Bilimde ilerlemenin ilk şartı: Özgüven

Neden Arşimed’den, Newton’dan, Pascal’dan, Edison’dan, Pasteur’dan, Curry’den, Galileo’dan bizimkilere sıra gelmez, biliyor musunuz? Çünkü “Batı ileridir, dünyada ne buluş varsa onlar bulmuştur ve bizimkiler sarık sarmış, ancak namaz kılmış, tesbih çekmişlerdir” onlara göre. “Bunu da siz buldunuz” dedikleri vakit, bir evlâdımızın, “Ben de bir şeyler bulmalıyım” demesinden korkmuşlardır hep. “Aman siz oturun, suya sabuna dokunmayın!” demişlerdir yıllarca bilinçaltımıza.

İSLÂM ve bilim… İslâm ve terakki/ilerleme… İslâm ve teknoloji…

Yıllarca bu terimler kasıtlı olarak birbirine düşmanmış gibi kafalara sokulmaya çalışıldı. “Çağdaş-çağdışı”, “bilimsel-dogma”, “yobaz-modern”, “aydın-örümcek kafalı” ve daha nice kelime için, yan yana getirildiğinde insanların kafalarında farklı anlamların çağrışım yapması için tüm sa’y ü gayret seferber edildi.

Rahmetli Timurtaş Uçar’ın gençlik yıllarımızda dinlediğimiz vaazlarında, “Eğer çağdaş, çağdışı, yobaz gibi kelimeleri konuşan birisini duyarsanız, onun kastettiği İslâm’dır” derdi. Evet, yıllarca bu kelimelerle inançlarımıza savaş açtılar. Onlara göre “dogmasal” veya “dogma” dedikleri şeylerden kasıt, vahiy ve vahye dayalı her şeydi. Yani Kur’ân’dı. İnançsızlık, “aydınlık” kelimesinin karşılığıydı. “Modern ve çağdaş” kelimelerine ekledikleri “özgür insan” ile kastettikleriyse, hiçbir ahlâkî ölçüyü kabul etmeyen, dilediği gibi hayat süren insandı. Çünkü onları kendi emellerinde kullanmak kolaydı. Hem maddî, hem de şehevî arzularına râm edecekleri insan profili böyle olmalıydı. “Allah, ahlâk, namus, onur” gibi her kelime, terakkiye mâni olan, modern insanın gündeminde olmayan, eskilerin uydurduğu birtakım hurafelerdendi.

Bir de kendilerine dayanak buldular: Karl Marx ait, “Din, halkın afyonudur” sözü… Bu sözü daha sonra irdeleyeceğiz ama ağızlarına sakız ettikleri bir diğer söz de Ernest Renan’ın, “İslâm terakkiye mânidir” sözüydü. (Bu adama karşı tarihimizde Namık Kemal’in meşhur bir reddiyesi vardır.)

Bu cephe öyle saldırıyordu ki tüm geri kalmışlıkların ve yenilgilerin faturası bir anda İslâm ve Müslümanlara kesilivermişti. Üzerimize çullanan Haçlı güruhunun, vatanın harîm-i ismeti sayılan Anadolu’nun kalbine yaptıkları tecavüz ve işgaller bir anda unutulmuştu. İngiliz, Rus, İtalyan, Fransız ve harp sonrası her şeye burnunu sokan Amerika’nın tüm faaliyetleri Yunan örtüsü ile örtülmüş, düşman sadece bu baldırı çıplak Batı’nın fino köpeği şımarık ülkeye indirgenivermişti. Zira “ağababalar” denilen bu efendiler, yarı gizli ve yarı açık anlaşmalarla alacaklarını alıp sessizce çekip gitmiş, Anadolu’nun içlerine kadar sürdükleri, hattâ Anadolu tâbiriyle üzerimize kişkirdikleri dünkü uşak Yunan ile bizi bir kavgaya tutuşturmuşlardı.

