ÇOCUK, bir ülkenin
geleceği, gelecek tasavvuru demektir. Bir ülkenin kültürü, çocukların yetiştiği
doğal ortamlar ve doğal ocaklardır. O hâlde çocuk kimliğini kendi kültüründen, kendi
medeniyetinden, kendi değerlerinden almalıdır ki sağlam temeller üzerine
oturabilsin, köklerine bağlı olarak yetişebilsin.
Bir
ülkenin gelecekte bağımsız, kalkınmış ve güçlü olması, çocukların yetiştiği
kültürle, ruhla birebir ilişkilidir. Çünkü çocuğun yetişmesi, sosyalleşmesi,
kişiliğinin oluşumu, şahsiyet kazanması ve en nihâyetinde toplumsallaşması, eğitim
ve kültürle alâkalı bir durumdur.
Çocuk
bir ülkenin hem gelecek, hem de mekân tasavvurudur. Tasavvur ise doğrudan
doğruya kültürel beslenme kaynakları, eğitim unsurları, konuları ve araçları
ile ilgilidir. Bu tasavvura karakterini veren, dolayısıyla çocuğun karakterini
etkileyip oluşturan kültür ne kadar yerli ve millî ise, nesiller de o kadar
yerli ve millî olurlar. Aksi durumda yeni nesiller kendi ülkelerinde kendi kaynaklarına,
değerlerine ve kültürlerine yabancı olarak yetişirler. Tarih göstermiştir ki,
kendi ülkesini tanımadan yetişen nesiller, ülkenin felâketi olabilirler.
Kültür
ve medeniyet, eğitimde ana idealdir, asıl amaçtır. Bu ise önce insan
tasavvuruyla ilgili bir durumdur. Acaba eğitim ve kültür politikalarımız, programlarımız
ve projelerimizle nasıl bir insan tipi hedefliyoruz?
Her
şeye itaat eden, “Evet” diyen, sorgulamadan kabul eden, düşünmeyen, soru
sormayan, olayları ve olguları ölçüp biçecek bir değeri olmayan, kaygısız,
dertsiz, tasasız, eğlence düşkünü, maddeperest, şehvetperest bir nesil mi
yetiştirmek istiyoruz? Yoksa temelleri sağlam, kendi toplumunu, medeniyetini,
değerlerini, tarihini tanıyıp bilen, kendi toplumuyla, kendisiyle barışık,
sağlam karakterli, sağlam ruhlu, ideal sahibi, şahsiyetli, ülkesini ve halkını
kendi çıkarlarından daha çok önemseyen, sorumluluk sahibi, şuurlu, imanın
bilincinde olan bir nesil mi yetiştirmek istiyoruz?
İnsan
tasavvurunun gerçekleştiği en önemli yer, ailede ve okulda eğitimdir. Aile ve
okul, yetişmenin doğal ortamı olan kültürün oluştuğu, aktarıldığı merkezlerdir.
Aile, hayatı tanıma ve okuma, okul ise kitabı tanıma ve okuma yeridir. Neslin
en başta okuyup tanıması gereken kitap ise kendi kitabıdır. Çünkü tüm kitaplar
tek bir kitabı anlamak içindir.
Müslümanca yaşamanın yolu Müslümanca
düşünmekten geçer. Herhangi bir olay karşısında Müslümanca düşünmeden
Müslümanca yaşayış da olmaz. Çünkü zihninde İslâmî fikir, amaç ve hedefler
olmayan bir kimsenin niyeti de sâlih olamaz. Tefekkür eden zihin, şükreden kalp
ile birleştiği zaman İslâmî bir düşünce, halis bir niyet ve doğru bir
istikamet, onun arkasından ise ahlâkî, İslâmî yaşayış gelir. Bundan dolayıdır
ki, önce kendi iç dünyamızda Müslümanca düşünmek zorundayız. Müslümanca düşünce
ise çocukluktan itibaren okunan kitaplara, erişilen şuura, kültürel ve zihnî
açıdan beslenme kaynaklarının doğru ve meşru olmasına bağlıdır. Çocukluktan
itibaren kazılan ahlâk ve karaktere bağlıdır.
