Bir Anadolu kahramanı: Halil Hamuryen

Onlar için memleket demek, başucundaki taşta “Şehit Polis Memuru Halil Hamuryen” yazan mezar demek…

EYLÜL’ün serinliğini, Şubat’ın soğukluğunu ve Nisan’ın şakasını (!) yaşayanlar, Temmuz’un sıcaklığını da yaşayacaktı…

***

Takvimler, 15 Temmuz 2016’yı gösteriyordu ve herkes gibi Hamuryen Ailesi de sıradan bir güne uyanmıştı. Hayat arkadaşı Özlem Hanım’ın hazırladığı kahvaltıyı müteakip, henüz üç yaşında olan Mustafa Borga’nın yatak ucuna geldi ve onu uyandırmaya kıyamadığından olsa gerek, yanaklarına sayısız öpücük kondurdu, doyuncaya kadar kokusunu içine çekti.

Gidenlerin kalanları Allah’a emanet ettiği o bilindik sözle, “Allah’a ısmarladık” diyerek evden çıkmayı âdet hâline getirmişti. Birbirlerini Allah’a emanet edenlerin, birbirlerini görmeden ölmeyeceklerine inanıyordu. Dışarı çıktığında, balkondaki eşiyle göz göze geldi. Önce tebessüm ettiler, sonra el salladılar birbirlerine…

Çok geçmeden, Gölbaşı’nda konuşlanan Özel Harekât Daire Başkanlığı’na ulaşmıştı. İçtimâ ve rutin eğitimlerin ardından dinlenmek için lokâle geçti. Yeşil çuhalı masa başındaydı. Elinde çok sevdiği çayı yudumlarken, gözü uzaklara ve tarihin derinliklerine daldı;

Önce hiç görmediği, bir kez olsun “Dede!” diyerek seslenemediği rahmetli dedesi geldi aklına. Sonra “Halil” dedi kendi kendine, “Halil, daha on birinde iken kalp krizine yenik düşen rahmetli babamın nüfus kâğıdıma kazıttığı dedemin emaneti”…

Son beşik

Çay yudumlamayı bırakmıştı, dedesi tarafından baş göz edilen Mustafa-Mösne çiftinin 4’ü erkek, 3’ü kız, yedi evlâdının ardından “son beşik” olarak dünyaya gelen, aynı zamanda dedesinin ismini taşıyan Halil, 39 yaşındaydı. “Seneler ne çabuk geçti!” diye iç geçirdi. Babasından üç yıl sonra şeker komasına giren annesini kaybedeli tamı tamına yirmi beş yıl olmuştu!

Zaman şeridine İstanbul günleri takılmıştı. Tekstil piyasasını altını üstüne getiren genç delikanlı, durmak ve yorulmak nedir, bilmiyordu. O da her vatan evlâdı gibi polislik hayâli ile kavruluyordu. Üstelik Özel Harekâtçı olmak istiyordu. Şimdi o hayâlini kurduğu teşkilâtın lokâlindeydi ve üstünde şerefle taşıdığı kamuflaj, kalbinin üstünde ise çift başlı kartal rozeti vardı. Gururlandı. Elinde olmadan gözleri nemlendi…

Geride kalan tüm zamanlar bir çırpıda geçerken, o gün âdeta bitmek bilmiyordu! İçini kemiren endişenin sebebi olarak yaz sıcaklığını gördü ve kamuflajından bir düğme daha çözdü… Sonra masada soğuyan çaya takıldı gözü. Bir yudum daha aldı ama devamını getiremedi…

Yüzünde, derinleşen bir tebessüm belirdi. Neden sonra, kendisine “Halil!” diye seslenen meslektaşını duydu. “İyi dalmışsın be devre!” dedi arkadaşı, bir sandalye çekerek yanına oturdu. “Nedir seni böyle düşündüren?” diye sorunca, “Hiç! Biraz mâziye daldım. Dedem, annem, babam, daha bir sürü şey geldi aklıma... Ne iyi etmişim oğluma Mustafa ismini bırakmakla. Babası gibi o da dedesinin ismiyle yaşayacak. Üstelik hanıma da vasiyet ettim, ‘Benim başıma bir iş gelirse, Mustafa Borga’mı Ankara’da büyüt, Ankara’da okut’ diye” dedi.

