
BU yazımızda, 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin ardından darbecilerin, devirdikleri hükûmet mensuplarını 14
Ekim 1960 günü yargılamaya başlaması konusunu ele alacağız.
Bir tiyatro tipi olarak Yassıada
Mahkemesi
14 Ekim 1960’tan 14 Eylül
1961’e kadar Yassıada Mahkemeleri’nde 592 kişi yargılanmış, DP’nin ileri
gelenlerinden 228 kişi hakkında ölüm cezası istenmişti. Darbeciler,
Yassıada Mahkemeleri ile birlikte önce İnkılâp Mahkemeleri kurmuş, ama bu
mahkemelere sonradan üye atanmadığı için faaliyete geçirilmemiştir.
MBK üyelerinin adlarının açıklandığı gün
özel bir madde ile Menderes ve arkadaşları için idam kararı verecek olan Yüksek
Adalet Divanı kuruldu. Bu arada Heybeliada’daki bir otel, hâkimler için
kiralanıp lojman hâline getirildi. Ve bu bölgeye giriş ve çıkışlar yasaklandı.
Metin
Toker, Akis dergisinde, “Yassıada Mahkemesi bir suçluluk aramayacaktır. Ceza ve
miktarını tayin edecektir” (İmre, 1976:353) diye yazarak mahkemenin gerçek
misyonunu ortaya koymuş oluyordu.
Yassıada Divan Başkanı Salim Başol
Yassıada Mahkemeleri Başkanı Salim Başol,
“Sizi buraya tıkan güç böyle istiyor” sözüyle hatırlandı yıllarca. MBK
üyelerinin “60’tan aşağı idam kararı verirseniz gayrimeşru oluruz, 59 kişi bizi
meşru kılmaz” dediği Yüksek Adalet Divanı’nın Başkanı Başol, sonradan kukla
hâkim olarak anılacaktı (Kalyoncu, 2010).
Gazeteci-yazar Avni Özgürel’in Anlayış dergisinde
Salim Başol’un sonraki yıllarda yaşadığı mânidar bir olayı şöyle anlatıyor:
“Olay
Ankara’da, Ulus semtindeki bir sebze hâlinde yaşanmıştır: Başol mahkeme ve malûm
infazlardan yıllar sonra bir gün evine erzak almak için gelmiş oraya.
Dükkânlardan birinin önünde durup domates almak istemiş. Önce ona dikkat etmeyen
manav, kese kâğıdına doldurmuş domatesleri ve tam tartıya götüreceği sırada
yüzüne bakmış müşterinin. Unutulacak bir sima değildi Başol’unki.
Manav
tanıyınca Başol’u, ‘Domates yok’ deyip kese kâğıdını boşaltıvermiş sandığa. Ses
çıkarmadan uzaklaşmış oradan, birkaç yıl öncesinin astığı astık, kestiği kestik
hâkimi…” (Özgürel, 2010)
Üç
infazda da görevli bulunan asker Muzaffer Erkan’ın naklettiğine göre, Salim
Başol, mâkâmının adamı değildi. Çünkü Salim Başol, adaya her defasında çeşit
çeşit kadınlarla geliyordu. Başsavcı Altay Egesel, aşüfteleri İstanbul’dan
ayarlıyordu. Başol’un özel kamarasında adaya getirdiği bu kadınlar, mahkeme
salonunda her yere oturabiliyorlardı (Zengin, 2012).
Yassıada Başsavcısı Altay Egesel
Hadi Uluengin,
Yassıada Başsavcısını şöyle anlatıyor: “Pespaye Savcı Altay Egesel’in ‘Bebek
Dâvâsı’ sırasında delil (!) diye mahkemede kadın donu sallamasına artık
dayanamayan pederim, ‘Rezaletin bu kadarına da pes’ diyerek bağırmıştı.”
(Uluengin, 2010).
“İdamdan biraz önce Başsavcı Egesel odaya gelmiş ve
‘Ya Menderes! Gördün mü, nerelere kadar düştün!’ diyerek Ölüm fermanını okuyup,
‘İşte Menderes, ölüm fermanın yakanda!’ demişti.” (Zengin, 2012)
Sorgulamalar-soruşturmalar
DP’li 402 milletvekilinin sorgulanması bir
ay içinde yapıldı. Savunma hakkı sınırlandı. Neden suçlandıklarını bilemediler,
haklarındaki iddialara cevap vermeleri mümkün olmadı. İddianamenin incelenmesi
için DP’lilere zaman bırakılmadı.
