Bir aldanış öyküsü: Akıl ve iman

Akıl, Allah’ın (cc) merhamet ve rahmetiyle insanoğluna verdiği bir nimettir. Fakat akıl, kalbin ve ruhun yol göstericisi değildir. Kalp ve ruh, aklın öğretmenidir. Kalp, görünmeyeni hisseder, ruh bilinmeyeni sezer. Akıl, deneyimlemek ve çözümlemek üzerine hareket eder, ki bu âlemi anlamada oldukça yetersiz kalır. Fakat ne zamanki insan aklını eğitirken ruhu ve kalbi de öğretmen tayin ederse, daha akıllıca bir ömür sürmüş ve yetersiz, kusurlu varlığından fazla hasar almamış olur.

SANIYORDU Kİ, akledebilmek ve düşünebilmekti insanın yörüngesi. Sanıyordu ki, kendi aklı, bütün varlığının hükümdarıydı...

Öğretmek istiyordu tüm bilgileri. Akılla öğrenip akılla öğretmekti en akla yatkın olan. Aklından vermek, aklından yapmak ve aklından emir almaktı bütün teslimiyeti…

Aklı, besleyen sanıyordu. Akıl, beslenendi…

Düşünmek, bir düşünce objesinin sınırlarını çizmek, o düşünceyi sebep-sonuç ilişkisi ilkesinde en uyumlu kalıba oturtmak ve meydana gelen sınırlı madde ile diğer her şeye hükmetmek, mümkün zannediyordu.

Aklı, mümkün kılan sayıyordu. Akıl, imkân verilendi…

Bir algı arıyordu. Bütün soruların cevaplarını verebilecek bir akılla inşâ edilen bir algı... Bu, inanç değil, aklın çizdiği hudutlarda varılan bir algıydı. Aradığı buydu. Öyle sanıyordu. Ve en değerli olan şey akıl değil, kendi aklıydı. En tepedeki oydu.

Aklı, en üst makam biliyordu. Akıl, en üstten verileni kavrayandı.

Var olmak akıl dışı değilmiş gibi, var edeni aklına sığdıramadı. Nasıl var oldum, sorusunu sormuyordu da, nasıl var olabilir, diyordu? Kendini akıl kârı, gaybı akıl ötesi görüyordu.

Aklı, ruhtan mühim tutuyordu. Akıl, ruhun icadıydı. 

İnanç, düşüncenin içinde değilmiş de, öncesinde ya da sonrasında uğranılan bir yermiş gibi görüyordu. Akıl, her şeyi hâllederken inanç, akıldan ayrı, ondan uzak ve ondan seyrek bir alternatifti. Çünkü var oluşu ve hayatı yaşanılır yapan tüm eylemleri, aklın nimeti görüyordu.

Aklı, nimet membaı olarak niteliyordu. Akıl, nimetlerden biriydi.

Sevgisizliği, kin tutkusunu, kendini en’lerde hissetme gafletini ve inançsızlığı, doğurgan aklının götürdüğü kaçınılmaz son olarak görüyordu. Ruh ve kalp, aklın emirlerine uyuyor, bu yüzden sevmiyor, kin duyuyor, kendini beğeniyor ve inanmıyordu Rabbine…

Aklı, mantıkla süzülmüş duyguların atası kabul ediyordu. Akıl, kötü duygularla doğruları yanlış gören bir acizdi.

Akıl nimettir!

Aklın bir nimet olduğunu söylediğimde, bu, sadece nimete duyulan bir saygı ve onu yüceltme kararına hizmet eden bir övgü değil.

Akıl nimettir. Nimetleri bulan, veren, var eden ya da yok eden değildir. Binlerce nimetten biridir. 

Öyle ki, pek çok yarar ve güzellik katabilir âleme. Her nimet gibi… Nimetler ya karın doyurur ya ruh... Ya ilim doğurur ya fikir... Ama illâ ki bin bir faydası vardır tüm nimetlerin. Akıl da onlardan biri… Akıl, dünyayı anlamak ve ona bir şeyler anlatmak içindir. Biri aklıyla öğrenir, öğrendiğini anlar ve anladığıyla bir iş başarır. İnsanın dünyaya bir şey anlatması, bir işi güzel yapıp birilerine faydalı olmasıdır. Bir doktor çok şey anlatır dünyaya… Bir öğretmen de… Bir anne neler neler anlatır! Tüm bunlar da nimettir... 

