Bilinç ve idealizm üzerine

Biyolojik, fizyolojik, nörolojik boyutlarıyla birlikte bilinç, daha çok ontolojiktir. Bilincin ontolojisi hakkında konuşmak, zihnin ait olabileceği temel metafiziksel kategorileri keşfetmeyi ve onları özümsemeyi gerekli kılar.

EN genel hususlarla açıklanan teolojik bir irdeleme, biyolojik olsun veya olmasın, bilinen bir sistemin bilinçli olup olmayacağıyla ilgilidir. Canlılık bilinci içerisinde duyarlılık, uyanıklık, özdeğer bilinci, bir şeye benzeme, çok özellikli bilinç durumları ve geçişli bilinç, önemli kavramlardandır.

“Duyarlılık” denildiği zaman, bir organizmanın dış veya iç bir uyarana karşı davranışsal/tepkisel veya içsel bir cevap üretmesi, beklenen bir durumdur. Bu kategori, canlılık bilincini diğer bilinçsiz olarak bilinen sistemlerden açık bir şekilde ayırır. Tahayyül edilebilirlik argümanı bu görüşün anlaşılması açısından faydalı gibi görünse de biyolojik gerçeklik bu kategoriyi canlılık bilinci içerisinde önemli bir yere oturtur.

Uyanık olma veya uyanıklık, bilincinde olunan şeylere veya bilinçli olma türlerine ulaşabilmesi için önemlidir. Bilinçli ve bilinçsiz zihinsel ifadeler karşılaştırıldığında, bilinçli zihinsel ifadelerin içerisinde net bir şekilde farkındalığın olduğu görülür. Bu anlamıyla bilinçli ifadeler, kendilerini doğrulayabilen ve bir anlamıyla da istemsiz ifadelerdir. Ayrıca uyanık olma durumu, bilincin farkındalık/kendini doğrulama ile ilişkisini işaret eder. Bilincin sahip olduğu tarihsel, psikolojik, felsefî ve diğer kavramsal temeller bir yana bırakıldığında, günlük dilde bilinçlilik, uyanıklık hâli, uyaranlara tepki verme yeteneği, dikkat ya da farkındalık gibi pratik ifadelere karşılık gelir. Ancak zihnin sahip olduğu karmaşık yapı, bilincin tanımının kesin ve net ifadelerle yapılmasına engeldir.

Bilinç problemi

Bilinç üzerine yapılan çalışmaların birçoğu bilinçlilik ve bilinçsizlik durumlarının farkları üzerinedir. Örneğin koma hâlindeki hastaların bilinçlilik düzeyleri gelişmiş beyin görüntüleme teknikleriyle ölçülmekte, uyanık bir hastanın genel anestezi ile uyutulması anında beyninde meydana gelen değişiklikler saptanmaya çalışılmaktadır. Bilincin kaybedilmesinin beyindeki bir düğmenin kapalı konuma getirilmesiyle ilgili olduğunu gösteren bir kanıtın henüz olmaması, bilincin sahip olduğu karmaşık yapının çözümlenmesinin çok da kolay olmadığı sonucunu doğurur.

Bilinç problemini zor ve karmaşık bir yapıya büründüren ve kimi çevrelerce bilincin “muamma bir fenomen” şeklinde tanımlanmasına yol açan şey veya şeyler, beynin duyumsama, konuşma, algılama, hafıza, problem çözme gibi işlevleri nasıl meydana getirdiğini keşfetmesi değil, bunlarla nasıl bilinçli olduğumuzu açıklayabilmesidir. Bilinci incelemenin, beyin ve davranış arasındaki ilişkiyi, nöronlar arasındaki bağlantıyı, beynin hangi bölgesinin bedenin hangi fonksiyonundan sorumlu olduğunu açıklayan haritayı incelemekten daha zor olduğu ifade edilmektedir. Zira bilinç, kendi varlığımızın doğasına yönelik derin bir problemdir.

Biyolojik, fizyolojik, nörolojik boyutlarıyla birlikte bilinç, daha çok ontolojiktir. Bilincin ontolojisi hakkında konuşmak, zihnin ait olabileceği temel metafiziksel kategorileri keşfetmeyi ve onları özümsemeyi gerekli kılar.

İnsan hayatî fonksiyonlarını gerçekleştirirken çevresiyle etkileşim içerisinde olan bir varlık olmasının yanı sıra, kendi varlığının farkında olan, kendi varlığını duyumsayan ya da kendi varlığını deneyselleştiren bir varlıktır. Her sabah uyandığımızda yeniden ve kesintisiz olarak devam eden zihinsel durumlarımızın varlığı, bize öznel gerçekliğimizi sürekli olarak kendiliğinden sunmaktadır. Öznel gerçeklik, yaşanmış tüm deneyimlerin bizzat sahibi olunduğu fikrine karşılık gelmektedir. Örneğin renk, şekil, boyut algıları, hisler, sesler, tatlar, gözler kapatılıp dondurma yerken çocuklukta binilen renkli bisikletleri hatırlamak, ıssız bir yolda alınan gül veya çiçek kokusunun yaşanan aşkları hatırlatarak yaptırttığı buruk veya mutlu tebessüm… Hepsi öznel gerçekliğin içeriğini oluşturan deneyimlerdir. Deneyimler sürekli bir akış hâlinde, aralıksız ve değişen bir sarmalın temsili gibidirler.

