Bilim insanları farklı ilah edinemezler

İnsanlara Yüce Yaratıcı’yı tanıtan; Kur’ân-ı Kerim, Hazreti Muhammed (sav) ve evrendir. Bu üçlüden biri olan kâinat kitabının lisanının dinlenmesi ve anlaşılması Bakara Sûresi’nde açıkça ve şiddetle dile getiriliyor.

MEVCUT evren içinde potansiyeli en yüksek düşünebilme, akledebilme ve irade sergileyebilme özelliği olan yegâne varlık insandır. Düşünebilme ve irade sergileyebilme nedeniyle karşısına çıkan yollardan herhangi birini tercih edebilmesi insanın elindedir.

Tercihi kendisinde olan insanoğlunun bu durumu, büyük mesuliyeti de beraberinde getiriyor. Ölümlü gerçek ile iç içe yaşayan insanın kalıcı olan gerçek ile yüzleşmesi ve hakikate erişmesi arzu edilen durumdur. Bu durum gerçekte çok kolayken, elinde bulunan tercih edebilme sırrı ve irade sergileme özelliği ile aklını karıştırdığında karîneli muğlaklığa revan olması sıklıkla yaşanabiliyor.

Puslu havadan sıyrılıp sadelik ve netliğe erişmenin yolu insana sunulanların sınanmasıyla mümkün oluyor. İnsanoğlunun sınandığı en şiddetli imtihanlar fakirlik, açlık, korku, can, mal, para ve makamdır.   

Bu deneme olayı Hazreti Âdem (as), Hazreti İbrahim (as), Hazreti Nuh (as), Hazreti Musa (as), Hazreti Muhammed (sav) ve günümüz dünyasında da olanca şiddetiyle devam ediyor. Para, mal ve makam ile denemeler her devirde olduğu gibi şimdiki hayatta da en şiddetli sınamalara öncülük ediyor. Günümüzde makam, para ve ürün hırsı gözleri kör, akılları işlemez ve kalpleri atmaz derecesinde prangaya vuruyor.   

İnsanlığın karşı karşıya kaldığı bu deneme en şiddetli ve birincil imtihanıdır. Görünürde mal, para, makam ve dünyalık işler olurken, temelde madde ile insan imtihan olunuyor. Madde açısından dağ başındaki bir insan ile üniversitenin tepesindeki insan aynı sorulara muhatap kılınıyor.

Bu durum günlük hayatın içinde ve insanların birbirlerine bakmasıyla sıradan olduğundan büyük bir yanılsamaya da neden oluyor. Bu yanılma, birbirini tekrar eden mükemmel olaylar silsilesinde de birbirini gösteriyor. Özellikle madde ve canlılık hayatını esas alan bilimsel veriler bir mükemmelliği gösterip bu durumun atfedildiği neden madde, tabiat ve evrim gibi yanılsamalara giderken, her daim Yüce Bir Yaratıcı’ya olan atıf/zikir sıklıkla unutuluyor. Bu iki durum arasındaki fark, ölümlü insanın tercihinin götüreceği yerin de belirleyicisidir.

Kur’ân, bilindiği üzere Son Dinin kitabıdır. Bu kitapta Fatiha’dan sonra Bakara Sûresi gelir. Burada anlatılan özeldeki bir durum, İsrailoğullarına kesmeleri emredilen sarı renkli bir sığır bahsidir. Hazreti Musa’nın (as) Rabbi ile görüşmek üzere dağa çıktığında kısa süre zarfında kavminin buzağıyı ilâh edinmesine atıf vardır. Hazreti Musa (as) kavmine, buzağıyı ilâh edinmekle kendilerine kötülük ettiklerini ifade eder.

Son Din ve Son Kitap olan Kur’ân, en uzun sûresinde böyle bir durumun sadece İsrailoğullarına ait olarak görülmesinin yanlışlığına da vurgu yapar. İsrailoğullarına ait olan bu olay, para, mal ve dünya düşkünü olan en birinci millet örnek verilerek genelde evrensel bir durumu gösterir. Kur’ân, her devirde her millete yeni inmiş gibi taze ve parlak hakikatler sunar. Bu yüzden Bakara Sûresi’ndeki buzağının kesilmesinin istenmesi bütün insanlık için bir taleptir. Para, makam, mal, mülk ve dünyalık ne varsa, bunların hepsinin aldatıcı olmaktan çıkarılması istenir.