Yunan denize döküldü ve kavga bitti. Yeni devlet kuruldu, yeni anlaşmalar yapıldı. Ancak geride eli, kolu, bacağı, başı, gözü, kulağı budanmış ve baştanbaşa yakılıp yıkılmış, harap edilmiş, el kadar bir Anadolu bıraktılar. Buna râzı olduk. Mîsak-ı Millî’den bile vazgeçtik. Sonra bir anda tek ulusal düşmanımız Yunan oluverdi ve bizi işgal eden, koca bir imparatorluğu parça parça edip yağmalayan, sömürgelerine yeni sömürgeler ekleyen ağababalar unutuldu. Yok, unutulmadı; cellâdına âşık olan idamlıklar gibi kurtarıcımız oldular. Neden? Cehâletten, geri kalmışlıktan, karanlıktan… Çünkü bizim iki düşmanımız vardı: Biri maddî düşman olarak Yunan, diğeri mânevî düşman olarak İslâm(!)…

Çok geçmeden Yunanla da dost oluverdiler. Venizelos ile sarmaş dolaş olduk, eşlerimiz koluna bile girip pozlar verdi. 1930’lu yıllarda başlayan sahte Türk-Yunan barışının bozulmaması için Yunan zulmünü anlatan kitaplar “yasak” konumuna getirildi. Hattâ Ermenilerin Doğu ve Güney Anadolu’da yaptığı mezalimler unutulup “Hepimiz Ermeniyiz” diye sokaklara bile döküldük. 1915 Tehciri için özür diler olduk. Yıllardır “Biz katliam yapmadık” diye kendimizi savunaduralım, uyanığın birisi “Yaptık” dedi ve Nobel Edebiyat Ödülünü kapıverdi.

Modernleşme ve çağdaşlaşma adına bu düşmanlardan kurtulmak için bir dizi devrimle işe başladık. Dün vatanımızı çiğneyen ayakların çizmesinden başındaki serpuşuna kadar her şeyini aldık. Kanunlarını, mevzuatlarını, “Bize uyar mı, uymaz mı?” demeden aldık ve “Uymasa da uydururuz” dedik. Avrupa’nın salonlarında, balolarında arz-ı endâm edip dans eden, kadeh tokuşturan mutlu azınlığımızın şekline şemailine bakanlar Avrupalı olduğumuzu sandılar mı bilinmez, ama Anadolu insanı, kıt kanaat geçinmek adına hâlâ yoklukla savaş veriyordu. Gerçi günden güne kılık kıyafetler düzelmişti de, peki, o elbiselerin içindeki bedenler, o şapkaların altındaki kafalar geri kalmışlıktan kurtulmuş muydu?

Oysa bir zamanlar, hem de asırlarca medeniyet, bilim, sanat denilince ilk akla gelen isimler, Müslümandı. Batı, “Orta Çağ” denilen o dönemde karanlıklar içinde debelenirken, Orta Çağ, İslâm’ın ve Müslümanların altın çağı idi. Batılıların rüyalarını Doğu’daki Müslüman beldelerin refahı, zenginliği, huzuru süslüyordu. O dönemde bu medeniyeti yıkmak için saldırıya geçen Batılı hükümdarlardan din adamlarına kadar yoksul halka vaat ettikleri tek şey, Doğu’nun bitmek tükenmek bilmeyen hazîneleri idi. Sırf bu hayâllere kapılan bir sürü serseri, “Haçlı Seferleri” adı altında İslâm memleketlerine saldırdı.

Sonunda, baktılar olmuyor, bizi incelediler ve sorunun kendi muharref dinlerinde ve ondan neşet eden anlayışlarında olduğunu, bu muharref din üzerinden halka hükümranlık kuran Kilise ve onların kuklası olan “soylu” dedikleri soysuzların da bunun başlıca aktörleri olduğunu anladılar. Tabiî kendi içlerinde müthiş bir mücadeleye giriştiler ve kazandılar. İnsana tapmayı salık veren çürük ve çarpık bir anlayış, elbette her türlü ilerlemenin önünde engeldi. Batı ve Batılı, Rönesans ve Reform hareketleri ile bugünlere geldi. İşte tam da merhum Fuat Sezgin’in “Batı Medeniyeti, İslâm Medeniyeti’nin çocuğudur” sözü ne kadar da haklı değil mi?

İslâm, tekâmülü olmayan terakkiye mânidir!

