Bir avuç tuz

Bizim Gandhi’yi ve ekibini, kâh Türkiye’yi kimyasal silah kullanmakla, kâh uyuşturucu ticareti yapıp cari açığı kapatmakla, kâh Akdeniz’de saldırgan ve yayılmacı politika izlemekle, kâh hinterlandımızdaki kardeş ülkelerin iç işlerine müdâhil olmakla suçladıklarına ve Batılı efendilere şikâyet ettiklerine şahit olmak vaka-i adiyeden.

SESSİZCE çekilen çile, benzersiz bir belagatle konuşur. (Mahatma Gandhi)

***

Pek Muhterem Kari,

Sefineyi sakladığım yerde bulabilmek ve sağ salim geri dönebilmek için teslimiyet ve tevekkülle ama titreyerek yürümeye devam ettiğim bu ormanda ağaçlar eğilip bükülmeye, şekilden şekle girmeye başlıyorlar. Kimi beli bükülmüş ak sakallı bir dedeye dönüşüyor, kimisi süpürgesi üzerinde eteklerini savura savura uçan sivri çeneli, uzun burunlu çirkin bir cadıya.

Ateşim yükseliyor olmalı. Nehirden çıktığımda sırılsıklam olan kıyafetlerim üzerimde kurumuştu. Şimdi soğuk soğuk attığım terlerimle tekrar ıslanmaya başladılar.

Gerçekle sanrılar arasındaki çizginin üzerinde sarsak adımlarla ilerlerken bir ağaç babaannem oluyor, kollarını açıp, beni çağırıyor.

Ağlayarak ve de gülerek babaanneme koşup sarılıyorum. Nasırlı elleri ile tüm bedenimi okşuyor. Beni uyuturken söylediği dua ile karışık ninnisini işitebiliyorum: “Allahümme Ya Gani!/ Ya Muhammed, Ya Ali!/ İki Cihan Serveri,/ Darda koyma Sen beni!”

Yorgunluk, hastalık, bitkinlik ve ninninin tesiriyle ve de sobada yanan tezek kokusu burnumda, yavaş yavaş gözlerim kapanıyor.

Bu kez de koşturmalı bir rüyanın içinde buluyorum kendimi.

Kâh Sütlüce’nin dar sokaklarında güherçile satan hilkat garibesi kimyagerden kaçıyorum, kâh karşıma zebercet diskleri aldığım çirkin taş satıcısı çıkıyor. Kâh siyah cübbeli varlıkların nefesini ensemde hissediyorum, kâh Mercan Yokuşu’nda sefinenin kasnakları üzerime doğru yuvarlanarak geliyor.

Dişlileri aldığım saatçi ustası kolumdan tutup kenara çekiyor, beni ezilmekten kurtarıyor. Sonra keşişler beni kulenin mahzenine kilitliyorlar, Yusuf gelip kurtarıyor. Yeniden kaçmaya başlıyorum…

Efrasiyab’ın “Uyan Kahraman!” sesi ile silkinip kendime geliyorum bir anda. Babaannem yaşlı bir akçaağaca dönüşüyor yeniden. Burada ne kadar uyuduğumu kestiremiyorum. Belki on saniye, belki on dakika ya da iki saat…

Ama bu aranın bana iyi gelmiş olduğu bir gerçek. Tekrar ormandaki patikada ilerlemeye koyuluyorum.

Kendimdeki bu iyileşmeye hayret ediyorum. Aklıma Kızılderililerin kendilerini kötü hissettiklerinde ağaçlara sarılıp tabiat anadan enerji aldıkları geliyor. Sanırım bu tedavi yöntemi işe yarıyor olmalı.

“İki Cihan Serveri, darda koyma Sen beni!” duasıyla pergellerimi açıyorum. Yer yer ırmağın şırıltılarını da duymaya başlıyorum artık. Yaklaşmış olmalıyım. İçimi bir sevinç kaplıyor.