Malûm olduğu üzere Allah (cc) sadece kendisine şirk koşulmasını affetmiyor. Sarı renkli, parlak tüylü, bakanların içini açan ve İsrâiloğullarının ilâh edindikleri buzağıyı hatırlatıyor. Altından yapılan metal bir inek, günümüze bakan yönüyle ve bütün insanlık tarihi boyunca maddî değeri olan para ve serveti temsil ediyor. Böyle bir durum her devirde insanları ayaklarından bataklığa çeken bir durum gibi duruyor.     

Konunun önemine binaen farklı bir pencereden daha olaya bakmakta yarar var: İngiltere’nin Londra şehrindeki British Müzesi’nde sergilenmekte olan ve kendisini ilâh ilân eden (İkinci Ramses olduğu söylenen) Firavun, bütün gücüyle Hazreti Musa’ya (as) saldırmıştı. Kızıldeniz’de öldü. Bunun üzerine Yûnus Sûresi’nde ifade edildiği üzere cesedi “ibretlik olması için” mumyalanmadan üç binyıl boyunca kaldı ve bir buçuk asır önce Süveyş Kanalı açılırken denizin kenarında bulunan küçük bir tepecikte bulundu.

Burada dikkat çeken birkaç nokta var. Ramses, torunları olan başta İngilizlere, sonra dünya makamına tapanlara ibretlik olarak gönderilmiştir. Para kazanmanın başka bir yolu olan Süveyş Kanalı açılırken bulunmuştur. Para, makam, mülk ve dünya malına tamah etmenin bir anlam ifade etmediğinin bir göstergesidir. Günümüzde de binyıllardır olduğu gibi bu pencereden değişen bir şey yok.

Özelde İsrailoğulları ve Firavun dönemi üzerinden ilâhlık iddiasının şiddetli bir şekilde anlatıldığı Bakara Sûresi, imtihanın dehşetini vurguluyor. Eski Mısır’dan sonra Eski Yunan ve modern Batı Medeniyeti’nin insanlığı sürüklediği nokta nazara verilmektedir. Ardından İslâm Medeniyeti’nin bir reçete olarak sunulması esas alınıyor. Mısır çölü, Nil nehri ile ayağa kalkarken, bu oluşumun aracısı olan “bakar” öne çıkıyor.


Bakara Sûresi’nden bakınca…

Bilindiği üzere denizlerde balıklar, karada bakar/sığır ve sevr/boğa/öküz, insan gıdasının önemli yapıtaşlarından biridir. Çölün sürülüp ekilip biçilmesinden sonra insanlığın temel gıda maddelerinin işlenmesinde en önemli araç olması nedeniyle bakar, balığa göre daha öne çıkıyor ve insanların sapıtıp ilâh edinme derecesine kadar kutsallaştırılabiliyor. Eski Mısır ve İsrailoğulları buna en büyük örnek olarak gösteriliyor.

Bilindiği üzere insan hayatının devam etmesinde gıdanın önemli bir yeri var. Bu nedenle bu konu özellikle pandemiden sonra tekrar gündemin başköşesine oturmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de bahsedilen küçük hâdiseler büyük düsturların ipuçlarıdır. Firavun’un tabiatperestliği, Hazreti Musa (as) vasıtasıyla kesilip öldürülmüştür. Böylece umum insanlığın aklına ibretlik bir ders olarak Bakara Sûresi bir reçete olarak sunulmuştur. 