Rönesans ve Reform sayesinde bugün ileri görülen Batı Medeniyeti’nin kökeninde yine de çarpık Hıristiyan anlayışı vardır. Bu medeniyetin aslı, ne yaparsanız yapın, yok etmeye, sömürmeye odaklıdır. Çünkü İlâhî bağları koparıldığı için dünyevîdir. İşte bu dünyevilik, onlara bugüne değin kazandıkları teknik ilerlemeyi insanlığın hayrına değil, maalesef yine onu sömürmeye, yok etmeye yöneliktir. Düşünün, bir kez atomu parçalıyorsunuz ve ortaya çıkan enerjiyi ilk önce insanları yok etmek için kullanıyorsunuz… Hiroşima ve Nagazaki’de binlerce Japon’u yok ediyor ve sözde çevreci söylemlere sahipsiniz ama bu bombaların yerlerinde hâlâ ot bile bitmiyor.

Şimdi sormak lâzım: Özlediğiniz terakki, ilerleme bu mudur? “Medeniyet” dediğiniz bu mudur? İşte bu terakki anlayışının yanında İslâm’ı bulamazsınız! Sömürü ve yok etme fiillerinin terakki sayıldığı yerde İslâm yoktur. Daha doğrusu, tam da bu söylem ve eylemlerin tam karşısında İslâm vardır. Dücane Cündioğlu’nun da dediği gibi, “kastınız bu tür terakki ise, İslâm böyle terakkiye karşıdır” efendim!

Hollandalıların ve İspanyolların Amerika kıtasında, Fransızların Cezayir’de, topyekûn Batı’nın Afrika kıtasında, Amerika’nın Irak ve Filistin’de, Rusların Orta Asya Türk coğrafyasında, Afganistan’da, Ermenilerin Anadolu’da, Hocalı’da, Karabağ’da, İsrail’in Filistin’de, Sırpların Bosna’da, Budistlerin Myanmar’da, Arakan’da, Hinduların Hindistan’da yaptıkları katliamları görmeden medeniyet üzerine konuşamazsınız! Kitle imha silahlarının mucidi olmak, sizi medenî yapmaz. Eğer medeniyet buysa, o zaman o medeniyetin sembolü çakallar, akbabalar, leş kargaları olmalıdır. İşte bu medeniyet anlayışının düşmanı İslâm’dır!


Din afyon mudur?

Şimdi, yazımızın başında dile getirdiğimiz, Marx’ın “Din afyondur” sözüne dönebiliriz…

Abdurrahman Dilipak, 16 Mart 2017 tarihli Akit gazetesindeki yazısında tam da bu konuyu işler. Onun, Karl Marx’ın 1843 yılında kaleme aldığı bir makalesinde kullandığı “Din, halkın afyonudur” sözünün Almancası olan “Die religion ist das opium des volkes” ifadesinden yola çıkarak yaptığı açıklamalar şöyle:

“Marks, ‘ed-din’den söz etmiyor. ‘Religion’dan söz ediyor. ‘Opium’ dediği, afyon… O zaman ‘eroin’ denmiyor. ‘Volkes’, halk. O günkü ‘halk’, bugünkü ‘demos’ değil, ‘avam’. Demos, eski Yunan’da ayak takımı, baldırı çıplaklardan oluşan halkı ifade eder. Folks ise, aynı yerde yaşayanlar, ev halkı, insanlar, arkadaşlar, bir şekilde yakınlık kuran insan topluluğu gibi bir anlam taşıyor.

Religion din değil, din yerine ikâme edilen sentetik, Tanrı adına hareket ettiğini söyleyenlerin Tanrı’ya şükran sunmak için örgütledikleri ritüel ve seremonilerden oluşan bir inanç sistemini ifade etmektedir. Dolayısı ile bu sözle İslâm’ı ilişkilendirmek mümkün değildir. Bu sözü söyleyen kişi, Yahudi geleneğinden gelen ve Almanya, İngiltere gibi Batılı ülkelerde Hıristiyan Katolizm’e karşı Protestan gelenek içinde yaşayan biridir. Muhtemelen de Katolik düşüncesi yanından Luther ve Evangelik gelenek yanında kapitalizmin doğuşunda önemli bir rol oynayan Hollanda’daki Kalvinizm’i de bilen bir kişi idi.