Ancak bu sevinç bir süre sonra yeniden telaşa dönüşüyor. Ormanın derinliklerinde yankılanan köpek seslerini yeniden duymaya başlıyorum. Vazgeçmemişler ve hâlâ peşimdeler.

Yeniden koşmaya başlıyorum ve aradığım Idice nehrini buluyorum. Az ileride de bir at arabası arkasında Kızıl Şehir’e gittiğim Via Emilia yolunu görüyorum. Yol boyunca gördüğüm tek tük evler tanıdık geliyor. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar huzurla göğe yükseliyor, yükseldikçe seyreliyor, beyazlaşıyor ve bulutlara karışıyor.

Nehri takip ederek kuru dallarla gizlediğim sefinemi buluyorum. Hâlâ yerinde duruyor olmasına çocuklar gibi seviniyorum.

Ateşleme sisteminin kablolarını, nişangâhları ve dönüş yolu için getirdiğim bir teneke yakıtı sakladığım kovuğa doğru koşuyorum. Şükürler olsun, bunlar da yerli yerinde!

Bir taraftan köpek sesleri yankı yankı yaklaşıyor. Heyecandan eklemlerim, ellerim, ayaklarım titriyor.

Çalıları kaldırıp sefineye ulaşıyorum. Hızla yakıtı dolduruyorum. Kabloları ve nişangâhları yerlerine bağlıyorum. Artık çok yakındalar. Sadece köpeklerin değil, atların ayak seslerini de duyuyorum.

Besmele çekip dönüş için motörü çalıştırıyorum. Çalışmıyor. Tekliyor.

Bir kez daha, bir kez daha… Motör her defasında birkaç hırıltı çıkarıyor, tekliyor ve duruyor.

Köpekler önde, atlılar arkalarında, bana doğru yaklaşıyorlar. En önde, uğursuz bakışları beynime işleyen, yerin iki kat altındaki mahzende aman dilediği için acıyıp bıraktığım keşiş var. Yanında muhafızlar varken pek de cesur görünüyor şimdi.

Eliyle, çalıştırmak için uğraştığım sefineyi gösteriyor yanındaki muhafızlara. Tekrar düğmeye basıyorum, yine aynı hırıltı ve tekleme…

Muhafızlardan birisi yayını bana doğru geriyor ve nişan alıyor.

“İki Cihan Serveri, darda koyma Sen beni! Ya Allah, ya bismillah!” diyerek son kez düğmeye basıyorum. Bir daha basmaya şansım olmayacak, biliyorum.

Hırıltılarla motör çalışırken, nihayet kasnaklar dönmeye başlıyor. Bu arada muhafızın oku yayından çıkarak, ıslık çalarak bana -muhtemelen de kalbime- doğru geliyor.

Önce bir dal kırılması sesi, ardından sol omzumda metalik bir acı ile ışıktan tünele dalıyorum. Kendimi o ışıklı yolda babaannemin kollarına bırakıyorum. Aklıma Necip Fazıl’ın dizeleri geliyor acıdan gözlerim kapanırken: “Nedir zaman, nedir? Bir su mu, bir kuş mu?/ Nedir zaman, nedir? İniş mi, yokuş mu?/ Kime kaçsam ondan, ha yakın, ha ırak?/ Kime kaçsam ondan, ya sema, ya toprak…”


Muhterem Dostlar,

Bugün sefinemizin motörünü, sizleri 6 Nisan 1930 gününe, Hindistan’ın Arap Denizi kıyısındaki Dandi sahillerine götürmek için çalıştıracağım inşallah. Nişangâhlarımızı dikkatle ayarlıyor, suyumuzu, yağımızı, yakıtımızı kontrol ediyoruz. Düğmeye basıyoruz ve deveran başlıyor. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv… Haydi hayırlı yolculuklar!

