GÜN aydınlığı
düşerken evlere, yürekten bir oh çekemeyen hayâller dizilir ardı sıra.
Pencereden dünyaya açılmaya niyetlidirler besbelli. Sahip çıkılmadıklarından,
dört duvarın arasına mahkûm olmaktansa, boşlukta sorgusuz sualsiz salınmayı
tercih edeceklerdir.
İçlerinden
biri kaygıyla sorar: “Atlarsak, yok olup gitmez miyiz bir bilinmezin içinde?” “Rüzgârda
savrulmak, nefes alamamaktan iyidir” der diğeri. Öteki sorar: “Suya düşersek ne
olacak?” Cevap şudur: “Sahibin sana yüzmeyi öğretmedi mi?”
Hayâller
özgür olmak ister. Onlar ancak kapalı duvarlar arasında havasız kaldıklarında
kendiliklerinden serbest kalırlar ve eğer yüzme biliyorlarsa suya düşmelerinde
herhangi bir beis yoktur. Peki, hayâllere yüzmeyi nasıl öğreteceğiz ve ne
olacak da onlar boşluğa kendilerini bırakma cesaretini gösterecekler?
Cevabı
çok basit, anlatması bir hayli güç bir soru bu. Bir kere herkesin kendi
yanıtlaması gereken bir yanı var bu sorunun. Ama ortak bir noktası, evrensel
sonuçları da olan bir husus bu aynı zamanda…
O
hemfikir olunan sonuca, hayâllerin özgürleşme yolculuğuna Çaykovski’nin yazma
deneyimi üzerinden bakalım:
“Ruh
hazırsa olağanüstü bir güç ve hızla köklenir, topraktan dışarı fırlar,
dallarını, yapraklarını çıkarır ve sonunda filizlenir. Doğrudan üzerime gelip
içimde yeni bir fikir uyandıran o ölçüsüz neşeyi kelimelere dökmeye çalışmak
boşuna olacaktır. Her şeyi unutup çılgınlar gibi davranmaya başlarım. İçimdeki
her şey nabız gibi atmaya ve titremeye, daha ben taslağı yazmaya başlamadan
düşünceler birbirini takip etmeye başlar.
Bazen
esin, akışını çok uzun bir süre kesintiye uğratır. Bu yüzden de onu yeniden
beklemem gerekir. Çoğu zaman boşu boşuna… Eğer ‘esin’ dediğimiz bu zihin ve ruh
hâli kesilmeden uzun süre devam ederse, buna hiçbir sanatçı dayanamaz. Teller
kopar ve enstrüman paramparça olur.”*
Çaykovski
bize bir esin akışından bahsetti, buna “ilham” da diyebiliriz. Nasıl bir
süreçtir ki bu, sonunda zehrini içinde taşıyan nadide bir çiçek gibi açar önce
gönülde, sonra görünürde… Bu nasıl bir yaratım ortaya koymaktır ki, damarını
kessen kan akacak canlılıkta… İşte hayâlin özgürleşme sürecinde gerçekleşen her
bir yaratımın ateşleyicisidir ilham! Ne ucu bucağı görünür kıyılara vuracaktır
artık gönül, ne de sakince çekilecektir gölgesine kimseye ilişmeden.
İlhamın
sınırları zorlayan tavrını sineye çekmek ne mümkün? Ortalığı velveleye vermek
istemese de hangi insan evlâdı böylesi bir güce karşı koyabilir? Artık
kaçınılmaz son gelecek ve içeride ölen birine rağmen doğum gerçekleşecektir.
Akış,
karşılaştığı aşması zor engelleri ilham gücüyle devirir. Yıkılan her engel bir
doğumu temsil eder. Yapılan tek şey, akışın devamını sağlamaktır; ucunda ölüm
olsa bile…
Böyle
bir akışın içinde çaresiz kalır bir hayâl. Bir an önce sahibinden kurtulmak
ister. Artık ya ilhamı çağıran akışta boğulup gidecektir ya da kendini akış
boşluğuna bırakacak, intihar edecektir. Ya olacak, ya ölecektir.
Boğulmadan
var olmaz, ölmeden varlığının anlamı olmaz bir hayâlin. Artık ilham denizinde
özgür kalmış bir hayâli tutmanın imkânı yoktur. Bundan sonra hayâller, sahibinden
kurtulmuş olmanın güveniyle yol alacaklardır.
Birinin
hayâl kırıklığı, bir başkasının hayâli olacak, ilham olarak kalacaktır. Eser, sahibinin
adıyla anılmaktan hiçbir zaman kurtulamayacak olsa bile, isteyen herkese ilham
olacak, herkesi kucaklayacaktır. Birinin elinden çıkmış gibi görünen eser,
ortaya çıktıktan ve insanlara sunulduktan sonra artık herkesindir; herkes onda
istediğini, aradığını bulmakta serbesttir.
Bir
yaratım süreci olarak akışı ele aldık ama bu, aslında tek başına yaratma eylemi
için oluşturulmuş bir durum değildir. Yaratım bir sonuçtur; bir neden değil,
bir hedef kesinlikle değil. Şimdiye kadar olayın biraz daha metafizik boyutuyla
ilgilendik. Şimdiyse bu söylediklerimizi biraz somutlaştıralım.
Gündelik
telâşların, karın ağrılarının, geçici heveslerin, kuruntuların hepsini bir
yaratım ortaya koymakta kullanmak, akışın temelini oluşturuyor. Akış, gündelik
hayattan bağımsız değildir; tam tersine, her şeyiyle hayatın kendisidir.