Fakat akıl, öyle bir nimettir ki, nimetleri var edeni, merhametiyle herkese ve her şeye bahşedeni anlamakla, O’na inanmakla başlar işe… İnanmayı akıl edemeyen bir akıl, kendini mantık ve bilim sınırlarında ilân eder. Fakat yemek-içmek, yürümek, konuşmak kadar gözle görülür ve herkesçe bilinir bir ilim seviyesini aşamamış demektir. 

Allah’ın varlığı ve birliği, sadece kalbe ve ruha uygun olmakla sınırlı değildir. Allah’ın şeksiz şüphesiz varlığına iman, kalp ve ruh kadar aklın da alanıdır. Akıl, imanı reddettiğinde, bunu mantık ve bilgelik kapsamında satmaya çalışır. Maalesef bazı alıcılar da bulur. Fakat bu, dünyayı akıl yörüngesinde anlama ve anlatma çabasından ziyade, aklın noksanlığı, yetersizliği ve tutarsızlığıdır.

Tutarsızdır imansızlık…

İnançsızlık, Rabbini inkâr etmekle birlikte, kendi varlığını ve akılla açıkladığı tüm olguları da yerle bir etmektir. 

Yaşamak, ömür sürmek, doğmak ve ölmek ve doğumdan ölüme giden yolda elde olmayan pek çok bilinmezle karşılaşmak, inkâr edilemeyecek kadar aşikârdır. Fakat bunları akılla bilen insan, aynı akılla Allah’ı inkâra kalktığında, dini, Kitabı ve Peygamberi (sav) aklına sığdıramadığı için inkâr eden sığlık; doğumundan ölümüne bütün esrarengiz durumları da akılla açıklayamayacak olduğunu unutuyor olmalı. Yoksa insanın yoktan var oluşunu, bir anne rahminden dünyaya gelip, büyüyüp gelişmesini ve sonra da bir anda cansız bir beden olarak dünyada bir kısmını bırakıp da gidişini hangi akılla açıklayabilir ki!? Bunlar da akıl üstüdür. Fakat elinde olmayan bir yaşamak eylemi ile bu akıl üstü zamana inanan insan, aklı yettiği için inandığını zannediyor. Öyleyse akılla hareket ettiğini iddia ederek ahireti ve cennet-cehennemi inkâr eden bilmeli ki, bir gün o ahvali yaşarken de elinde olmayan bir eylemi gerçekleştirdiği için inanıyor olacak...

Daha net bir ifadeyle…
İnsanın doğması, yaşaması ve ölmesi de aklın üstündedir. Fakat insan bunu deneyimlediğinden inanmak durumda kalır. Bir imanla, inançla değil de, var oluşunun verdiği bir zorunlulukla, kendini inkâr edememenin esaretiyle bu aklının üstündeki eylem ve durumları kabul eder. Ve aynı insan Rabbini, Kitabını, Peygamberini (sav) ve ahireti yine aklı yetmediğinden inkâra kalktığında oldukça büyük ve tesiri derin bir akılsızlık içindedir. Çünkü ölüm ve sonrasında bu aklının kabul etmediği durumları da deneyimlerken, aynı inkâr edemeyişle tanışacaktır.

Akıl, Allah’ın (cc) merhamet ve rahmetiyle insanoğluna verdiği bir nimettir. Büyük bir nimettir… Fakat akıl, kalbin ve ruhun yol göstericisi değildir. Kalp ve ruh, aklın öğretmenidir. Kalp, görünmeyeni hisseder, ruh bilinmeyeni sezer. Akıl, deneyimlemek ve çözümlemek üzerine hareket eder, ki bu âlemi anlamada oldukça yetersiz kalır. Fakat ne zamanki insan aklını eğitirken ruhu ve kalbi de öğretmen tayin ederse, daha akıllıca bir ömür sürmüş ve yetersiz, kusurlu varlığından fazla hasar almamış olur.

Akıl da ruh da kalp de bilir ki, her şeyi var eden bir ve tek Allah’tır.