BİR iki nesil önce maddî ve manevî değerlere dair şüphe ve saldırılar cehaletten gizlice gelirken, şimdilerde bilim, ilim ve fen kaynak gösterilerek doğrudan ve açıktan geliyor. Bu tür saldırıların hedefinde doğrudan Doğu’nun dili, medeniyeti ve gençliği yer alıyor. Saldırıyı yapanlar farklı renklerde görülseler de gerçekte iki ana gruba sahip: Bunlar “dalalete dalmış” ve “gazaba uğramış” olanlardır. Saldırının hedefinde ise “nimet verilenler” yer alıyor.
Şimdilerde Filistin’e yapılan maddî saldırının öteki yüzünde asıl saldırı nimet verilenlere yapılıyor. Nimet verilenlerden saldırının mahiyetini anlayanların samimiyetine karşın, saldırıyı görmeyenlerin günlük/fani işlere müptelâ olmaları dikkat çekiyor.
Fikren, ruhen ve hakikat cihetiyle saldırıya göğüs gerilmesine Doğu toplumlarında merkezî hükümetlerin öncülük etmesi gerekir. Bu oluşumdan yoksun ve fikren işgal altında olan yönetim ve toplumların saldırıya karşı durmaları beklenmez. Fani ve gündelik maddî kazanım parmaklıkları arkasına sıkışıp kalanlar bu saldırıya set çekilmesini idrak edemezler. Saldırıya “Dur” diyeceklere imkân verilmeyen yerde merkezî yönetimler vebal altındadırlar.
Genç dimağların saldırının varlığını idrak etmelerindeki en birincil mihenk taşı, hakikatin aranıyor olması gerçeğidir. Hakikat, gerek içinde yaşanan âlemde, gerekse nefislerden hareketle görülebilir. İçinde yaşanan âlemden maksat evreni/kâinatı bilim, ilim ve fen açısından anlamaktır. İç âlemde ise nefse takılı olan benlik/ego/ene ile yol almaktır. Her iki âlemde de ortak payda, insanın aciz ve zayıf bir canlı olarak küçücük aklı ile her şeyi “kıyas” ederek idrak etmesi gerektiğidir.
Evreni/kâinatı anlarken “kıyas” olarak kullanılacak ölçü/kader madde iç âlemden hareketle her şeyi idrak ederken, kullanılacak olan kıyas ölçüsü ise enedir. Bu, maddenin “kıyas” olarak kullanılarak hakikate erişilmesi ve bilimin hakikat boyutunun anlaşılmasını gerektiriyor. Bilimin ayak izi, maddenin gezdiği yerde gizlidir.
Hakikat ve boyut hakkında
“Kıyas” olarak kullanılacak olan madde, değişmeyen ezelî ilke, âlemin ilk maddesi, canlıların maddî yapıtaşları gibi anlamlara gelen bütün özellikleri içeren atom ve atom altı parçacıklara atıf yapar. En azından buradan hareketle bilimin hakikat boyutuna odaklanmak gerekir.
Kâinatın/evrenin veya olayların sadece bir bölümünü konu olarak seçen, deney, teori veya gözleme dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgiler topluluğu bilimdir. Mecazın karşıtı, gerçek olan, sabit ve doğru olmak gibi anlamlara gelip Hakk kökünden türemiş terime de “hakikat” denir.
İsim olarak “boyut”, bir cisme ait uzunluğun, derinliğin ve genişliğin ifade ettiği kavramlar bütününe denir. Mecaz olaraksa “durum, içerik, derinlik, genişlik, büyüklük ve kapsam” gibi anlamlara gelir. Diğer bir ifadeyle bir şeyin bir özelliği gibi düşünülebilir.
Bilim; akıl, hilm, eleştiri, güncel teknolojiler ve bireyin hayâl/idrak güçleri ile yapılabilir. Bu yönü ile bilim, aklın gözüdür. Hakikate ise sözün özü olarak bilim, ilim, irfan ve hikmet katmanlarını geçerek erişilebilir.