Bakara Sûresi’nde Hazreti Âdem’in (as) bütün isimleri bildiğinden bahsedilmesi hâdisesi de yine bu minvâlde insanlara yol gösterici bir ipucudur. Düşünebilme, akledebilme ve irade sergileyebilme özelliği olan yegâne varlık olan insanın özel, seçilmiş ve evrene halife olmasının vurgulandığı açıktır. Sorumluluk büyük, iş ciddî. Bu nedenle Bakara Sûresi bu ciddî işin en birinci uyarıcısıdır. Amacı para, makam, mal ve kazanç türü niceliklerin artması olanlar, büyük risk altındadırlar.

Bakara Sûresi’nde Hazreti Âdem’in (as) isimleri bilmesi meselesinde Esma-i İlâhiyenin maksat olması akla uzak değildir. Bu vesile ile her asırda ve her insana işaret edilen bütün bilim/ilim ve fennin bir uygulaması olarak görülebilir. Bu durum bütün ilimlerin mihenk taşı olan insan ve insandaki iradeye bağlanmış görünüyor. “Emanet-i kübra” denilen büyük yükü hiçbir şey kabul etmezken insan kabul etmiştir. Bu nedenle insanların bu emanete zıt hareket etmeleri makbul bir durum değildir.

Bakara Sûresi’nde Hazreti Âdem (as) vasıtasıyla bütün insanlığın vazifeleri arasında gösterilen bilim/ilim ve fennin öğrenilmesi yoluyla Yüce Yaratıcı’nın bilinmesi zorunludur. Aksi durum insanın söz verip bu dünyada o sözü tutmayan yalancı durumuna düşmesi hâlinin yaşanacağını gösterir. Çünkü günlük hayatın bozulmasının tek nedeni vardır, o da yalan ile doğrunun aynı insandan çıkmasıdır.

Bilindiği üzere, bir metin bir paragrafta, bir paragraf bir cümlede, bir cümle bir kelimede, bir kelime de bazen bir hecede birleşir. Kur’ân’ın en uzun sûrede, bunun içinde bir ayette ve ayetindeki bir kelimede (hurûf-u mukattaa) irtisam edilmesi, Kur’ân’ın mucize oluşunun bir sonucudur. Bakara Sûresi’nin başında bulunan “elif, lâm, mîm” hurûf-u mukattaaı, insanlığın emanet-i kübrasına işaret ediyor.

Bakara Sûresi, Kur’ân’ın en uzun sûresidir ve ayet sayısı kadar lafza-i celâl geçmektedir. Sûre içerisinde geçen Lafza-i Celâl sayılmaya başlanınca aslında dört tane eksik olduğu görülür. Bu durumun esası ise büyük bir duruma işaret eder. Lafza-i Celâl; kayıt, kıyas kabul etmeyen azamet ve yüceliği ifade edip, sadece “Allah” ismi için kullanılır. Ayet sayısı ile Lafza-i Celâl sayısı arasındaki fark, dört adet “Hû” (Hüve) ile tamamlanır. “Hû” (Hüve) üçüncü tekil şahıs zamiri olarak bilinse de Allah’ın Zâtına işaret eden ismi gösterir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre de “Hû” (Hüve), hiçbir varlığın müşahede edemeyeceği Allah’ın (cc) mutlak gayb ve sır olan Zâtına işaret eder. Öyle bir Zât ki şerik kabul etmez. Para, mal ve makama tamah göstermek şeriklerin birincisidir.

Bakara Sûresi’ndeki dört adet Hû’nun (Hüve) farklı düzeylere işareti görünür: Yüce Bir Yaratıcı, âlem/kâinat/evren, insan ve ene. Bu düzeyde insanoğlunun emanet-i kübra olan “ene”yi yırtıp kâinat kitabını bilim/ilim ve fen ölçüleriyle okuyarak Hüve’yi (Hû)  göstermesi gerekir. Böylece yegâne ilahın Allah (cc) olduğu açıkça beyan edilir. Diğer bir düzey; hüviyet-i mutlak, sırr-ı vücûd, gayb-ı mutlak ve amâ-yı mutlak olurken, bir diğeri ise lâhût, ceberût, melekût ve nâsût âlemlere işaret olarak görünüyor. Allah’ın (cc) bütün isim ve sıfatlarının bâtını ve hakikatine işaret eden Künh-i Zât’a tekabül eden “lâhût” mertebesi hatıra geliyor.