Bu Nisan sabahında Dandi plajını boydan boya gören bir noktadayız. Güneş birazdan ardımızdan doğacak ve şefkatli saçları ile tüm sahili okşamaya başlayacak. Güneşle birlikte beyaz kumlar, iyot kokan hava, kıyıya vuran dalgalar, en ziyadesiyle de sahilde kurulmuş tuz üretim tesisi ısınacak.

Zira on binlerce Hintli, dualarla geçirdikleri gecenin sabahını sabırsızlıkla ve heyecanla bekliyorlar. Birazdan burada olacaklar ve sahildeki bu dinginlikten eser kalmayacak.

Mahatma Gandhi’nin 12 Mart günü yetmiş sekiz kişi ile 241 mil kuzeydeki Sabarmati’den başlattığı bu yürüyüş, yirmi beş günün ardından bu sabah, bu sahilde, birazdan son bulacak.

Ahmedabad, Nadiad, Anand, Vadodara, Bharuch ve Surat güzergâhında kat edilen yaklaşık 400 kilometrelik bu yürüyüşe kesif bir iştirak hâsıl olmuştu. Yetmiş sekiz kişi ile başlayan ve Gandhi’nin “Satyagraha (Gerçeğin Gücü)” ismini verdiği bu sivil itaatsizlik yürüyüşü, engellenemez bir insan seline dönüşmüştü.

Bu insan seli, yürüyüşü müdahale etmeden takip eden, ancak şimdi tuz işletmesinin önünde eli tetikte bekleyen İngiliz askerlerini silip süpürüp Arap Denizi’ne sürükleyecek birazdan.

Hindistan iki yüzyıla yakındır Birleşik Krallık sömürgesi olarak idare edilmişti. Sömürge yönetimi, “İngiliz Tuz Düzenlemesi” ile Hintlilerin tuz üretmesini ve satmasını yasaklamıştı. Bu ayrıcalık, uzun bacaklı Beyaz efendilere aitti sadece.

İngiliz efendiler hem Hindistan’ın tuzunu çıkarıyor, hem de bu tuzu fahiş fiyatlarla Hintlilere satıyorlardı. “Tuz Vergisi” de işin cabası idi.

Gandhi, bu yürüyüşünü işte bu tuz uygulamasına isyan olarak başlatmış ve hedef olarak Hindistan’ın en büyük tuz kaynaklarından birisi olan Dandi sahilini özellikle tercih etmişti.

İşte güneş doğuyor ve sahil, enikonu ısınmaya başlıyor. Rengârenk kıyafetler içerisinde binlerce Hintli sahile doğru akmaya başlıyor. En önde de Mahatma Gandhi var.

61 yaşındaki Gandhi’nin üzerinde, hacı adaylarını hatırlatan beyaz ve basit bir kıyafet var. İnce bacakları neredeyse dizlerine kadar açık. “O kadar yolu bu bacaklarla mı yürüdü?” demekten kendimi alamıyorum.

Hintliler sahile doğru kararlı adımlarla ve sessizce ilerliyorlar. İngiliz askerler tehditkâr seslerle kalabalığı durdurmaya çalışıyor lâkin selin önünü kesmeye çalışan basit bir bent mesabesinde olduklarının kendileri de farkındalar.

Kalabalık tevekkülle ve kararlılıkla sahile yaklaşmaya devam ediyor. Askerler havaya ateş açıyorlar. Silah sesleri dahi bu ilerleyişi engellemeye kâfi gelmiyor.

Askerler ateş etme konusunda kararsız, zira namlularındaki mermilerin toplamından çok daha fazla Hintli var elan sahilde.

Askerlerle kalabalık artık temas sağlamış durumda. Yer yer silah sesleri duyuluyor ve bir arbede hâsıl oluyor. Ortalık ana baba günü. İtişmeler, kakışmalar, düşenler, kalkanlar, bağıranlar, yaralananlar, yaralayanlar iyiden iyiye birbirine karışıyor.

Bu arbede devam ettiği esnada, sahilde ince siyah bir kol havaya yükseliyor; avucunda bir tutam tuz tutuyor.