Bilim ve hakikatin çerçevesini bu limitte çizmek gerekir. Bilim fen ve sosyal alanlar olarak iki ana omurgaya ayrıldığında, her bir alan kum saatinin bir kısmını oluşturacak şekilde tasavvur edilebilir. Matematik ve kimya ile başlayıp fizik ile tamamlanan birinci kısım ile felsefe ve sosyoloji ile başlayıp hayat anlayışıyla nihayete eren diğer kısım, birbirini tamamlar. Bilimi bu çerçevede görmek gerekir.
İlim bir şeyi gerçek yönü ile kavramak, nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması gibi anlamlara gelir. Bu kesitten görülen ışıkla ilmi “her şeyi ve her hâdiseyi müşahede ediyor gibi bilmek”, Yüce Yaratıcı’nın Alîm, Habîr, Şehîd, Hâfız, Muhsî ve Vâsi gibi isimlerle ifade edildiğine ulaştıran aşikâr bir sır gibi anlamaktır. İlim çizgisinin üzerinde yürüyen irfan (marifet), Yüce Yaratıcı’yı sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında manevî/metafizik boyut da katarak bilmenin özüdür. Bu kuşakta merak ilmin hocasıyken, marifet ise iltifata tâbidir. Bunun yokluğunun acısını yaşıyoruz ve bu nedenle başımız dertten kurtulmuyor.
Hikmet, irfan diliminde ilmin işleri gereği gibi sağlam/kusursuz yapılmayı, mânâları idrak ederek en değerli varlıkları en üstün bilgiyle bilmeyi, insanın gücü ölçüsünde nesnelerin mahiyetini/özünü/hakikatlerini görmeyi ve ilim-amel bütünlüğü gibi perdesiz görmeyi amaçlamaktır. Hikmetin önceki asırlarda “fizik” anlamında kullanıldığını unutmadan, bilim, ilim ve irfan düzlemini kapsayabildiğini de belirtmek gerekir.
Genel anlamda gözle görülebilir olayları makro, görülemeyenleri mikro ölçekte değerlendirmek yanlış olmaz. Bu sınırın nanometre ölçeğinde görülüyor olması, maddenin özelliklerinin mikro ölçekte değiştiğinin delilidir. Atomun da tam bu ölçeğin hemen altında yer alması manidardır. Gerek makro, gerekse mikro âlemde bütün maddelerin bütün özelliklerini taşıyan en küçük yapının atom olarak “kıyas” ölçüsü olmasını burada hatırlamak gerekir. Bu özelliği ile parçacık, nokta, cevher ve atom, aynı anlamda kullanılmaktadır.
Diğer bir ifadeyle evren, fil, kuş ve atomun yerine kukla ve temsilî olarak parçacık/nokta kullanılması, “kıyas” ve “bilimsel veri” için doğru bir izdir. Bu yönüyle fizik evrenin (âlem-i şuhud) “kıyas” maddesi ile makro ve mikro dünyaların vekili hükmünde olması, bilimsel bir yöntemdir. Metafizik evrenin (âlem-i gayb) “kıyas” ve temsilî olarak benlik/ego/ene ile aynı düzlemde yer alması da buradan açıklanır.
1900’lü yıllara kadar olaylar makro görünürde mekanik, elektromanyetizma, termodinamik ve optik ile açıklanırken mikro âlemlerde manyetik rezonans, röntgen, ultrason ve sensörler gibi binlerce olayın canlılığı ortaya çıktı. Bunların sayıları şimdilerde hatırda tutulmayacak kadar çoğalarak dijital teknoloji, nanoteknoloji ve yapay zekâ gündeme oturdu. Bunu madde ile insanın iletişiminin/konuşmasının bir neticesi olarak görmek gerekir.
Makro düzlemde eylemsizlik, dinamik ve etki-tepki durumları olayların anlaşılmasına en azından bilim açısından yardımcı olur. Mikro düzlemde ise bir olay en geniş karmaşık sayılar kümesinde dalga fonksiyonu ile ifade edilir. Mikro ölçekte ölçülebilen ve gözlenebilen durumlar normalizasyon durumları ile sıfır (0) ile bir (1) arsında bütün durumlara karşılık gelme olasılıklarını verir. Makro düzlemde eylemsizlik, dinamik ve etki-tepki kavramlar dalalete dalmış ve gazaba uğramış olanlar tarafından maksatlı olarak saptırılmaktadır. Bu kavramlar sebep-sonuç ilişkisi, nedensellik, maddenin ezelî fikri, süreklilik, nicelik ve bireyin hiçleştirilmesi şeklinde bilimin arkasına sığınarak nimet verilenlere karşı şiddetli bir saldırı aracı olarak kullanılıyor.