Arkadaşı, Halil’in bu tür tepkilerine ve derin düşüncelere daldığına daha önce hiç şâhit olmamıştı. “Oğlum, niye durduk yere yengeme vasiyet ediyorsun? Ağzından yel alsın! Allah’ın izniyle bize bir şey olmaz!” diye çıkışınca, “Öyle de, burası Türkiye! Haini de, düşmanı da gizlidir ve ne zaman ne yapacakları belli olmaz!” diye cevap verdi. “Hadi hadi! Bırak bunları, yemek saati geldi, yemeğe geçelim!” diyerek birlikte yemekhane yolunu tuttular…

Kavurucu sıcak yerini neme, batmakta olan güneş ise ufku kaplayan kızıllığa bırakmıştı. Nihâyet mesai bitmiş, gece vardiyasına gelenlerin görevi devralmasıyla gündüz mesaisinde görev alan gruplar servislere ya da özel araçlarına yönelmişti. Her gün -gidiş geliş- 100 kilometrelik yol kat ediyordu. Başını cama verdi ve oğluyla geçireceği zamanı plânladı…

Evin kapısından girdiğinde, eşine selâm verip oğluna sarılarak hasret giderdi. Akşam yemeği için balkona geçtiler. Yorucu ve sıcak bir günün ardından ailesine kavuşmuştu. Bunun için Allah’a şükretti. Yemeğin ardından oğulları Mustafa Borga’yı yatırdıktan sonra temizlenen masaya konulan çaylar eşliğinde tatlı bir sohbete koyulmuşlardı ki önce gökyüzünü yaran uçak sesleri, ardından cep telefonlarından gelen arama, SMS ve WhatsApp uyarıları, en nihâyetinde de askerî hareketliliğin başlaması üzerine Daireden çağrılmış olması, sohbetin tadını kaçırmıştı…

“Kendine iyi bak Halil’im!”

Çiftin canı sıkılmıştı. Özlem Hanım’ın içine bir kurt düşmüştü ama belli etmemeye çalışıyordu. Halil ise hiç tereddüt etmeden “Acil” kodlu bu davete icabet etmek için hazırlandı. Tabancasını beline yerleştirirken, eşinin endişeli bakışlarına tebessümle karşılık verdi: “Endişe etme bir tanem, Allah’ın izniyle bir şey olmaz! Ülkemiz nice bâdireyi atlattı, bunu da aşacak güçte ve kararlıktayız. Sen oğlumuza iyi bak. Ara sıra arar, konuşuruz. Tamam mı?” dedi…

Eşi, istemsizce “Tamam” dedi ve ekledi: “Kendine iyi bak Halil’im!”

Gün içinde ikinci kez ana üsse ulaşmıştı. Gelenler arasında gündüz grubunda yer alanların yanı sıra, ertesi gün göreve gelmesi gereken arkadaşları da vardı. Hızla kamuflajlarını giyindiler. M16’ları omuzlarına geçirip 5.56 milimetrelik NATO mermisini namluya sürdüler. Gruplara âmirleri tarafından sürekli dikkatli olmaları yönünde uyarılar yapılırken, üst düzey âmirleri de Daire Başkanlığına intikal etmişti.

Tam bir kenetlenme yaşanıyordu. Başkanlık bünyesinde görev yapanların tamamında Güneydoğu tecrübesi hâkimdi. Yıllarca PKK terör örgütüyle sağlanan sıcak temasta üstün başarılar elde eden Özel Harekâtçılar, bu olağanüstü durumda, daha önce hiç karşılaşmadıkları ve bilmedikleri hain bir unsurla çarpışmak için âdeta can atıyorlardı. Halil, 4 yıl boyunca görev yaptığı Hakkâri Yüksekova’da aktif olarak operasyonlara katılmış, ardından da bir yıla yakın süreyle Erbil’de görev yapmıştı…

Tüm ülke ve dünya kamuoyu, Türkiye’deki hareketliliğe odaklanmıştı. Bunlardan biri de Halil’in, Ankara’da ikâmet eden amcası Orhan Hamuryen’di. Gölbaşı’nın bombalandığı haberiyle yıkılmıştı. Kuzeninin sesini duymak, iyi haberlerini almak istiyordu. Telefona sarıldı. Boğazı düğümlenmişti. Kalbi ilk kez bu denli çarpıyordu. Telefonun çalmasıyla rahatlamıştı ama henüz açılmamıştı. Derken Halil’in sesini duydu: “Amca iyiyim, bizim orayı da bombaladılar, göreve çağırdılar, şarjım bitmek üzere, ben seni ararım…”

Amca nispeten rahatlamıştı ama Gölbaşı’nda meydana gelen ikinci patlamadan sonra ne amcası, ne de onunla en son 23:56’da görüşen eşi Özlem Hanım, Halil Hamuryen’den haber alabildi!

