise mutluluklar, iyilikler, fedakârlıklar, başarılar, paylaşmak, aile olmak, başkaları için yaşamak, bulmacalar, hikmetler, sonsuzluk ve hayata güzel izler bırakan parçalar var. Ya şu savaşları, Afrika’daki açlığı, zor bir hastalığın pençesinde kıvranan hastaları, katilleri, sapıkları, ihaneti meslek edinmişleri, anasız babasız canların hâlini anlatan parçaları nereye nasıl yerleştireyim? Hangi anlam dairesi içinde nasıl bir süzgeçten geçirmeliyim? “Takdir-i İlâhî… Her şeyi bilemem, her şeyi anlayamam” diyerek pes ediyorum.
Bir tarafta mucizelerle çepeçevre sarılmış durumdayım. Bedenimde ve kâinatımda inanılmaz akıl sır ermez bir oluş, bir sonsuz hayranlık âlemi, diğer tarafta ise öylece geçen bir hayat ve bir tarafta da insana hayatı dar eden insan görünümlü hasta kalpler… Sağlık ve hastalık, sevgi ve nefret, savaş ve barış, çalışma ve tembellik, çocuk ve büyük, doğum ve ölüm… Parçalar ne kadar çok ve ne kadar karışık olursa olsun, bir yerde, başka bir boyutta sanki yapboz hiç bozulmamış gibi. Her şey birbirini tamamlıyor ve birbirinin zıddı parçaların sayısı birbirine eşit gibi.
Çok zor bu yaşam. Birisi, okyanus kenarında, arkasında orman, “Oh ne güzel hayat! Ne muhteşem bir manzara!” diyor; diğeri, kahvaltısının üzerine düşen, kimin ne amaçla, ne akılla gönderdiği belli olmayan savaşın tohumu bomba ile gününü ve ömrünü sonlandırıyor. Tamam, hayat demek, zıtlık demek. Zengin varsa fakir de olacak, sağlıklı varsa hasta da olacak, barış varsa savaş da çıkacak, güçlü varsa zayıf da olacak, inançlı varsa inançsız da olacak. İyi hoş da tüm bunların anlamı ne?
Yoruluyorum. Bunca parça çok karışık. Nasıl bir araya getireceğim ben bunları? Ya da böyle mi bıraksam? Anlamlı bir şekil oluşturmaları ya da bir yerde buluşmaları gerekmiyor mu acaba? İsteyen kendince parçalarla mı oyalanıyor bu hayatta? Peki, ben yine kararsız kararsız bekleyecek miyim? Neyi ne kadar bekleyeceğim? Yine çok mu zaman kaybedeceğim? Bildiğim bir şey var, o da bu parçalar ve sonra eklenecekler arasından bulacaklarım olacak. Yıllarca beklediğim cevaplar çıkacak karşıma belki. O hâlde kafamı ve parçaları karıştırmaya devam etmeliyim. İşte böyle bir şey… Bir şeyle gelmeyeceksin her şeyin karşısına. Sadece geleceksin ve “ben” demeden, “şu” demeden her şeyin içinde erimesini bileceksin. Ne şeker olacaksın, ne çay, ne de çay bardağı, ne kaşığı. Birisi olmayacak, bir şey olmayacaksın. Her şeyi anlamaya ve anlatmaya çalışmayacaksın. Şekerden suya, sudan bardağa, bardaktan kaşığa atlayıp duracaksın. “Ben şuyum, ben anladım” dediğin anda, bir şey olmaya başladığında oyun biter ve evet, belki bir şey olursun. Hem de iyi bir şey olursun belki. Oldukça lüks ve itibarlı bu şey karşısında ne kaybettiğinden haberin var mı peki? Her şey...
Bugün karşılaştığım kişi soğuk ve boş gözlerle bana baktı uzun süre. Ve sonra ağzından şu çıktı: “Hayattan tat alamıyorum. Hiçbir şey yapmak istemiyor, hatta önemli bir nedeni yoksa yataktan hiç kalkmak istemiyorum.”