Mikro ölçekteki olaylar bilinenleri tersyüz etti. Modern atom kavramıyla niceliğin yerini nitelik aldı. Hiçleştirilen bireyin yerine devletin yaşaması için esas unsur olarak insan ve liyakat konuldu. Toplumun esasını ve özünü bireyin oluşturduğu idrak edilmiştir. Kuantumun keşfiyle sürekliliğin makamını kesiklilik doldurdu. İki zıt yüklü parçacığın birleşerek enerjiye dönüşüp sebep-sonuç ilişkisinin her zaman geçerli olmadığı da ortaya çıktı. Büyük Patlama (Big Bang) ve diğer yaklaşımlarla maddenin ezelî olduğu fikri yok oldu. Manyetik rezonansın atom çekirdeğindeki çıkışıyla nedensellik çöktü. Işık tanesi fotonun çift yarıktan aynı anda geçebilmesi, aynı anda iki yerde olabilmesi ve bir engel karşısında hem geri yansıyıp hem engele nüfuz etmesinin anlaşılmasıyla determinizm çökmüştür.
Neden fikrî iktidar olunamıyor?
Böylece Batı’nın idrak güçleri bizzat mikro ölçekteki kuantum bilimiyle yerle yeksan olmuştur. Hâl böyleyken, bazı bilim insanlarının eski fikirlerinde sabit kalmaları bilimsel bir sonuç değil, kasıtlı bir tercihtir. Yahudi bir hahamın Gazzeliler için “Sen onları öldürmezsen onlar seni öldürecekler” görüşü tam anlamıyla makro ölçekte toplumu yönlendirmek için eski bir fikir olan nedensellik ve etki-tepki düşüncesinin yanlış yorumlanmasındandır. Zira makro ölçekte mantık, ölçü ve birim gibi kavramlar varken böyle sapmaların olması kasıtlıdır.
Yüce Yaratıcı’yı evrenin ilk yaratıcısı olarak gören Newton’un bu asırdaki temsilcisi Hawking, “Bir yaratıcıya gerek var mı?” diyerek saf zihinleri bulandırdı. Kimse bunlara laf etmedi. Türkiye’de biri çıkıp mikro âlemlerden hareketle bir şey söylese, bütün dünya ayağa kalkıyor. Öyle bir cenderenin içerisindeyiz ki yanlışa direkt olarak karşı çıkılamıyor ve bu nedenle matris mantığında fikrî iktidar olunamıyor. Çünkü bilim bugün Batı’nın otağında konaklıyor; yitik mal bilinip de ona sahip çıkılamıyor.
Newton ve Hawking gibilerin aksine kuantumu keşfeden Max Planck, madde-ışık arasında bağlantı kuran Luis de Broglie ve belirsizliğin kitabını yazan Heisenberg gibi bilim insanları ikincil plânda kalıyorlar. Çünkü Max Planck, “Bilimin bittiği yerde teoloji kapısı insanın karşısına çıkar; burada inanıp inanmamak tercihi devreye girer” diyordu. Luis de Broglie ise, “Işık duran dalgalardan oluşur ve maddelere de birer dalga eşlik eder” ifadesini sarf ediyordu. Bütün bilimler “Evren duran dalgalardan meydana gelmiş denizdir” sözünü çağlar ötesinden ifade eden Hazreti Muhammed’in (sav) izini gizleyemiyor.
Bu tür söylemler dalalete dalmış ve gazaba uğramış olanların hoşuna gitmiyor. Bunun en büyük delili olarak kuantumun keşfine Max Planck’tan sonra destek veren Einstein örnek verilebilir. Einstein kuntumun keşfine katkı sağlayıp Nobel Ödülü almasına rağmen Newtoncu dünya görüşünü savunuyordu ki bu, bilim camiasının düşünmesi gereken önemli bir konudur.