Karmaşa -ve zaman- bir süreliğine duruyor ve herkes hayretle bu siyah elin içindeki o bir tutam tuza bakıyor.

İngiliz efendilere ait o tuza bir Hintlinin parasını ve vergisini ödemeden dokunması, avucunun içine alabilmesi, sırf bunu görmek ve bunu yapmak için o kadar yolu kat etmiş olmalarına rağmen, sahildeki Hintliler için bir mucizeye şahitlik etmek gibi bir şey.

Zaman gerçekten durmuş gibi. Herkes efsunlanmış gibi hayretle ve heyecanla bu ana şahitlik ediyor.

Bu kısa zaman bükülmesi, yerini tekrar harekete bırakıyor. Birbiri ardına binlerce siyah el, avuçları tuzlarla dolu hâlde havaya kalkıyor ve iniyor.

O siyah ellerin Birleşik Krallık’a ait tuzlara dokunmalarını, havalara savurmalarını hayretle izlemekle iktifa ediyor Birleşik Krallık’ın askerleri. Artık onların da olanları izlemekten başka yapabilecekleri bir şey kalmadı.

O bir avuç tuz, İngiltere için Hindistan’da sonun başlangıcı olacaktır artık.

Bundan bir ay kadar sonra, bu “Satyagraha” için sömürge yönetimi Gandhi’ye hapis cezası vermiş olsa da bu mahkûmiyet kararı İngiltere’nin Hindistan’daki akıbetini değiştirmeye kâfi gelmeyecek, sadece bir süreliğine erteleyebilmiş olacaktır.

Gandhi, 4 Mayıs 1930’da girdiği hapishaneden on ay sonra, 5 Mart 1931 günü çıkacak, siyâsî mücadelesine kaldığı yerden devam edecektir.

On bir yıl sonra Gandhi, bu kez de İngilizlere karşı “Hindistan’ı terk edin” hareketini başlatacak ve yeniden kendisini parmaklıklar arkasında bulacaktır.

Nihayetinde İngiliz sömürgesine karşı bir avuç tuzla başlayan bu başkaldırı, 1947 Ağustos’unda Hindistan’ın bağımsızlığa kavuşmasını sağlayacaktır.

Bu hikâyenin trajik tarafı ise, ömrünü Hindistan’ın bağımsızlığı için adamış olan Gandhi’nin, bağımsız Hindistan’ın havasını sadece beş ay teneffüs edebilmiş olmasıdır. Zira Gandhi, 20 Ocak 1948 günü Delhi’de, vücuduna saplanan dört kurşun ile katledilecektir. Kaderin cilvesine bakınız ki, o kurşunları Gandhi’ye sıkan el, Nathuram Godse isimli “fanatik bir Hindu’ya” aittir.

Hayat ne kadar garip, öyle değil mi dostlar? Siz hayatınızı Hindistan’ın hürriyeti için adayın ve sizi “fanatik bir Hindu” öldürmüş olsun. Ne ironi ama!

Bir gün yolunuz Dandi sahiline düşerse, tam da olan biteni izlediğim ve sizlere anlattığım bu noktaya dikilmiş, Gandhi’nin sahilden tuz aldığı anı tasvir eden heykelini görebilirsiniz.

İlk ismi (Mahatma) “Büyük Ruh” anlamına gelen Gandhi, zalimlere karşı kullanılması gereken üç silahı bundan seksen yıl önce bakınız nasıl sıralıyor: “Düşmanla iş birliği yapılmamalı. Düşmanla beraber olunmamalı. Düşmanla çalışılmamalı.”

Siyâsî menfaatleri ve kirli ajandaları uğruna bırakınız düşmanı, şeytanla bile iş birliği yapanları ve yapabilecekleri gördükçe kahroluyorum dostlar. Ne diyelim, anlayana sivrisinek saz, anlamayana Mahatma Gandhi az!