İdealizmin en kısır döngüsü, zihnin içeriğinden bağımsız bir özne ya da ben olabileceğini iddia etmesidir. 

Ancak dinamik, kısa süreli, akışkan karakterdeki bu deneyim nehrinin hayatların her anında zamansal ve mekânsal süreklilik ile birlikte ortaya çıkan bütüncül öznel gerçekliği göz ardı ederek anlaşılması ve bilinçliliğin tüm yönleriyle şeffaf bir şekilde kavranması çok da mümkün görünmemektedir. Öznel deneyimler sürekli değişen içeriklerine rağmen kesintisiz bir akış hâlinde olup, bu da insanın bilinçli yaşamını ya da başka bir deyişle “ben” yaşantısını oluşturmaktadır.

Varlığı doğrudan yaşanan, hissedilen ya da algılanan bilincin gizemi ya da zorluğu bu yönüyle nesnel varlığından değil öznel ve niteliksel doğasından kaynaklanır. Zira nesnel ölçüm materyalleriyle öznel ve niteliksel deneyimlerin yapısı hakkında açıklama yapmaya çalışmak kendi içinde çelişki içerir. Zira bilincin gizemi, onun çağdaş bilimin dünya görüşü içerisinde nerede ve nasıl konumlandırılacağının bilinememesinden kaynaklanır.

Bilinci açıklayan hiçbir tabiat kanununun olmaması, bilimin bilinci ya reddetmesi ya da indirgemeci bir tavırla ele alması sonucunu doğurur. Bütüncül bir bilinç kuramı nesnel, fiziksel araç ve yöntemlerle çözülemeyen öznel ve niteliksel gerçekliğin ya da olağanüstü bilincin ontolojik konumu hakkında tatmin edici bir açıklama henüz yoktur. Olağanüstü bilincin doğasının öznel ve niteliksel deneyimlerden kaynaklandığı göz önüne alındığında, öznel deneyim varlığının yok sayılması ya da inkâr edilmesinin “insan düşünce tarihinin tümünde gerçekleşen en garip şey” olduğu ifade edilmektedir.

“Öznel ve niteliksel deneyim” olarak ifade edilebilecek olağanüstü bilinç, bizzat insanın varoluşuyla ilgili bir problemdir ve deneyimleri olmayan bir deney imkânsızdır. “Düşünüyorum, o hâlde varım” ilkesi bilinçli bir benin indirgenemez bir cevher/potansiyel olduğunu iddia ederek “düşünen ben”in varlığını ve buna ilâve olarak “bilinçli bir ben”in varlığını, başka bir deyişle gözlemleyenin varlığını zorunlu kılar. Bu, klasik bilinç yaklaşımı olarak bilinir. Olağanüstü bilinç tanımı, “bir zihinsel durumun bilinçli olmasına, birinin uygun bir şekilde bu durumun bilincinde olmasına dayanır”. Fikri ve birinci tekil şahıs-üçüncü tekil şahıs ayrımı ile ilgili problemler, gözlemleyen olmadan deneyimin imkânsızlığı ön kabulünün farkında olan önemli argümanlardır. Deneyimin olağanüstü bilince karşılık geldiği bu denklemlerde gözlemleyen de olağanüstü özneye karşılık gelmektedir. Olağanüstü özne, kavramsal, düşünsel ya da ideal bir varlık değil, gerçek ve potansiyel varlıktır. Olağanüstü öznenin varlığı kabul edilmeden bilinçten ve deneyimden söz etmek anlamsızdır. Dolayısıyla olağanüstü özneyi ve doğasını anlamaksızın bilincin doğasını anlamak çok da mümkün değildir.

İdealizm, zihin ve bilinç

Çağdaş zihin felsefesinde bilincin doğasına yönelik olarak sunulan temel yaklaşımlardan biri olan “idealizm”, ortaya koyduğu teoriler ve bunların birbirleriyle kıyaslanması sonucunda olağanüstü öznenin ontolojik statüsüne getirdiği tanımlamalar ile olağanüstü bilinci doğru olarak açıklayabildikleri düşüncesini savunur. Var olan tek potansiyelin “zihin” olduğunu iddia eden idealizme göre bilinç, zihin potansiyelinin temel özelliğidir. Zihnin dışarısında kalan tüm fiziksel âlem ve madde yalnızca bir serap olarak kabul edilir.

İdealizmin varlığını inkâr etmeyen tek gerçeklik, bilinçli zihinsel durumlardır. Dış dünyanın gerçekliğinin apaçık görünüşüne karşın maddenin varlığını kabul etmemek, yüzeysel bir bakış açısıyla ele alındığında savunulması güç bir yaklaşımdır. Ancak fiziksel dünya hakkında sahip olunan tüm bilgilerin gözlem ve deneyime dayalı olduğu göz önüne alındığında, fiziksel nesnelerin bilinçli algıların üretimi olan öznel deneyimlere dayandığı yorumuna ulaşılır. Her gözlem, her deney ve her deneyim, zorunlu olarak bir bilinçli algıyı gerektirir. Bilinçli bir algı deneyimine sahip olmadan fiziksel bir şeyin varlığını bilmek çok da mümkün değildir.