Kâinat/evren; metafizik âlemden (âlem-i gayb) fizik âleme (âlem-i şuhud) geçişte şimdiki anlamıyla Büyük Patlama (Big Bang) ile anlaşılmaya çalışılan “Kûn feyekûn” ifadesinin okunması gereken eşsiz bir hakikat boyutudur. Okumanın ilk adımlarından biri hiç şüphesiz akılsız akılların takıldığı sebep-sonuç ve determinizm gibi şirk içerikli söylemlerden arınmış bir şekilde, flû algıdan ırak ve pak olarak şiarı gerekli kılıyor.
Herhangi güzel bir oluşum, netice, ürün ve meyvede sebeplerin sonucunu yani ürünü yapma ve inşâ etme gücünden bahsedilemez. Zira sebeplerin bizzat kendileri de ya sonradan olmakta ya da netice/ürün ile birlikte gösterilmektedir. Diğer bir ifadeyle, güzel sonuçların aciz ve sonradan olmuş sebeplerin tesiri ile olması imkânsız ve akıldan uzaktır.
Hakikate çıkan hikmet/fizik yolları
Sebepler-sonuçlar bilimsel verilerin bir adım ötesinde ilim, irfan ve hikmet basamaklarından sonra erişilen hakikate işaret ediyor. İnsanı şüpheye düşürense sebepler ile sonuçların aynı oluktan birlikte akıtılmasıdır. Ki bu da en büyük ve modern insanın imtihanıdır. Zira sonradan olanların (sebep ve sonuç gibi) yaratıcı olması mümkün olmadığından, doğrudan görülen işaret El-Hayy-u Kayyûm oluyor.
Bilimsel bir iş ile başlayıp ilim ve hikmet düzleminde neticelenen hakikî bir şeyin gerçek mahiyetiyle bilinmesi, hakikatinin idrak edilmesi, her şeyi bilen bir Alîm’e işarettir. Gerek duyular âlemine, gerekse duyu ötesine ait bütün nesne ve olayların bilinmesinin gerekliliği Kādir, Mürîd, Hakîm, Muhyî ve Alîm bir özneye çıkıyor.
Aynı oluktan birlikte akıtılan sebep-sonuç, ölçü ile yapılan işler, doğru çizilmiş plânlar, neticenin kıymetinin bilinmesi, âciz olmayan, aklen imkân dâhilinde bulunup muhal statüsüne girmeyen her şeye kayıtsız ve şartsız gücü yeten Kadîr/Kādir bir hakikate ait oluyor.
Tabiatın işleyişi, sosyal hayatın işleyişi ve insan ihtiyaçlarının tedariki için sebep-sonuç, nedensellik, maddenin ezelî fikri, süreklilik, nicelik ve bireyin hiçleştirilmesi gibi hatlarda kanunların yürütülmesi “her şeye muktedir” düzlemine erişen bir hakikat. Ancak Kadîr/Kādir penceresinden görülüyor bu. Ayrıca bilimin hakikat boyutuna giden yolda kararlı ve sağlam bir irade ortaya konulması şeklinde Mürîd bir gerçeğe de yol çıkıyor.
Tabiat ve sosyal olaylarda bilimsel işlerin neticesindeki elde kalan ürünlerin hakikatinde yok oluş, çürüme ve bitişlerin hepsi, iyileştirmek amacıyla menetmek, düzeltmek, hükmetmek tahdında görülür. Zira bir tohum toprak altında çürüdüğünde filiz hakikatini meyve verir. İnsan odaklı olaylarda nefsanî arzulardan alıkoyan, düşünce istikametine ve davranış selâmetine sahip bulunan Hakîm bir hakikate yol gider.
Makro düzlemdeki sebep-sonuç ilişkisi her daim uyulması gereken zorunlu yatay bilimsel kanunlar olmadığından, mutlak olarak bilimsel yollar; ilim, irfân ve hikmet şeklinde dikey hakikat yasalarıdır. Bunlar rahmet ve hikmet gibi hakikat kanunlarıyla birbirlerine bağlı olup değişmez kurallar halkasıdırlar. Mutlak bilimin hakikati ürünlerin/eserin üzerindeki fiilden isme ve Zât’a gidilen imzalar silsilesi olarak görülür.