Adı
konulmamış bazı kurullar ise Ada Komutanı Yarbay Güryay’ın odasında çalışıyor, darbeciler
gözlerine kestirdikleri milletvekillerinden bilgi sızdırmaya çalışıyorlardı. DP’li
Muş Milletvekili Gıyasettin Emre, yaşadığı mânidar olayı şöyle anlatıyor:
“Ben DP’de birçok kanuna muhalefet
etmiştim. Buna rağmen Yassıada’da en kötü DP’lilerden biri ben oldum. DP’yi çok
müdafaa ettim. Bir gün Tarık Güryay (Yassıada’nın Komutanı) beni odasına
çağırttı. Gittim. Baktım, sorgu hâkimi orada. Savcı Egesel ile Hâkim Salim
Başol da gelmişler. Odanın girişinde Thomsonlu askerler var. Bizi bir
sandalyeye oturttular.
Kumandan, ‘Ne içersiniz?’ diye sordu.
Kumandanın ‘Ne içersiniz?’ sorusuna teşekkür ederek karşılık verdim.
-Siz, son Adnan Menderes kabînesine
kırmızı oy vermişsiniz!
‘Evet’ dedim. (Maalesef son kabîneye
kırmızı oy vermiştim.)
-Birçok kanun teklifinin de aleyhinde
olmuşsunuz.
Yine ‘Evet’ dedim. Komutan devam
etti: ‘Şunu söyleyeyim: Gemisini kurtaran, kaptandır. Şarklı hâlet-i rûhiyesine
girmeyin. Boşuna erkeklik, yiğitlik taslamayın. Siz bu kadar muhalefeti boşu
boşuna yapmadınız. Sebebini açıklayınız!’
‘Söylemem istenen nedir?’ diye
sordum.
‘Menderes’in Harp Okulu’nu imha için
harekete geçtiğini, fakat buna mâni olduğunuzu, Cumhuriyet Halk Partisi’nin
kapatılmak istendiğini, fakat buna da mâni olduğunuzu, Menderes’in diktaya
gitmek istediğini, bunu engellemeye çalıştığınızı söyleyin’ dediler.
Odada öyle bir hava var ki,
peynir-ekmek ister gibi konuşuyorlar. ‘Allah’ım, yardımını lütfeyle’ dedim. Ben
içimden duâlar ederken, Egesel, ‘Bunları söyle, tahliyeni talep edeceğim!’
dedi. Başol da söze karıştı: ‘Ne mutlu sana ki, kumandan yardımcı oluyor, sana
yol gösteriyor.’
Daha birçok duâ ettikten sonra
kumandana döndüm, ‘Muhterem kumandan bey hazretleri’ dedim (korkumdan başka
türlü hitap edemiyorum), ‘Gerek zât-ı âlinizin, gerek mahkeme hâkiminin, gerekse
mahkeme başsavcısının hakkımdaki teveccühlerinin devamını çok isterdim. Fakat
bunu hemen söyleyeyim ki, kimseye iftira etmeyi aklımdan hiç geçirmedim.
Şartlar ne olursa olsun, iftira etmeyeceğim. Saydığınız hususların hepsi gerçek
dışı. Ben bakan bile değilim. Sıradan bir milletvekiliyim. Muhalefet yapmışsam
ve o iktidarda kalmışsam, demek ki bunlar kendi gruplarına bile sahip
olamamışlar. Nasıl diktatör olurlar? Nasıl bu iftirayı atarım?’.
Çayımın yarısını içmiştim ki
kumandan, ‘Alın bu hergele herifi!’ dedi. Beni yaka paça mahzene götürdüler.” (Apuhan, 1993:73)
Soruşturmalar
sırasında müvekkilleriyle görüşmek isteyen avukatlar eski çağlara ait bazı
sahne ve muamelelerle karşılaşırlar.
Savunmaların
yapılabilmesi için elbette dosyaların gerek sahipleri, gerekse avukatları
tarafından incelenmesi şarttı. Ama gelin görün ki, bu dosyaların okunması bile
mümkün olmamıştı. İncelemeye tâbi tutulması ise hiç mümkün değildi.
Başbakan Adnan Menderes, Yassıada’da
tutuklu bulunduğu süre içerisinde soruşturma komisyonu tarafından defaatle
sorgulandı. Menderes’in ayakkabılarına, çoraplarına yapılan yakın çekimler,
elinde buruşuk mendili ile heyet karşısında ifade verirken çekilen görüntüler
ve tüm bu kurgular, âdeta bu görüntüleri izleyenler üzerinde bir psikolojik baskı
oluşturmayı hedeflemişti.
