Bir acının, sevginin ve cesaretin hikâyesi: Mostar

Hiç kolay olmamış elbette ayrılık. Kocasını, sevdiğini, yurdunu yuvasını, kardeşini bırakıp kaçmak zorunda kalmış insanlar. Doğup büyüdükleri, koştukları düştükleri sokaklardan, meyvesini yedikleri ağaçlardan ayrılmışlar, suyundan içtikleri sokak çeşmelerini bırakmışlar arkalarında…

MOSTAR’da, Bosna’da bir köprü vardır. Nehrin iki yakasını birbirine bağlar. Eskisi, Sırpların ilk saldırılarında kötü yaralar almış, daha sonra da Hırvatlar tarafından 1993’te, 427 yıl boyunca şehri ikiye bölen Neretva nehrinin soğuk sularına gömülmüştür. Köprünün aslı, Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mimar Hayreddin tarafından 1566 yılında inşa edilmişti. “Mimar oraya köprüsünü yaparken neler düşünmüştü acaba?” diye geçiyor aklımdan. Ayrı kalanları kavuşturacak, hastalara şifa ulaştıracak, eğlencelere mekân olacak…

Mostar Köprüsü, cesur sporcular tarafından yıllarca bir atlama platformu olarak kullanıldı. Geleneğe göre şehrin erkekleri, nişanlılarına cesaretlerini ispatlamak için düğün öncesinde köprüden atlarlardı.” Öyleymiş… Sevgiyi ispat, cesaret ister. Mostar da -eski Mostar- cesaretin gösterildiği yermiş vakti zamanında. 427 yıl boyunca sevgi yeriymiş vesselam… Rahmet olsun sana Mimar Hayreddin!

İşte o eski Mostar Köprüsü, 20. yüzyılın sonunda medenî(!) Avrupa’nın göbeğinde tank ateşleriyle sulara gömüldü, boğuldu gitti. Sadece Mostar değildi yok edilen, boğulan. O köprüyle birlikte Avrupa’da insanlık da bitti o yüzyılın sonunda. Bosna, Üsküp, Srebrenitsa acıya boğuldu bütün dünyanın gözü önünde.

Nisan 1992, Srebrenitsa-Bratunac köyü… Medenî(!) Avrupa’da, milenyumun hemen öncesinde, katliamın başladığı yer ve tarih bu. O gün orada 350 Bosnalı Müslüman, Sırplar tarafından çeşitli işkencelere uğratılarak katledilmiştir. Barış yapılana kadar Kosova’da Arnavutlara, Bosna’da ise Boşnaklara sırf Müslüman oldukları için türlü zulümler yapılmış, yerlerinden yurtlarından edilmiş, göçe zorlanmışlardır.

Hiç kolay olmamış elbette ayrılık. Kocasını, sevdiğini, yurdunu yuvasını, kardeşini bırakıp kaçmak zorunda kalmış insanlar. Doğup büyüdükleri, koştukları düştükleri sokaklardan, meyvesini yedikleri ağaçlardan ayrılmışlar, suyundan içtikleri sokak çeşmelerini bırakmışlar arkalarında. Kötülüğün elleri dokunmuş canlarına; yer ağlamış, gök ağlamış, ağlamak bile ağlamış acılarına. Onlarsa hep umut biriktirmişler yüreklerinde: “İnsan!/ Ellerin uzun senin…/ Ama benim korkak küçücük yüreğime/ Hiçbir zaman değmeyecek.”[i]

Hâle Seval’in kaleminden çıkan “Üsküp’ün İçinde Kumaş Biçerler” kitabında, Avrupa’da, yakın bir tarihte, hem de çok yakın bir tarihte meydana gelmiş bir acının, bir sevginin ve bir cesaretin hikâyesini okuyacaksınız. Yazar, kitabının adını bir Üsküp şarkısından almış: “Üsküp'ün içinde kumaş biçerler./ Sevdadan gayrısı dar gelir bana./ Ellerin zoruyla yardan geçerler;/ Ben yârim bırakmam, zor gelir bana…”[ii]


Kitap, zamanında büyükleri Kosova’dan göç edip Bursa’ya yerleşmiş olan bir genç kızın ata topraklarına yaptığı bir gezi kitabı niteliğinde. Yer yer zamanda geriye gitmelere, tarihî olaylar hakkında bilgilendirmelere yer verilmiş. “İç organları Kosova’da, gövdesi Bursa’da olan Sultan Murad’ın yattığı yerin karşısında da ikiye ayrılmış gövdesiyle Sultan’ın gövdesine benzettiğim bir dut ağacı vardı.”

90’da katledilen bir halkın direnişi anlatılmış sık sık. Bir zaman sonra yapılan zulme dayanamayıp dağa çıkanların kahramanlıklarını, fedakârlıklarını, eşini ve çoluk çocuğunu, sevdiğini, ana babasını köyünde, kasabasında, şehrinde bırakıp gidişini kitabın bazı kahramanlarının kısa hikâyeleri olarak göreceksiniz.