Tabiat ve sosyal olaylardaki sebepler bir işin neticelenmesinde görevli olmalarıyla birer sebep-sonuç ürünü olduklarını göstermezler. Burada emir ve kuvvetle iş görüldüğü ve bir eser olduğundan yağmur vasıtasıyla topraktan her türlü bitki ve besinin çıkartılması gibi ihrâc eksenli Muhyî bir hakikat vardır.
Evrenin merkezinde insanın olması bazı kişilere ağır gelebilir. Zira bir yerde merkez olmak, dikkatlerin üzerine çekilmesine neden olur. Neticede sorumluluk insanın omuzlarına bineceğinden bu hem kolay, hem zordur. Kolay tarafı emaneti ehline ve sahibine lâyığınca teslim edip vazifenin yapılmasının gerekliliğidir. Aksi durumda ruh, beden ve nefisten oluşan en donanımlı canlı olan insan, nefsin içindeki parmaklıklar ardında benliğin kölesi olur. Dış beden olarak ruh, iç beden olan vücutta sıkışıp kalır. Diğer bir ifadeyle, kim olduğunu unutmaya başlayan makro ölçek ilkelerine ulûhiyet atfeden modern insan, yaktığı ateşte kendisini de yakmaya başlamıştır.
Mevcut bilgilere ve tarihî sürece bakıldığında bilinen evrenin/kâinatın bir başlangıcı olduğu genel kabuldür. Öncesi için âlem-i gayb (metafizik) sonrası için âlem-i şuhud (fizik) şeklinde adlandırılması da makbul çizgidir. Metafizik olarak atfedilen yer, mutlak hakikatler diyarı olan âlem-i gaybdır. Buranın sonradan olan evren ile doğrudan kıyaslanması hatalar içerebilir. Madde ve benlik ile kıyaslanarak idrak edilmesi gereken mutlak hakikatler diyarının bilimsel verilerden merdiven basamaklarıyla ilim, irfan ve hikmet izinde çıplak olarak aşikâr edilmesi gerekir. Aksi durumlarda çıkmaz sokağa girilir.
Mevcut evrende (âlem-i şuhud/şahadet) hakikatlerin kanunları ve hakikatlerin tecellileri haykırıyor. Bu öyle bir kanun ve tecelli ki daimî bir yaratılışın parlaklığı ortalığa hâkim oluyor. Âlem-i şehadet/şuhud (fizik evren) bütün varlığıyla âlem-i gayba (metafizik evren) işaret ederken, mutlak hakikatler diyarı olan âlem-i gayb ise âlem-i şahadetin öncesi ve sonrasındaki bütün alanı kapsayan koskoca bir hakikatler ummanına boşalıyor.
Âlem-i şahadetin son evresi yaşanırken, sebepler perdesinin gece ile gündüzü ayırt ettiğine şahit oluyoruz. Âlem-i gayb bütün yokluğu ve varlığı kuşatmış bir şekilde, varlığın yokluğa tercih edildiği gülistanda lâhût âlemden ceberut ve melekût âleme evirilmiştir. Âlem-i ceberut ise teayyün-ü evvel ve teayyün-ü sani olarak şekillendirilmiştir. Âlem-i melekût, âlem-i ervah ve âlem-i misâl olarak vücut bulmuştur. Batı medeniyeti bu tür âlemlerin idrakinden yoksun olduğundan, kendisi ateşe düştüğü gibi âlem-i cihanı da ateşe atmak istemektedir.
Kişi bilmediği şeyin düşmanı olduğundan, bunun yansıması olan Batı medeniyeti, âlem-i gayb hakkında cahil olup fizik evren haricinde ne varsa ona düşmandır. Fizik evren bilim perdesini “sebepler perdesi” şeklinde algıladığından, perdenin gerisinde ne olduğu hakkında akıl yürütmenin künhüne vâkıf değildir. Bu yok oluş sadece o insanların fikir dünyalarındadır. Gerçekte mutlak mânâda Alîm, Habîr, Şehîd, Hâfız, Muhsî, Vâsi, Kadîr/Kādir, Mürîd, Hakîm ve Muhyî hakikati vardır. İşte bilimin hakikat boyutu budur!