Öte yandan, görüntülerin tümüne
bakıldığında, Menderes’e duyulan hıncın büyüklüğü ortaya çıkıyordu.
Bayar,
sorgulamaları şöyle anlatıyor: “Ancak
sorgu müessesesini, bilhassa bunlardan başsavcının yanında toplananların hâllerini
kaydetmek isterim: Bunların çoğunu sorgu sırasında gördüm, birer hâkimden ziyâde
‘külhanbeyi’ vasfını taşıyorlardı ve bu çirkin vasıfları ile bana karşı
içlerinde vazîfe görmekten zevk alan insanların hâli vardı.” (Bayar,
1999:30)
Duruşmalar
Ve 14
Ekim 1960 Cuma günü, Yassıada Duruşmaları başlar. Adada
oluşturulan sözde Yüksek Adalet Divanı’nda gerçekleştirilen yargılamalar 11 ay
sürdü. Bin 33 saat tutan
287 celse yapıldı. Celselerden 5’i gizli idi.
“Bu süre
içinde Bayar, Menderes, bakanlar kurulu üyeleri, DP milletvekilleri ve
Genelkurmay eski Başkanı Rüştü Erdelhun’un da aralarında bulunduğu toplam 592
sanık hakkında 19 ayrı dâvâ açıldı; başsavcı bu dâvâlarda 228 sanık hakkında
idam cezası istedi, toplam 202 oturum yapılırken binin üzerinde tanık dinlendi”
(Bayar, 1999: 6-7).
Darbecilerin
gazetecileri çileden çıkartan bir başka uygulaması da, mağdurların
fotoğraflarının açık arttırma usûlüyle satılmasıdır. Bazı gazete ve gazeteciler
bu uygulamaya şiddetle karşı çıkarlar.
Gazeteci
Bedii Faik, bu olaya tepkilerini şöyle anlatıyor: “Dolmabahçe İrtibat Bürosu’nda açık arttırmayla fotoğraf sattılar. Ben
bunun iğrenç bir şey olduğunu, son derece ahlâksız bir şey olduğunu yazdım.
Beni telefonla tehdit ettiler. Orada üç beş kuruşu almak için tenezzül
ettiler.”
Yargılanma
için Yassıada’daki kapalı spor salonu seçilmişti. Civarda olağanüstü güvenlik
önlemleri alınmış, Yassıada alârma geçirilmişti. Dünyada benzeri görülmemiş bir
dâvâydı. Duruşmaların yapılacağı spor salonunun kapasitesi bin
kişilikti. Salonun en geniş bölümleri üniversite mensuplarına, asker
yakınlarına, darbe yanlısı basın mensuplarına ayrılmıştı. Sabah 09:00’da başlaması
gereken duruşmalar 16:00’da ancak başlayabiliyordu.
Yassıada’ya dinleyici olarak alınanlar
belli insanlardı. “Ben de gideceğim” diyen herkese izin vermiyorlardı. Onların
vazifesi, Demokrat Partilileri rahatsız etmekti (Bozbeyli, 2009:115).
Duruşmalara
gazeteci olarak katılan Altan Öymen, o anlara şöyle şâhitlik yapıyor: “İlk
duruşmayı hatırlıyorum. Çok dramatik bir olaydı. Kısa bir süre önce Meclis’te
seyrettiğimiz, Meclis’in çok büyük bir kısmını teşkil eden milletvekilleri
oradaydı. Yani muhalefet bir kenara bırakılırsa neredeyse Meclis oradaydı.
Salona onar onar getirtiliyor ve yerlerine oturtuluyorlardı. Dinleyiciler
arasında tanıdık bakıyorlardı. Akrabaların bir kısmına da müsaade edilmişti.
Bir hüzün duyduğumu hatırlıyorum. Yadırgadığımı ve ‘Keşke olmasa böyle şeyler’
diye düşündüğümü hatırlıyorum. Yassıada’da ‘1’ numaralı sanık Celal Bayar’dı.” (Birand,
1999:206)
Yassıada’daki çadır tiyatrosu
Yassıada’da
bir çadır kurulmuştu. Çadırın içine binlerce dosya doldurulmuştu. Sadece ve
sadece haftanın Çarşamba günleri, izin verildiği takdirde Yassıada’ya
gidilebilir, avukatlar müvekkilleriyle ancak yarım saat görüşebilirlerdi.
Bayar’la
Menderes hâriç, bir tel örgünün bir tarafına itham edilenler sıra sıra
dizilirlerdi; diğer tarafta da avukatlar vardı.