Yine aydınlanma düşüncesi, lâiklik tartışmalarının yabancısı değildi. Yani Marks’ın İslâm hakkında derinlemesine bir bilgiye sahip olması çok mümkün değil. ‘Opium’, o zaman bir parfüm markası değildi. Ve eroin yasak da değildi. Ağrı kesici, keyif verici, acıları unutturan, hayâlî bir kahramanlık ve mutluluk veren bir ‘illüzyon’dan söz ediliyordu. Yani İngiltere’de o yıllarda Opium biliniyordu ve yasak değildi. Marks’ın eleştirdiği ‘aldatıcı bir mutluluk’ ve hastalığın sebebini ortadan kaldırmadan ağrının duyulmasının önlenmesi ise, ‘tedavi değil, hastalığın geçiştirilmesi’ anlamına geliyordu.

Bana şu yorum daha gerçekçi geliyor: ‘Din içinde çekilen ıstırap, aynı zamanda, gerçekte çekilen ıstırabın bir ifadesi ve gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, baskı altında ezilen yaratığın iç çekişidir; kalpsiz bir dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın afyonudur. Bundan ne anlayacağız?

Bir kere, içinde yaşadığımız koşullarda dinin açıklanabilir, somut temelleri olan bir ihtiyaç olduğunu anlamak gerekiyor. Ve sonuçta Marksistler kendi inkârlarını dinleştirdiler. Prezidyum kendini lâ-yüs’el, dokunulmaz, mutlak ilân etti. Artık onlar, Marksizmin azizleri ve rûhânîleri idiler. Ve Marks yeni bir peygamber; Marksizm, dine karşı bir dindi. Halk temsilcileri ise rûhânî birer kimlik kazanarak ilâh ve rab olmuşlardı.

Galû:Belâ’da kaybeden şeytan, konjonktürel olarak yine kazandı. Bazı Marksistler zaman içinde gerçekten dine ve dindarlara karşı savaş açtılar. Dini yok edeceklerini sandılar…”

Sanırım mesele anlaşılmıştır…

Unutturulan Müslüman âlimler

Evet, kavramları neresinden kavradığınız, ona hangi açıdan baktığınız önemlidir. İçi boşaltılan kavramlar sizi yanlış yollara götürür ve hiçbir zaman hedefe ulaştırmaz. Dilipak’ın yazısında belirttiği yeni din anlayışı maalesef yine Batılıların icat ettiği, bize damar yolundan şifâ bâbından zerk edilen çürük bir anlayıştır. İslâm dini Kur’ân ve Sünnet gibi iki asıl kaynak ile var olmuştur. Yıllarca bu iki kaynak üzerinde kafa yorulmuş, yorumlar yapılmış, bir hayat tarzı benimsenmiştir. Batı, Doğu’yu keşfettiğinde bu gerçeği de gördü. Aradaki fark çok büyüktü. Kendileri ilerlerken Doğu’nun önce yerinde sayması ve sonra da geri gitmesi gerekiyordu. Kolları sıvadılar ve bu yönde yoğunlaştılar. Yüzlerce yıl süren bu mücadele için akla hayâle gelmedik yollara başvurdular. Müslüman kılığında kendi adamlarını içimize soktular. Ezher gibi önemli ilim merkezlerinin içine sızdılar. Meselâ bugün Orta Doğu’da bulunan, sınırları cetvelle çizilmiş kukla devletlerin mimarı Sir Percy Cox, tam 10 yıl Kahire’de, El-Ezher Üniversitesinde Tefsir Kürsüsü Başkanlığı yaptı. Hattâ bir de Kur’ân tefsiri bile yazdı. Aslında adam İngiliz casusuydu. Lawrencelerin, Getrud Bellerin âmiri idi…