Aileden ve okuldan bağımsız bir çocuk, dinden
bağımsız bir ahlâk ve sokaktan bağımsız bir din olamaz. İslâm, çağdaş ahlâkî
erdemlerden daha üstündür. İslâm ahlâkı, Batı dünyasını tamamen etkisi altına
alan Kant’ın erdem anlayışından daha üstündür. Bu da takvâdır. Bize yapılan
iyiliğe daha büyük bir iyilikle, hattâ bazen bize yapılan kötülüğe bile bir
iyilikle cevap vermek, takvâdır. Batı dünyasındaki erdem ise iyiliğe aynı
iyilikle cevap vermek, kötülüğe de kötülükle cevap vermek anlayışı vardır. Oysa
biz okullarımızda Batılı kültür ve medeniyetini, Batılı bir zihin ve anlayışını
veriyor, hâlâ Batı’nın materyalist felsefesi ile yetiştiriyoruz çocuklarımızı. Düşünsel
ve ahlâkî diriliş olmadan Müslümanların kurtuluşu gerçekleşemez.
Herkes kendi iç dünyasında ahlâkça dirilirse
dünyada söz sahibi olabiliriz. Namaz kılan ama ticârette yalan söyleyen insan, İslâmî
düşünceye sahip bir Müslüman değildir. Böyle bir Müslümanın zihni İslâmî düşünceyle
beslenmiyor demektir.
Kendi
kültürünü ve medeniyetini tanıyan, kendi halkının değerleriyle barışık yaşayan,
kendi ülkesine yabacı olmayan bir neslin yetişmesi ancak kendi kitabını
tanıması, okuması ve anlamasına bağlıdır. Peki, bugün okullarımızda, birçok toplum
katmanında, kültür çevrelerinin ezici çoğunluğunda okumanın araçları, beslenme
kaynakları nelerdir? Okumanın ve yazmanın ana düşüncesi, ana hedefi, ana
istikameti nedir?
Hâlâ
okullarımızda popüler oldukları veya dünya klâsiklerinden sayıldıkları gerekçesiyle
yabancı yazarlara ait hikâye, roman, şiir ve diğer kitaplar okutulmaktadır.
Yabancı bir bakış açısıyla, Batılı bir kültür, kelime ve kavramlarla yazılan bu
kitaplar çocuklarımıza hangi bilgi birikimini, hangi ufku, hangi ideali
vermektedir acaba? Üstelik bu kitaplardaki kahramanların ve yer isimlerinin
yabancı olması, kültürel yapımıza uygun düşmediği için çocuklar tarafından da
beğenilmemektedir. Bu durumda okumak, işkenceye ve nefrete dönüşmektedir. Öz
kültürümüzle yoğrulmuş, kendi dilimizle yazılmış ve başarılı olmuş sayısız eserimiz
varken, böyle bir tercih neden yapılmaktadır?
Yabancı kaynakları bırakıp önce kendi doğrularımızı,
kendi değerlerimizi öğretmeliyiz. Onun için İslâmî düşüncenin kaynağı olan Vahye
dönmek zorundayız. Kendi inanç değerlerini öğrenmeyen, inandığı gibi yaşamayan çocuksa
bir zaman gelir, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Artık uykudan ve gafletten
uyanıp hakikate karışma, bilmenin bilincinde olma vakti gelmedi mi?
Hâlâ ataerkil düşmanlıkları zihin kodlarında taşıyan Batılı müesses nizama karşı en esaslı duruş, önce onların kültürel beslenme biçiminden vazgeçip kendi kültürel beslenme kaynaklarımıza dönmektir. Çocuklarımızı medeniyetimize ait olan kültürel beslenme biçimine göre zihnen yetiştirmeli ve doyuma ulaştırmalıyız ki başka bir şeye ihtiyaç hissedilmesin. Kendi doğrularımızı bilmeden, bilmenin bilincine sahip olmadan başkasının yanlışlarından sakınmak mümkün olmaz.