Herkes
sesini duyurmak için nefes tüketirdi. O arada avukatlar ve müvekkiller o
gürültü içinde ne duyabilirler, ne anlayabilirlerse hepsi işte o kadardır! Yani
avukatla müvekkil arasındaki görüşme ilişkisi bu kadarcıktır. Bu yarım saatlik
görüşme süresinden sonra, güya dosyaları inceleme imkânı avukatlara
verilmiştir.
Menderes’in
avukatı Talat Asal, bu vahşi çadır tiyatrosunu şöyle anlatıyor: “Onlarca avukat çadırı doldurur, dosya
aramaya başlar. Binlerce dosya arasında kendi dosyanızı bulacaksınız... Çadırın
içinde masa yok, sandalye yok. O kalabalıkta dosyayı inceleyeceksiniz. Not bile
tutamazdık. Hattâ avukatların tuttukları notları da görevliler ellerinden
alırlardı.” (Asal, 2000)
Müvekkili
Menderes ile birkaç subayın nezaretinde görüşmeye çalışan Av. Talat Asal, not
alma hakkının olmadığını, yapılan uyarı üzerine anlar: “Sıra asıl meseleleri konuşmaya gelmişti. Çantamı yerden aldım. Masanın
üzerine koydum. Çantamda açılmış olan dâvâların dosyalarına ait bilgiler,
belgeler vardı. Bunları anlatıp notlar alacaktım.
Âniden bir subay, ‘Çantayı niye
açıyorsun?’ diye sordu. Sebebini söyledim. ‘Hayır, o çantayı kapat, not alman,
dosyaya bakman yasak!’ dedi.
Yani dâvâlar boyunca not almamız bile
yasaktı. Bir keresinde tuttuğum ufak tefek notları elimden almışlardı. Rahmetli,
bütün hak ve hürriyetlerinden yoksun kılınmıştı. Haber alma özgürlüğüne sahip
değildi. Gazete okuması yasaktı. Radyo dinlemesi de yasaktı. Yani tutuklandığı
andan itibaren dünya ile ilişkisi tamamen kesilmişti.
Bana, ‘Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
meri midir?’ diye sordu. Yani yürürlükte mi? İki maddesinin değiştiğini
söyledim. Redd-i hâkim talebinde bulunmak yani hâkimlerden birini ya da heyeti
reddetmek imkânsız hâle getirilmişti. Ayrıca dâvânın uzamasına neden olacak
tevsi-i tahkikat talebinde bulunmak da artık mümkün değildi.” (Asal, 2000)
Menderes’in avukatlarından Ferruh Bozbeyli,
duruşmaları şöyle anlatıyor:
“Menderes,
hücresinde 6 ay kimse ile konuşturulmadı, tokatlandı. Üzerinde sigara
söndürüldü. İlk duruşmada gördüğü işkence yüzünden konuşma yeteneğini
yitirmekte olduğunu söyledi. Meselâ Adnan Menderes’e bir şey soruluyor.
‘Hatırlayamadım’ dese bütün dinleyici localarından kah kah kah gülüşmeler
oluyordu.” (Bozbeyli, 2009:115)
Yassıada
Mahkeme Heyetinden General Ali Rıza Tuncer’in ölüm haberini Kayseri Cezaevi’nde
alan Bayar, not defterine Tuncer ile ilgili tespitlerini kaydeder: “Yassıada Hâkimlerinden General Ali Rıza
Tuncer’in öldüğünü radyo ilân etti. Bu adam Yassıada Adalet Divanı’nda Millî
Birlik Komitesi’nin baş mutemedi idi. Arada irtibat vazîfesi görüyordu.
Mahkemenin sanıklar hakkındaki tutumunu komiteye haber veriyor, komitenin
emirlerini hâkimlere tebliğe vâsıta oluyordu. İdam kararlarında ve cezalarda
rolünün büyük olduğu daha o zaman söylenirdi. Arnavut asıllı bu askerî hâkim,
hizmetine mükâfat olarak Askerî Yargıtay Başsavcılığına ve sonra Reisliğine
tayin edilmişti ve tümgeneral olmuştu.” (Bayar, 1999:245)
Bir diğer
hâkimle ilgili başlangıç ve sonuç tespitleri, yan yana tarihe kayıt olarak
düşülmüş: “Bir Yassıada Hâkimi, Adliye
Vekili’nin mâkâmı önüne diz çöküyor, ellerini de böyle yapıyor, ‘Karım beni
küçük görüyor bakanım, beni Yassıada’ya hâkim yapınız, onurumu kurtarayım’…
Salim Başol’un bile, ‘Ne oluyorsun be adam!’ dediği bu adamcağız, her duruşmada
idam istiyor… Adı bendedir, ama Menderes’in idamından 40 gün sonra, ağzından
pisliği gelerek, midesi delinerek ölüyor…” (Güner, 1995:66)
Yassıada
Mahkeme Heyetine tayin edilen savcılardan biri, olayın büyüklüğü altında
yeterince ezilir. Rûhî dengesi altüst olan Ertem, intihara teşebbüs eder. “Bu
arada Divan Savcılarından S. Ertem’in intihara teşebbüs ettiği haberi geldi.