Buraya bir virgül kayalım isterseniz…

Batı bize sadece dinimizi öğretmeye kalkmadı. Tarihimizi de bize o öğretti. Ama çarpıtarak... Kadim tarihin bağrında anamızın ak sütü gibi duran çoğu sayfayı yırtarak... İstenen, bir hâfıza kaybı idi. Hâfızamızı kaybettirdiler. Nasıl mı? En başta alfabemizi değiştirip bir gecede ilim irfan dünyamızın ışıklarını söndürdüler. Binlerce eser sağır ve dilsiz bir şekilde tozlu raflara hapsedildi. Onlarca yıl onlara erişmek mümkün olmadı. Dede ile torun arasına, Çin Seddi’ne benzer duvarlar çekildi. Sözüm ona eğitim sistemimizi modernleştirmek adına müfredatımıza dahi müdahale ettiler. İçimizden devşirdikleri, Masonlaştırdıkları, adları Ahmet, Mehmet olan adamlarıyla plânlarını bir bir icra ettiler. Yani pirincin içindeki beyaz taşlarla…

İhanet damarları kesilen Ermeniler, Abdülhamid’e “Kızıl” dediler diye kitaplarımıza da Ulu Hakan hakkında “Kızıl Sultan” diye yazdılar. Ermeni ağzıyla atalarımıza sövdüler ve çocuklarımızı da sövdürdüler.

Yüzlerce yıl süren bu mücadele için akla hayâle gelmedik yollara başvurdular. Müslüman kılığında kendi adamlarını içimize soktular. Ezher gibi önemli ilim merkezlerinin içine sızdılar. 

Öğrencilik yıllarınızda dünyanın en büyük matematikçileri arasında cebir ilminin kurucusu, “sıfır” sayısının mucidi El-Harezmî (ö. 850) ismini duydunuz mu? Dört ve beş bilinmeyenli denklemlerin çözümünü bulan İbni Heysem (ö.1039) ve Hâzinî (ö.1155) ismini duydunuz mu? Astronomide Uluğ Bey’i, coğrafyada Ebû Zeyd Belhî’yi, denizcilik ve harita ilminde Pîrî Reis’i, Oruç Reis’i ne kadar öğrendiniz? Güneş ve Ay tutulmalarının zamanını belirleyen astronom Yahya Bin Ebû Mansûr’u (ö.830) hiç duymadık bile! Güneş’in kendi ekseninde döndüğünü bulan, Güneş tutulmasını tam olarak tespit eden, dünyanın yuvarlak olduğu hususunda yepyeni deliller getiren ve tüm bu çalışmaları nedeniyle Ay’daki bir kratere adı verilen Ferganî’yi (Alfraganos) (ö. 861) duyduk mu? Bundan tam bin yıl önce Güneş yılını “365 gün 5 saat 46 dakika 24 saniye” olarak ölçen Battanî’yi (ö. 929) anınca aklınıza battaniye mi geliyor?

“Hocam, bu kadar acımasız olma!” der gibisiniz. Tamam! İbni Sinâ’yı hep biliriz. Ama bir Avrupalı kadar bilir miyiz? Sanmam, zira onun kitapları Avrupa’daki tıp fakültelerinde yüzyıllardır ders kitabı olarak okutulmuş. Psikofizyoloji ilminin kurucusu El-Kindî’yi biliyor muyuz? Ya Fatih’in hocası Ak Şemseddin’in büyük bir tıp âlimi olduğunu? Meselâ onun Avrupa’da mikroptan ciddî anlamda ilk kez bahseden İtalyan Doktor Giroloma Fracastoro’dan 100 yıl önce, mikroskop gibi modern bilimin alet ve imkânlarını kullanarak ve uzun yıllar süren deney ve gözlemlerine dayanarak “mikrobu ilk bulan kişi” diye yıllar boyu propagandası yapılan Fransız kimyacısı ve biyoloji bilgini Louis Pasteur’den 400 yıl önce ve modern mikrobiyolojinin kurucusu olarak kabul edilen Alman Doktor Robert Koch’tan 450 yıl önce “Maddetu’l-Hayat” isimli eserinde mikrobu tanımlayan kişi olduğunu biliyor muyduk?