“Bütün bu baskılara dur demek isteyen Arnavutlar, 1996 yılında Sırplara karşı bir askerî birlik kurmuş, yerin altına inmişlerdi. Recep’in babası, tam bir gizlilik içinde kurulan Ushtriya Çlirimtare e Kosovës’e, kısaca UÇK’ya, Kosova Kurtuluş Ordusu’na katılmıştı. İlk faaliyetlerini gazetelere verdikleri demeçlerle başlattılar. Sırp karakollarına arka arkaya baskınlar düzenlediler. Arnavutların bu beklenmedik çıkışlarına Sırpların verdiği karşılık ağır oldu. Reçak’ta, 1999’da, o unutulmaz senede, o unutulmaz kış gününde bir grup Arnavut sivil Sırp güvenlik güçlerince katledilmişti. Mezalimi görmeye yürek dayanmıyordu.”[iii]

Ve Rüveyde Hala… Sevdiğini Kosova’da bırakıp Bursa’ya gelen, ama hep bir umutla sevdiğini bekleyen Rüveyde Hala. Her zaman hüzünlü bir yüzü vardır bu kadının, pek konuşmaz. Gözleri hep dumanlıdır. Dokunsalar ağlayacak gibidir hem, hem de bir kaya kadar sağlamdır. Yüzündeki ifadeden hiçbir şey sezdirmez.

“Bayramlarda Kirmasti’ye gidildiğinde, hemen köprünün öte yakasında oturan Fransız dadı Katerina ile büyümüş Varna kökenli anneanneme inilir, sadece el öpmek için babaanneme geçilirdi. Eğer babam yanımızdaysa, ‘Halama da uğrayalım’ der, Rüveyde Hala’nın küçük bahçeli, küçük odalı, küçük dünyalı evine gidilirdi. (…) Bizi gördüğünde kuru yüzündeki hareketlenmeden ne sevindiğini, ne de sevinmediğini anlayabilirdik. Ona gidip gitmememiz çok önemli gibi durmaz, kısa bir süre çalı dikeni üzerinde oturur gibi oturur, şekerleri avucumuza aldığımız an kalkardık. Kalbin en güzel hazinesi olan sevgiyi, Tetova’dan ayrıldığı gün Aruçi’nin yanında bırakmıştı o.”[iv]

Ve belki Aruçi de Rüveyde Hala’yı unutmamıştı. Çıkıp bir gün, yıllar sonra bir gün Türkiye’ye gelmişti.

“’Biliyor musun?’ demişti küçük olan halam, ‘Aruçi Türkiye’ye gelmiş’. ‘Hâlâ sağ mı?’ dedi büyük halam. Seksenine yaklaşmıştır, o kadar yoksa da yetmiş yedi yetmiş sekiz yaşlarında vardır. Rüveyde Hala yetmiş beş yaşını geçti. (…) Demek ki yıllardır kimin gelip kimin orada kaldığını hep biliyorlardı. ‘Rüveyde Hala’ya söylediniz mi?’ ‘Söyledik.’ ‘Ne dedi?’ (…) Elimi uzatıp elini hiç tutmadığım, dokunmadığım o varlığı, örtük Rüveyde Hala’yı artık hiç görmüyordum. Özlemle, bekleyişle, umutla geçirdiği bu kadar uzun bir ömürden sonra, ‘Dünya gözüyle ölmeden Aruçi’yi son bir kere daha görsem’ deyişi kulağımda çınlarken odadan çıkmıştım.”[v]

Ve bir de Nevabil Amca vardır, bir de Lubica…

“’Nevabil Amca’yı sen tanıdın mı?’ diye sormuştum. ‘Bir kere gördüm; o ailenin tamamı Türkiye’ye göç edince, yanlarında kalmayıp Bandırma’ya gitmişti. Kalkandelen’de eşi varken, evden ayrılıp Üsküp’e yerleşmiş. Eşi Üsküp’e gitmek istememiş, çocukları yokmuş, o da kasabadan ayrılıp Üsküp çarşısında bir dükkân tutmuş. Gecesiyle gündüzüyle Üsküp’ü, şehri yaşamış, Vardar ovasında şarkılar söylermiş. Sesini duyan Sırp ve Arnavut kızları bir halka oluştururmuş etrafında. Sonunda güzel bir Sırp kızına gönül vermiş; Lubica’yı sevdiği için babası onu affetmemiş, erken yaşta da öldü zaten’ dedi.”[vi]

Hâle Seval

Savaştepe-Balıkesir’de doğdu. Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. 2000 yılında Cambridge’te, Anglia Ruskin Üniversitesi’nde Shakespeare, Şiir ve Kısa Öyküler üzerine kursa katıldı, aynı üniversitede ilk liberal feminist kadın Mary Wollstonecraft üzerine yazınsal çalışmalarını tamamladı. 2007 yılında, Cambridge Üniversitesi Uluslararası Yaz Okulu’nda Savaş Sonrası İngiliz Şiiri ve İngiliz Şiirinde Kır Manzarası derslerini aldı. 2000 yılında “Kırılgan Kuleler” adlı öyküsüyle Haldun Taner Ödülü’nde ikincilik kazanan yazar, 2001 yılında da “Kirmastılı Gelin” adlı denemesiyle Bursa Osmangazi Belediyesi’nin Ahmet Hamdi Tanpınar anısına düzenlediği yarışmada mansiyon ödülü aldı.



[i] Mak Dizdar, Kaygı, a.g.e. sayfa 156

[ii]Beste: Cengiz Onural, Güfte: Cengiz Onural

[iii] Üsküp’ün İçinde Kumaş Biçerler / Hâle Seval

[iv] Üsküp’ün İçinde Kumaş Biçerler / Hâle Seval

[v] Üsküp’ün İçinde Kumaş Biçerler / Hâle Seval

[vi] Üsküp’ün İçinde Kumaş Biçerler / Hâle Seval