Savcı ölmedi, hastaneye kaldırıldı. 14 Ekim sabahı Divan, duruşmaya bir kişi
eksik olarak ve bozuk bir moralle çıktı” (Erkanlı, 1972:109).
Yassıada
Mahkemesi’nde 11 ay boyunca tam bir saltanat süren Mahkeme Reisi Başol, artık
bir devrin iktidar sahiplerini parmaklarıyla sevk ve idare etmek niyetindedir.
Vekillerin sorguları süresince mahkeme salonu zaman zaman bir okul dershanesi
manzarasını alır. Öğretmen Başol’dur. Egesel de mubassır… Şu veya bu
milletvekilinin sözleri hoşa gitmeyince Başol, sağ elinin beş parmağını açarak
sanığa doğru uzatıyor, susturuyor, söylemekte dayatan olunca hiddetle
bağırıyordu: “Elimi kaldırınca susmak lâzım!” (Ağaoğlu, 1972: 60)
Yassıada’da
tanıklık müessesesi bir komedidir. Getirilen tanığa genellikle Başol sorardı:
“Hangi partidensin? Ne zamandan beri?”
Tanık,
“CHP’liyim, anamdan doğduğumdan beri CHP’liyim” der ve dinleyici tribününden
bir alkış tufanı kopardı. Bu tam “Gülünür ağlanacak hâlimize” durumuydu. Ama
verilen cevaptan Başol memnundu, tribünler mutluydu.
“Başol
zaman zaman espri yapar veya sıradan bir lâf ederdi. Salon alkıştan inlerdi.
Egesel, bazen meraklanır ya da Başol’un alkışlanmasından etkilenir, esinlenir,
cafcaflı bir lâf ederdi. Yine salon alkıştan inlerdi” (Asal, 2000).
Aynı
günlerde barolar ve özellikle İstanbul Barosu, âdeta bir garnizon
komutanlığıdır: “Ben Ankara, Apaydın
İstanbul Barosu’na mensuptuk. Bu iki baro Türkiye’nin iki büyük barosuydu. Bu
baroların hiçbirinden bir tek kulun, bir tek yönetim kurulunun sesi çıkmadı. ‘Bu
arkadaşlarınız neredeler, öldüler mi, kaldılar mı?’ diye soran olmadı. Aksine,
İstanbul Barosu şu kararı almıştı: Baroya mensup avukatlar Yassıada sanıklarını
savunamayacaklardı.” (Asal, 2000)
İstanbul Barosu bir
yazı ile DP’lilerin avukatlıklarının üstlenilmesini yasaklamıştı o günlerde.
Burhan Apaydın, İstanbul Barosu’nun kararına rağmen Menderes’in avukatı oldu.
Duruşmalar esnasında, Menderes’e yapılan hakarete karşı, Başbakan’dan “Cevher”
diye bahsedince halkı isyana teşvikten tutuklandı. Hapisten çıktıktan sonra
Millî Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel’in Menderes’e yazdığı mektubun
okutulmasını istedi ve yine gözaltına alındı. Menderes’in idamından bir hafta
sonra serbest bırakıldı (Apaydın, 2012).
Kaynaklar
Ağaoğlu Samet, (1972), Marmara’da Bir Ada, İstanbul: Baha Mtb.
Apuhan Recep, (1993), Öteki Menderes, İstanbul: Timaş Yay.
Bayar Celal, (1999), Kayseri Cezaevi Günlüğü, İstanbul: Yapı Kredi Yay.
Birand M. Ali, (1999), Demirkırat, İstanbul: Doğan Kit.
Bozbeyli Ferruh, (2009), Yalnız
Demokrat, İstanbul: Timaş Yayınları
Erkanlı Orhan, Bnb. (1972), Anılar, Sorunlar, Sorumlular,
İstanbul: Baha Mtb.
Güner A. Oktay, (1995), Her Yönüyle Tevfik İleri, Ankara:
T.D.V. Yay.
İmre Halil Mv. (1976), Bir Ömür, Üç Kitap, Ankara: Ayyıldız
Mtb.