Tıp alanında dünyada ilk defa hemoroit, veba, mafsal veremi ve kanser gibi hastalıkların tariflerini yapan, yaşadığı zaman diliminde geliştirilen ilâçları kategorilere ayıran “Harezmî” ismini hiç duyduk mu? Müslüman kimyacılar Cabir Bin Hayyan (ö.776), Ebû Bekir er-Râzî (ö. 925), fizik ve optik alanında meşhur olan Müslüman bilginler İbnu’l-Heysem (ö.1039), tıp tarihinde anesteziyi kullanan ilk hekim Sabit Bin Kurrâ (ö. 901) ve Farâbî, İbni Sinâ, İbni Rüşd, Gazzâlî, Cezerî gibi isimlerle listeyi uzatmak mümkün…

Neden Arşimed’den, Newton’dan, Pascal’dan, Edison’dan, Pasteur’dan, Curry’den, Galileo’dan bizimkilere sıra gelmez, biliyor musunuz? Çünkü “Batı ileridir, dünyada ne buluş varsa onlar bulmuştur ve bizimkiler sarık sarmış, ancak namaz kılmış, tesbih çekmişlerdir” onlara göre. “Bunu da siz buldunuz” dedikleri vakit, bir evlâdımızın, “Ben de bir şeyler bulmalıyım” demesinden korkmuşlardır hep. “Aman siz oturun, suya sabuna dokunmayın!” demişlerdir yıllarca bilinçaltımıza. Alfabemiz bile “Yat Ali yat, uyu Ali uyu” diye başlıyordu!

Neslimizi bir uyku makinasında yoğuranlar hem tembelliği teşvik ettiler, hem de inançlarımızdan uzaklaştırdılar bizi. Kimliğimizi elimizden aldıkları için kişiliğimizi kaybettik. Özgüvenimiz yerle bir oldu. Hep “özgüven” diyoruz da, nedir bu özgüven acaba?

Melik Safi Duyar şöyle özetlemiş özgüveni: “Özgüven; kendine güven, kendini tanıma, kendine inanma ve öz saygı çerçevesinde inançlarına ve hayat felsefesine göre hareket etme cesaretidir. Kendine güven tanımı, kendine ve dünyaya karşı, kendine saygı duymaktan doğan cesur eylemlere yol açan olumlu bir duygudur.”

Şimdi bu tanıma Tanzimat sonrası Türkiye’yi getirip oturttuğunuzda ne demek istediğimizi anlayacaksınız. Bu hastalık yeni değildir. Bakınız, 1890’larda yazılmış Osmanlıca bir tarım kitabında müellif, daha kitabın önsözünde, “Avrupa tarımda bizden yüz sene ileridedir” diye yazmış. Bu bir tespittir ve doğrudur. O zaman yapılması gereken, çok çalışıp arayı kapatmaktır, değil mi? Bunun için teknoloji transferi yaparsınız, gerekli altyapı çalışmaları yaparsınız ve en azından aradaki mesafeyi daha aşağı çekersiniz. Ama müellif ikinci cümlede, “Bizim onlara yetişmemiz imkânsızdır” diyerek teslim bayrağını çekmiş. Sizse bu kitabı zamanın ziraat okullarında okutuyorsunuz, bunu okuyan öğrenci hep bu eziklikle yetişiyor, mühendis oluyor, sahaya çıkıyor ve yine aynı terane: “Biz yapamayız!” O zaman geri kalmayı kendinize meslek ediniyorsunuz. Bu müstemleke mantığıdır, sömürülmeye amâde olmanın psikolojisidir.

Duyar, “Özgüvenli olmak ne bir gurur veya kibirdir, ne de özgüvenli olmamak bir tevazu göstergesidir; bunları birbirine karıştırmamak lâzım” diyerek önemli bir hatâya da parmak basar. Bu tesbit de önemlidir. Demek ki özgüven ve kibir aynı olmadığı gibi, pısırıklık da tevazu değildir. Olaya “Kim kendini bildi, Rabbini bildi” düsturundan yaklaşırsak, kendine saygısı olan, kendini bilen kişinin karşısındakinin de insan olduğunu bilerek saygılı olacağını görürüz. Ama kendinin de bir şahsiyet sahibi olduğunu bildiği için, karşısındakine boyun büken değil, ona kayıtsız şartsız amâde olan kişi olmayacaktır. Şahsiyet sahibi her Müslüman, sadece Allah’ın önünde eğilir ve sadece O’na secde eder. Tıpkı Cumhurbaşkanımızın, “Biz hep dik durduk. Biz Allah’ın huzurunda rükûda ve secdede eğilmekten başka hiçbir beşerî gücün önünde eğilmedik” dediği gibi…