Belli ki bu arkadaşın önünde duran yapboz parçaları, yaşamın önünde duran sayfaları pek iç açıcı değil. Bu nedenle düşünce sistemi ve bu düşünce sisteminin dışavurumu olan sözleri ve davranışları sağlıklı değil. Şu hayatta öğrendiğim en önemli ve en özel bilgilerden biri de şu: “An”a yazı yazan, sadece kişinin kendisidir. Kişi ne diyorsa, onun doğrusu da odur. Kişinin hakikati içinde hissettiği şeydir. İnsanlar yaşadıkları ya da iç dünyaları için başkalarını suçlarlar. Bir açıdan doğru; genler, çevre, eğitim sistemi, imkânsızlıklar gibi nedenler bizi sınırlayıp şekillendiriyor gibi görünse de işin arka plânı öyle değildir. Yaşamak ayrı şey, yaşadığının farkına varmak başka bir şey. İnsan her şeyi yaşayabilir ve yaşadıkları içinde her türlü sebebi öne sürebilir fakat olay bununla bitmez. Allah insana akıl denen bir müessese ve ona yol gösterecek bir kalp vermiştir. İnsan sadece yaşamak için gönderilmedi; yaşadıklarını sorgulaması, değerlendirmesi ve ona göre kendini geliştirmesi görevi de kendisine verildi. “İki günün bir olmasın” denildi. Sen bu sorumluluğu keşfetmek, kabul etmek ve gereğini yapmak yerine sadece yaşamayı seçer ve kaderin getirdiği şeylere şikâyet edersen eline ne geçecek?
Kalem sensin, sonsuzluk sensin. “An” denen şey sonsuz. En azından bir dene. Bir gün olsun, dene. Bildiklerini, inandıklarını, yaşadıklarını ve “Yaşayamadım” deyip hayıflandıklarını, neyin varsa, sonbaharda yapraklarını döken ağaçlar gibi önüne dök. Kalmasın içinde hiçbir atık. Parçaları farklı kombinasyonlarda bir araya getirmeye çalış. Farklı bir sokaktan yol al. Farklı bir şeyin tadına bak. Farklı bir kitap oku. Okuduğunu başka bir şekilde oku. Uykuya farklı dal. Ana başka türlü bak. İbadetinin içini aç ve içine mercek tut. Daha derine ve daha derine in her seferinde. Aklına ilk gelen düşünceye bağlanma hemen. Reflekslerine bırakma hemen bedenini, gününü hemen dünle doldurma, güne yorgun kalkma.
Açan çiçeğe aynı gözle bakma. Allah’a aynı duayla çıkma. “Olmadı” deme, “Nasıl olacak?” de. Ağaçlara sarıl, gökyüzüne göz kırp, yağmurlarda ıslan, yetimin başını okşamakla kalma. Önünde yaşamın, yaşadıklarının parçaları var. Tamam, şu ana kadar sana anlattıkları çok iyi şeyler olmayabilir ama bu, senin onları yorumlama biçimindi sadece. Sana bulmaca çözmeyi, bulmaca ile heyecanlanmayı öğretmediler. Öğretemediler. Onlar çok meşguldü. Boş işlere, boş kaygılara, can sıkıntılarına ayıracak zamanları vardı ama kendilerini masaya yatırıp iç dünyalarına neşter vuracak zamanları yoktu. An, onların içine girebileceği kadar geniş değildi. Çünkü onlar korktu, onlar oyalandı, onlar geç kaldı.
Senin vaktin var sanırım hâlâ. Hemen başla okumaya ve sonra yazmaya. Uyan ki uyansın senden sonra gelecekler. Uyan ki uyansın geleceğin. Uyan ki an genişlesin andaki sırlar, sıra sıra dizilsin önünde. Hayâllerin başkalarının sana öğrettiği şeylerden kurtulsun, gökleri aşsın, zamanı aşsın, sınırları yıksın. Sen aş ki, bütün bunları aşamayanlar şaşsın, sana inansın, seninle yol alsın.
Elimde bir bardak su var şimdi. Ona bakıyorum derin düşüncelerin gölgesinde. Biliyorum, bir bardak suda hiçbir şey göremeyebilir, bir bardak suda sonsuzluğu da bulabilirim. Bana kalmış bir bardak su içinde görebileceğim şeyler, değil mi? Ben şu an, elimde bir bardak sonsuzluk görüyorum. Ya sen?