15 Temmuz gecesi, Ankara Gölbaşı Özel Harekât Daire Başkanlığı, gözlerini kan bürümüş pilotlar tarafından ele geçirilen F-16 savaş uçakları ve darbeci albayın talimatıyla ayrı ayrı iki kez hedef alınarak bombalanmış, Türkiye, bu ağır bilânçoyla gün ağarınca karşılaşmıştı. F-16’lardan atılan füzelerle yerle bir edilen Gölbaşı Özel Harekât Daire Başkanlığı’na düzenlenen hain saldırıda, aralarında Halil Hamuryen’in de bunduğu 47 polis şehâdet mertebesine ulaşmıştı.

Ailesi, ertesi sabah Gölbaşı’na doğru hareket etti. İki gün boyunca umutla beklediler. Halil’den haber yoktu! Şehit olması ihtimâliyle önce Gölbaşı Morgu’na gidildi. Ancak cenaze listesinde şehidin ismi yoktu. Hamuryen Ailesi perişandı; ne yaşadığına, ne de öldüğüne dair bir emâre vardı. Ankara’daki tüm hastane morgları aranmaya başlandı. Onkoloji Hastanesi’nde kimliği belirsiz 19 cenazenin bulunduğu haberi üzerine Yenimahalle’ye akın ettiler. Birçoğu yanmış, bütünlüğü kaybolmuş cenazeler arasında Halil Hamuryen’in naaşına, oğlu Mustafa Borga’dan alınan kan örneği sayesinde ulaşıldı.

Üç günlük dünyada, üç gün süren ayrılık, asra bedeldi! Ama şehidin cenazesine ulaşılmış olması, aile fertlerinin acısını dindirmese de hafifletmişti. Hain darbe girişimi sırasında şehit düşen bu Anadolu kahramanın naaşı, önce Esenboğa'dan Van Ferit Melen Havalimanı’na uğurlanmış,  karayolu ile de doğup büyüdüğü topraklara, Erciş’e getirilmişti.

Cenazeyi karşılamaya gelen ilçe halkı, şimdiye kadar görülmemiş muazzam bir kalabalığa erişmişti. Şehit Polis Halil Hamuryen’i son yolculuğuna uğurlayanların dilinde tekbir, ellerinde ise ay yıldızlı bayraklar vardı. Gözyaşların sel olduğu törende, ilçe halkı öfkesini, terör örgütü aleyhine sloganlar atarak çıkarıyordu.

Son buluşma, ebedî ayrılık

Halil, bir kez daha oğlu Mustafa Borga ve eşi Özlem Hanım ile yan yana gelmişti. Bu “son” buluşma, aynı zamanda vedâ vaktiydi. Eşini teskin etmeye çalışanlar bunda çok muvafık olamadılar. Kendinden geçmişti ama elleri, gözleri ve kalbi, yıllardır bir kez olsun ayrılmayan adamın bayrak nakışlı tabutundaydı. Bu kez Halil susmuş, eşi seslenmişti: “Allah’a ısmarladık…”

Şehit polis, 20 Aralık 1977 senesi gözlerini açtığı memleketi Erciş’te

19 Temmuz Salı günü, binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşen cenaze töreni ve kılınan namazın ardından gözyaşları içinde, tekbir ve duâlarla Çelebibağı Mahallesi’ndeki aile kabristanlığına defnedildi. Başucunda ise asırlardır bu kubbede nazlı bir gelin misâli dalgalanan, hainlerin ve düşmanların indirmek için hayâl kurduğu al bayrağımız var…

“Çocuğumu Ankara’da büyüt!”

Eşinin ardından “Ben canımı kaybettim” diyerek ona olan özlemini ve sevgisini dile getiren Özlem Hanım, şehidin, “Çocuğumu Ankara’da büyüt!” şeklindeki vasiyetini yerine getirmenin mutluluğunu yaşıyor.

Devletin sahip çıktığı ve bir kamu kuruluşunda devlet memuru olarak işe yerleştirdiği Özlem Hanım, bugün 9 yaşına giren, şehidin emaneti oğlu Mustafa Borga ile hayata birlikte tutunmakta… Onlar için memleket demek, başucundaki taşta “Şehit Polis Memuru Halil Hamuryen” yazan mezar demek…

Şehidin adı, memleketi Erciş’te, soruşturma kapsamında kapatılan özel bir koleje verildi: “Şehit Polis Halil Hamuryen Kız Anadolu İmam-Hatip Lisesi”… Ayrıca şehidin evinin bulunduğu Etimesgut ilçesindeki “Şehit Halil Hamuryen Ortaokulu” ile “Şehit Halil Hamuryen Parkı”nda ismi yaşatılıyor…


Bu vatan uğruna şehit düşenlerin isimleri, sadece üniversitelerde, okullarda, köprülerde, hastanelerde, kütüphanelerde ve parklarda değil, asıl yaşamaları gereken “gönüllerde” ilelebet yaşayacak!

Sonsuz şükran ve minnetle…