İlk ismi (Mahatma) “Büyük Ruh” anlamına gelen Gandhi, zalimlere karşı kullanılması gereken üç silahı bundan seksen yıl önce bakınız nasıl sıralıyor: “Düşmanla iş birliği yapılmamalı. Düşmanla beraber olunmamalı. Düşmanla çalışılmamalı.”

Pek Muhterem Kari,

Bizim de bir Gandhi’miz var, malûmunuz. Çakma Gandhi… Gandhi Kemal…

Yukarıdaki bölümü okuduktan sonra bizim Gandhi’nin ne kadar çakma olduğuna eminim siz de hak vereceksinizdir. Tarih her zaman tekerrür de etmiyor, görüyorsunuz efendim. “Tersine evrim” denen bir şey de var.

Mahatma Gandhi, ülkesindeki sömürge yönetimini yıkmak ve ülkesini hürriyete kavuşturmak için ömrünü adamış bir fani. Bizimkisi ise, yeni yeni ayakları üzerinde durmaya, kendi kararlarını vermeye, uygulamaya ve küresel güçlere karşı kendi oyununu kurmaya başlayan bağımsız Türkiye’den rahatsız.

Ülkeyi yeniden ABD, NATO ve Avrupa’nın peyki yapabilmek için ölesiye çabalıyor. Kâh Amerika’da gizli görüşmeler yapıyor, kâh Londralı bankerlerin kapısını çalıyor. Burnumuzun dibindeki Ukrayna-Rusya Savaşı’nda Türkiye’nin süreci tarafsız yürütmesini sindiremiyor. Türkiye’nin Batılı efendiler gibi Ukrayna’dan yana tavır alması gerektiğini açık açık söylüyor. “Beni destekleyin, size angaje olmuş bir Türkiye vereyim” diyor.

Türkiye’nin kendi gazını çıkarmasından, kendi otomobilini, İHA-SİHA’sını üretmesinden de rahatsız “Gandhi” Kemal. Maazallah, Türkiye efendilere bağımlı olmaktan kurtulur, neme gerek?

Bizim Gandhi’yi ve ekibini, kâh Türkiye’yi kimyasal silah kullanmakla, kâh uyuşturucu ticareti yapıp cari açığı kapatmakla, kâh Akdeniz’de saldırgan ve yayılmacı politika izlemekle, kâh hinterlandımızdaki kardeş ülkelerin iç işlerine müdâhil olmakla suçladıklarına ve Batılı efendilere şikâyet ettiklerine şahit olmak vaka-i adiyeden. Türkiye’nin bağımsızlığı yolunda karşımızda kimler varsa, bizim Gandhi’yi onların yanında görmek artık kimseyi şaşırtmaz oldu.

Bizim Gandhi’nin de Ankara’dan İstanbul’a kadar yürümüşlüğü var. Her ne kadar bu yolun yarısını karavan ile kat etmiş olsa da bizimkinin ne için yürüdüğüne ve bu yürüyüşte yanında kimlerin olduğuna bakmak bile yeterli “çakma” olduğunu anlamak için.

Zalimlere karşı kullanılacak üç silahı sıralarken tanktan, uçaktan, uzun menzilli füzelerden bahsetmiyor Mahatma Gandhi: “Düşmanla iş birliği yapılmamalı. Düşmanla beraber olunmamalı. Düşmanla çalışılmamalı.” Bizim Gandhi’nin bunlardan hangisini yaptığını söyleyebiliriz dostlar?

Gandhi Kemal’in yürüyen merdivene ters binmesi büyük bir mesele değil, ancak tarih sahnesinde yeniden yer almaya ve oyun kurmaya başlayan Türkiye’yi o merdivenlere ters bindirme niyeti (ve gayretleri) tüylerimi diken diken ediyor.

Ben bu yazıyı Gandhi Kemal için yazmış olayım, siz onun tüm çevresini bu paranteze dâhil ederek okuyunuz lütfen.

Kalınız sağlıcakla efendim.