Aslında bir akış yaratmaktan kasıt, var olan akışa bilinçli tercihlerle müdâhil
olmaktır. Söz gelimi bir insan “iyi” olmayı kendisi seçer ama kimi insanlarsa
bunun -zaten olması gereken olduğu düşüncesiyle- kendi seçimleri olduğunu kabul
etmez, sorumluluk almazlar. Bu da çok kıymetli bir durumun bile kişiye
özdenetim gücü kazanımı olarak geri dönmesine engeldir. Çünkü kişi, eylemin
sorumluluğunu almayarak eylemi değersizleştirir. Böyle insanlar akışı, denetimi
olmayan bir süreç olmaktan çıkarma eğilimi gösteremez. Bu yüzden zamanla
birlikte herkese özel olarak bahşedilmiş özde var olan maya, çürümeye terk
edilir.
Çocuklukta
bu maya görünür durumdayken, koşulların kuşatmasından sıyrılamayan insan, ayırt
edici özelliklerini yavaş yavaş kaybeder ve kendi içinde kaybolan kimliğinin
gereklerini yapması gerekirken, hayat boyu kendini baskılamaya, uyuşturmaya mahkûm
olur.
Kulağa
ütopik gelebilir, bir yaratım süreci oluşturmak, hem de bunu var olan akışın
içindeyken yapmak, ama olması gereken insanın özünden bırakın kopmayı, özünü
ortaya koyacağı işler yapması değil midir?
“Akan
suya engel olalım” demiyoruz. Rüzgârı da yerinden oynatacak bir rüzgâr olmaya
talip olmaktan bahsediyoruz. Bunu sağlayacak kurallı cümleler, formüller,
iksirler ne yazık ki yok! Her insan bu süreci kendi oluşturmalıdır. Hayatın her
ânı öyle bir hâl almalıdır ki hepsi bir sonuç olarak insanın özünü ortaya
koyduğu ve herkesin yararlanabileceği bir iş ortaya çıkarılmalıdır. Bunlar çoğunlukla
amaçlanmış şeyler değildir zaten. İnsanın kendini unutacağı, varlığının süreç
içerisinde kaybolacağı ve aynı zamanda anlamlı hâle geleceği bir akış ortamı…
Bu ortam içerisinde özden kopup gelen güzellikleri, ne kadar acı çekmeyi
gerektirirse gerektirsin minnetle kucaklamak ve o duygu yoğunluk ve duygusal
gerilimi somut bir şeye dönüştürmek…
Bu
durumu, “Akış: Mutluluk Bilimi” kitabının yazarı Mihaly Csikszentmihalyi nasıl
açıklıyor: “Var olan odak bir kez yoğunlaştıktan sonra, bir esriklik, bir
berraklık hâline ulaşıyor; bir andan diğerine tam olarak ne yapmak istediğinizi
biliyorsunuz, hemen geri dönüş alıyorsunuz. Yapmaya ihtiyacınız olan şeyi
yapmanızın mümkün olduğunu biliyorsunuz; zor da olsa, zaman duygusu yok oluyor,
kendinizi unutuyorsunuz, daha büyük bir şeyin parçası gibi hissediyorsunuz. Ve
bir kez bu koşullar sağlandığında, yaptığınız her ne ise, sadece onun hatırı
için yapmak yetiyor.”**
Peki,
bunca uyaran, bunca rutine dâhil edilmiş mekaniklik içinde özüne nasıl ulaşacak
da özden gelen işler ortaya koyacak insan? Bu, ancak arınmakla mümkün olabilir.
Hayat boyu bitmeyecek bir arınma mücadelesi… Arınmak; akışın kilit öğesidir, çünkü
insanın bu süreci kendine mâl etmesi tehlikesi vardır. Arınmak, ancak sürekli bir
eyleme dönüştüğü zaman insan her şeyin üstünde bir gücün varlığını iliklerinde
hissederek yoluna devam edebilir. Yoksa doğal afetler veya aklın ucundan
geçmeyen olumsuzluklar baş gösterdiğinde tutunacak dalı kalmaz insanın.
Yaratılan akış sonucunda elde edilen başarılar hayatın anlamı değildir. Bunlar
olsa olsa küçük hediyelerdir verilen insana. Şairin dediği gibi, “Çok
sahiplenmeden/ Çok ait olmadan yaşayacaksın/ Hem her an avuçlarından kayıp
gidecekmiş gibi/ Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat/ İlişik yaşayacaksın/ Ucundan
tutarak”…
Akan
suya nasıl ancak yapay yollarla ve kısmen engel olmak mümkünse, kişinin kendi
gayretiyle biçkin hâle getirdiği akışı da durdurmak aynı şekilde zor kullanmayı
gerektirir. Peki bu nasıl bir akış ki insan hem etkin hem de edilgen konumda?
Akışı aslında yaratım süreci bağlamında değerlendirmek, anlatmak açısından işimizi kolaylaştıracaktır. Şöyle ki yaratılmış bir akış sonucunda, ete kemiğe bürünmüş fikirler ortaya çıkar. Bu fikirler kişiyi kendi yolunda bir adım ileriye taşıyacak niteliktedir. Çünkü kişi hayatın akışı içerisinde kendi yarattığı akışa yer bulabilmiş ve bu ikisini kaynaştırmayı başarmıştır. Artık o yol sadece o kişiye özeldir.
* Akışta Olmak/Nilüfer
Şen/https://nbeyin.com.tr/akista-olmak/
** “Akış Üzerine” konuşması için bakınız https://www.ted.com/talks/mihaly_csikszentmihalyi_on_flow?language=tr