
ŞEHZADE Camiî’ne yakın
bir mevkide ona ulaşmaya çalışıyorum şimdi. Önümde hakkında yazılan yazılar
duruyor soğumuş bir kahvenin eşlik ettiği. Gün doğumuna, gülün kokusuna, şiirin
sarhoşluğuna nasıl âşıksa insan, bir şairi bunların tümünde birden bulmak
bizimkisi. Hayatı, uyanıklığı, yaşamın kendisini onda visale erdirmek...
Şehzade Camiî’nin az ötesinde onu özlerken bulmak kendini…
Bu
topraklarda doğan herkesin yolu geçti ondan. Cennet’in yitikliği onunlaydı, Ramazan
aylarında ziyafetler Samanyolu’nda gerçekleşti hep, İnsanlığın Dirilişi’ne
giden satırlar onun kaleminden döküldü. İslâm’ın şerefi şiirle yükseltildi
göğe. Bir satırla coştu kalabalıklar. İnandığı değerler uğrunda geçen bir ömür bu;
ondan başkasına nasip olmadı ardında binlerin oluşturduğu bir diriliş nesli
bırakmak.
O
geldi ve bizim “deli köşemizde durdu”. Huzurlu, sakin, yıllanmış ve yüklenmiş
bir çehre karşıladı bizi fotoğraflarda. Biraz yorgun, biraz solgun daima…
Kaldırımlarda kendi hâlinde yürüyüşü (ki) onu bize bağladı. Satırları
evlerimizden, dergilerimizden, kitaplarımızdan sokaklarımıza sıçradı damla
damla ki büyüdük Evvel-Allah, bir nesil coştu bu topraklarda.
“Şehrin
öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Bu elçilere
uyun.” (36/20) Bu kutlu elçiyi karşılayan, çileli ama çiçekli yolun talibi
yolcu… Şehrin bir ucundan diğerine soluk soluğa bir heyecan ve bilinç ile
hakikati taşıyan insan… Altı çizili satırlar, uzun sohbetler, dik bir duruş
kaldı arkasından. Elçinin sözleri onun ağzından kalplere nakşoldu, Müslüman
olmanın sırrı onda canlandı, aynalandı. “Diriltici” bir rüzgârın tene dokunuşu
kimi zaman sıvazladı sırtları, kimi zaman bir fırtınanın uğultulu sesi kaynadı
kulaklarda. O, ne olursa olsun, ismiyle müsemma olmaya devam etti: “Sezai”... “İnandığına
uygun”, yaraşır…
Genç
kız, kitaplığını oluştururken onunla tanıştı, akşam sohbetlerinde en arkada onu
izledi hep. Elleri söylediklerini not alırken titredi, devlet kurumunu onunla
tanıdı, yönetici olmanın niteliği hakkında en önce onun sözlerini yazdı kâğıda.
Gülümserken çekilen tek fotoğrafını “meleklerine selâm vermesi” olarak
yorumladı. Yatmadan evvel dizelerine kulak verdi mum ışığında. Vefalı bir yolun
vefalı bir yolcusu olduğunu hissetti onun arkasından.
Onun
arkasından; evinden, kitaplığından, sohbet halkalarından biri eksildi etiyle
kemiğiyle. Ailesiyle, arkadaşlarıyla, çevresiyle kurduğu bağdan canlı bir halat
kesildi. Nasıl diyordu yazar? “Dünya daha güvensiz bir hâle geldi…”
Sırtımızı
yasladığımız, yönü, yolu sorduğumuz o canlı abideyi uğurladık son yolculuğuna.
İki dünyalı insan, yitik cennetten baki olana refakat etti şairin yanı başında.
Şehzade Camiî’nin yıllara meydan okuyan görkemli gri taşlarının altında, ayak
ucunda çömelip başında dalgalanan al yıldızlı bayrağın gölgesi altında okunan
her bir Yasin-i Şerif’i ruhuna armağan ediyoruz artık gözlerimizde yaşlarla.
Bu
gönül sancısıdır ki, kaybetmenin ve dahası kaybolmuşluğun emaresi... Yürünen
yolun beyhude olmadığını hissettirmek şaire, toprağın yedi kat altından “Nakış
yapar nakış gibi ayaklar”ın seslerini usuldan duymalı o. İnsan ömrü vakti dar,
ebedî âlemin hayâli dahi güzel!
Atılan
temel üzerinde bir bir minareler yükselsin, doğan güneş şiirle yükselsin gecelerin
içinden, doğan bebeklerin beyaz tenine değsin isimler ezan sesleri ardına;
Sezai…
İmanın
ve İslâm’ın fideleri üzerinde açan tomurcuklar dualasın ruhunu. Biz, Leylâ…
“Biz
seni işte böyle seviyoruz Leylâ,/ O gitti, bize ağlamak kaldı kala kala…”