İdealizmin temsilcilerinden biri olan Berkeley’e göre “var olmak, algılanmış olmaktır”. Bu ilkeden yola çıkılırsa, fiziksel dünyanın yalnızca bilinçli algılarla var olduğu sonucuna ulaşılır, ama fiziksel olanın bağımsız bir varlığa sahip olamayacağı da iddia edilebilir.

Fiziksel dünyanın bağımsız olarak varoluşuna dair elde bulunan tüm kanıtlar gözlem ve deney yoluyla elde edilmiş olan birinci tekil şahıs deneyimlerinden kaynaklanır ki bunlar, doğrudan kanıtlar değil, sadece dolaylı yollardan elde edilen varsayımlardır.

İdealizm, dış dünya ve nesnenin varlığını bilinçli öznel deneyimlerden kaynaklanan bir yanılma olarak yorumlarken, var olan tek şeyin zihinsel gerçeklik olduğunu savunur. Bu iddia aynı zamanda dil, din, ırk, cinsiyet, yaş, kültür (vesaire) fark etmeksizin ortaya çıkan bir evrensel yanılsama/illüzyon iddiasıdır. Böyle büyük bir evrensel yanılsama olağanüstü öznenin varlığına ve açıklamasına ilkece imkân tanıyor gibi görünse de bu idealizmi kabul etmek, en az reddetmek kadar zordur. Zira maddenin varlığını bir yanılsama olarak kabul etmek fizik, kimya ve biyoloji gibi tüm doğa bilimlerinin yanı sıra, tüm sosyal bilimlerin de yok sayılması sonucunu doğurur. Yani idealizm her türlü şüpheden arınmış tek gerçekliğin bilinç olduğunu vurgularken, tüm maddî âlemi inkâr yoluna giderek insanın varoluşuna dair şüpheyi ortadan kaldıramamıştır.

İdealizmin ortaya koymuş olduğu sadece zihinlerden oluşan evren anlayış değil, aynı zamanda bilincin potansiyel varlığını da tek mutlak gerçeklik olarak yansıtmasıdır. Ama bu yaklaşım, bilincin ve dolayısıyla bilinçli öznenin doğasına dair herhangi bir açıklama modeli sunmamaktadır.

Bu tür konular mutlak boyutlu olmadıkları için eleştirel yaklaşımlar da kaçınılmazdır. Örneğin, idealizme göre eğer “varlık” denilen şey veya şeyler sadece zihin ve zihnin içeriğinden ibaretse, o zaman her şey aslında öznenin bir parçası demektir. Çünkü her şey onun algılarından ve tasarımlarından ibarettir. “Bu anlamda var olan tek şey öznedir ve özne olmayan herhangi bir şeyin varlığından da söz edilemez” denilebilir. Bir idealist, yaklaşımlara göre “zihnin içeriğini özneden ayırabilir”. Buna göre, var olan tek şey zihindir ve zihin de özne/algılayan ve zihinsel içerik/algılanan olarak ikiye ayrılır. Bu durumda akla gelen ilk soru, “Zihnin içeriğinin tamamen boşaltıldığı ve zihnin içeriğinde hiçbir şey kalmadığı bir düşünce deneyi tasarlanabilirse, geriye sadece bir özne mi kalacaktır?” olur.

İdealizmin bu soruyu kesin ve net bir dille cevaplaması mümkün değildir. Ayrıca özne ve zihnin içeriğinin nasıl ayrılacağı da farklı bir sorudur. Zihinsel içerik konu edildiğinde, “İşte bu içerik, işte bu da öznenin ta kendisi!” denilecek durum yoktur. Hume, “ne zaman özne zihnin içinde yakalanmaya çalışılırsa, elde edilen tek şeyin algı parçacıkları yani zihin içerikleri olduğunu ileri sürmüştür”. Hume’nin bu yaklaşımına da itiraz edilmiştir. Çünkü Hume, insanın olağanüstü bilincinin sadece algılardan ibaret olduğunu savunur. Zira bir özne ya da ben’in bilinç bulabilmesi söz konusu değildir.

İdealizmin en kısır döngüsü, zihnin içeriğinden bağımsız bir özne ya da ben olabileceğini iddia etmesidir. Bilinç boyutunda idealizme bir eleştiri de, “Bilinçli deneyimi oluşturan zihin durumlarının ortaya çıkması için bazı nöral aktiviteler gereklidir” şeklindedir. Şayet beyin ve sinir sistemi bütün olarak yok sayılırsa, bilincin ve bilinçli öznenin nasıl var olduğu, doğalarının ne olduğu, nasıl bir işleyişe sahip olduğu asla açıklanamaz.

Sonuç olarak idealizm, bilinç eksenindeki özneleri fiziksel düzlemde yeterince açıklama argümanlarına sahip değildir.