Söz madem Allah karşısında eğilmeye ve secdeye geldi, sizce dindar insanlarımız özgüven sahibi mi acaba? Maalesef dindarlarımıza da öyle bir din enjekte ettiler ki onlar bile anlamadı neyin ne olduğunu. Sahte şeyhlere, çakma Mehdilere boyun eğdiler, kula kulluk ettiler ama bu hareketlerini dinin gereği sandılar. Çünkü onları yetiştiren bu seküler sistem onları da pragmatist yaptı, dünyevîleştirdi. Onlar da maalesef Allah’ı camiye hapsettiler ve “Sen burada kal, hiçbir şeye karışma” dediler Rablerine. Zaten “İnandım” diyen kişilerin kimi yılda iki kez, kimi üç Cuma’da bir hatırladılar Allah’ı. İslâm’ın ahlâkıyla ahlâklanmadılar. Hem namaz kılıp hem faiz yemek, zina yapmak, kul hakkı yemek, yalan söylemek, insanları aldatmak, onlara zulmetmek olmaz, olamaz!

“Nasıl olsa tövbe ederiz, affolunur bu kusurlar” gibi bir anlayışa sığınmak, her hafta sonu kilisede papaza günah çıkarttıran Hıristiyanların âdeti değil midir? Ne kadar da benzemişiz değil mi bu adı batasıca Batı’ya! Oysa tövbe kapısı, bir daha o hatâyı işlemeyen ve gerçek anlamda pişman olup Nasuh tövbe sahipleri için açık değil midir?

Batı, altın çağımızda bizim tekâmül ile taçlandırdığımız terakkimize erişmek için çalışkanlığımızı, dürüstlüğümüzü, ahlâkımızı, kul hakkı hassasiyetimizi, işleri ehline vermemizi, işlerimizde istişâre ettiğimiz gibi hasletlerimizi almıştı. Meselâ sarığımızı, cübbemizi, fesimizi, ferâcemizi ve alfabemizi almadılar. Onlar libasa değil, libasın içindeki adamın adamlığına baktılar ve onu aldılar. Biz ise onların foterini, pantolonunu, kravatını, alfabesini, mayosunu, bikinisini, dansını aldık çağdaşlaşma adına. Hattâ hızımızı alamadık, dinlerini bile almaya kalktık. İnanmayanlar Kâzım Karabekir’in hatıralarına başvurabilirler. Mithat Paşa’nın Osmanlı sancağına bir de haç taktırdığı öteden beri söylenegelir. Peki, ilerledik mi? Hayır, aksine daha da geri gittik! Susturulduk, pusturulduk…

Bugün bize ne oldu da sesimiz çıkıyor?

Bugün sesimiz çıkıyor, elhamdülillah. Gönül ister ki, daha gür çıksın. Hattâ kaş göz ile idare edelim dünyayı. “Türkiye kızar, böyle yapmayalım” dedirtelim. İnşallah o günler de gelir!

Peki, ne oldu da bu konuma geldik?

Tek kelimeyle, “özümüze dönüyoruz”! Özgüven sahibi olduk. Çeke çeke yatağa bağladıkları hasta adam, artık kendisine verilen uyuşturucuları kabul etmiyor. Bu yüzden de kendine geliyor. Elindeki, kolundaki bağları tek tek söküp atıyor. Önce çağdaş, aydın gibi yaldızlı isimlerle başımıza belâ ettikleri devşirme ve Mason monşerlerden kurtulduk. Bunlar pirincin içindeki siyah taşlardı. Sonra baktık ki, bizim pirincin içindeki beyaz taşlar da dişimizi kırıyor. Onları da temizledik. Sonra bir de baktık ki, elimize kolumuza, dizimize gözümüze fer geldi. ASELSAN’da artık mühendislerimiz intihar süslü cinayetlerle öldürülmüyor. Bilim adamlarımız, kaza süsü verilen düşen uçaklarda öldürülemiyor. Zira pirincin beyaz taşları etkisiz hâle geldi.

Dün sadece sokak bebelerine maytap üreten füze sanayi, uzun menzilli füzeler yaparken kıtalar arası füze projelerini hayata geçirme derdinde. Parasını ödediğimiz ve proje ortağı olduğumuz F-35’ler verilmiyordu ya, hani Patriotlar sökülüp götürülmüştü ya, Amerikan İHA’ları ile gözlediğimiz teröristler arazide buhar olduktan sonra istihbaratı geliyordu ya, artık kendi SİHA’larımızla kendi göbeğimizi kendimiz kesiyoruz. Suriye’de, Libya’da, Karabağ’da bizim ürettiğimiz yeni nesil silahlar yedi düvele kök söktürüyor. Kim yaptı peki? İşte “Selçuk Bayraktar” isimli bir yiğit, kendi ekibiyle bunu başardı!

Doktorlarımız Korona aşısında sona yaklaştılar. Sismik gemilerimiz yeni enerji kaynakları tespit ederek göğsümüzü kabartıyorlar. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Dev uyandı!

Demek ki dinimiz İslâm, bunlara engel değilmiş. Terakki ve tekâmüle engel olan, aptalca Batı hayranlığı ve taklitçiliğidir. Tanzimat’tan beri reçete olarak sunulan Batılılaşma bizi köklerimizden koparmaktan, uyuşturmaktan, susturmaktan, pusturmaktan başka bir şeye yaramadı. Eğer bundan sonra daha sağlam adımlarla yolumuza devam etmek istiyorsak, “emanet, liyakat ve ehliyet” kurallarını hayatın her alanında uygulamalıyız. İşlerimizde istişâreye önem vermeliyiz. İstişâre ettiğimiz insanlarsa bilgili, tecrübeli, doğru sözlü, gerçekleri örtbas etmeyen, vatanperver, Allah’ını bilen, vicdan sahibi insanlar olmalı.

İşleri ehline vermeliyiz. “Bu benim adamım” diye birini bir yere getirdiğinizde, o da kendi adamlarını bulup getirir ve bu kısır döngü zincirleme devam edip gider. Ülkenin ve milletin işleri değil, birilerinin işleri görülür, onların menfaat gemileri yüzerken milletin gemisi her gün biraz daha su alır ve batmaya yüz tutar. Osmanlı’nın sonunu hazırlayan da rüşvet, iltimas, ehli olmayanların iş başına getirilmesi, entrikacılık gibi hastalıklar değil miydi?

İslâm’ı sarık, cübbe, tesbih, yatma kalkma, aç kalma, Arabistan’a seyahat etme olarak anlama hastalığından da kurtulmak zorundayız. Namazlarımız bizi kötülüklerden alıkoymalı, oruçlarımız nefsimizi dize getirmeli ve merhamet duygusunu kalbimizin her hücresine yerleştirmelidir. Haccımız dünyevîlikten ulvîliğe birer hicrete dönüşmelidir. Şeytan taşlarken en başta nefsimizi taşlamalıyız. Zikr-ü tesbihatımız ile kalplerimiz haşyetle ürpermeli ki her dem Allah’ın huzurunda olduğumuzu idrak edelim. İslâm’ın ahlâkı ile ahlâklanmalıyız ki insanlar bizim elimizden, dilimizden, işimizden ve muamelemizden emin olsunlar, bize güven duysunlar. Resûlullah Efendimizin yaşadığı gibi yaşamalıyız ki bizi görenler, bize imrensinler. Yoksa, “Falan gibi olacaksam hiç olmam” deyip de o kişinin hidâyetine mâni olmayalım.

Vatanımıza, milletimize ve dinimize ihanet etmeyelim. Günlük menfaatlerimiz uğruna ülke ve ümmetin menfaatlerini göz ardı etmeyelim. Artık şu gâvur seviciliği bırakalım! Özümüze dönelim, kendimiz olalım, özgüven sahibi olalım. İşte bunları gerçekleştirdiğimiz vakit, özlenen tekâmül ve terakki peşinden gelecektir!