Böylece sonsuz sayıdaki delillerden ortaya çıkan en önemli cümle, “Onlara gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz” ile kastedilenin evren/kâinat ve ene olmasının yanında melekût âlemde “elif”, şahadet âleminde besmeledeki “be” olması akla uzak değildir. Zira bütün canlıların nefes alıp verirken çıkardıkları ortak senkronize/harmonik ses “Hû” olup, Allah’ın (cc) bütün esma ve sıfatlarının bâtını ve hakikatinin de tecellisidir.

Bu nedenle Bakara Sûresi’nde İsrailoğulları, Hazreti Musa (as), Firavun ve Hazreti Âdem (as) ile anlatılan kıssanın evrensel mânâda insanların şirk koşmamaları üzerinedir. Para, makam, şan şöhret ve kazanç için gidilen yolda aracıların “ilâh” edinilmemesi özellikle vurgulanmaktadır.

Yalan, özellikle politik işlerde insana hak etmediği bazı getirileri sağlarken, tehlikesini de beraberinde taşıyor. Para, makam ve politik işlere olan sevgi ve onu amaç edinmek inkâra yakın duruyor ve kalpler modern buzağı sevgileriyle (ev, araba, para, makam) doluyor. İşte en büyük tehlike de budur. Ahirete karşılık para, makam ve politik işler vasıtasıyla dünya hayatını değişenler, buzağıyı ilâh edinenlerle aynı sınırlar içerisinde yer alırlar. Maddî varlık nedeniyle Ramses safında yer edinenler ile bilim/ilim ve fen öğrenip de “ene”yi yırtıp Hüve (Hû) gösteremeyenler de aynı grup içerisinde yer alıyorlar. Bilim insanlarının, ilim erbabının ve fen ehlinin lisan-ı hâl ile Yüce Bir Yaratıcıyı haykıran kâinat kitabına kulak vermeleri gerekiyor.

Bu kadar şiddetli ve keskin olan durum, şirkin asla affedilmeyeceğini gösteriyor. Bu minvâlde Bakara Sûresi’nin başında bulunan hurûf-u mukattaa, fecr-i sadıkın da bir işaretçisi olarak görülebilir. Burada elif, lâm ve mîm, mahreç olarak halk, vasat ve şefe’ye işaret eder. Elifin zaten Allah (cc), insan, okumak ve ene kelimelerine işaret etmesi mahret işareti açısından esas olanın evrensel anlamda insanlık olduğunu gösteriyor. Şefe’nin ise Allah’a (cc) ait olan bütün suların içilmesine işaret olarak görülebilir.

Ayrıca mezkûr anlamında da görüş, akla aykırı değildir. Söz söyleme sanatı olan i’câzın en yüksek mertebesinin elif, lâm ve mîm olduğunu ifade edenler de bulunuyor. Buna göre elif, lâm ve mîm harfleri sırasıyla Allah (cc), Cebrail (as) ve Hazreti Muhammed (sav) isimlerinin kısaltmaları olduğu görüşünü benimsiyorlar. Zira bu fikirde olanlar “Varlığın evveli Allah (cc), ortası Cebrail (as), sonu Hazreti Muhammed (sav)” görüşüne dayandırmaktadırlar. Bu da varlık mertebelerinin ilki olması nedeniyle Künh-i Zât’a tekabül eden lâhût mertebesinde Allah’ın (cc) bütün isim ve sıfatlarının bâtın ve hakikatinin burada toplanmış olduğuna bir delildir.

Para, makam, mal mülk ve maddeye ilâhlık vermenin, bunlara tamah etmenin ne kadar büyük bir tehlike olduğu gösteriliyor. Bu açıdan Bakara Sûresi’nin başındaki elif, lâm ve mîm harflerinin evrenin, insanlığın ve kişinin fecr-i sadıkı olmasına işaret edilerek insanlık için çok garip ve pek acayip şiddetli işler gösteriliyor. Bunların çözüm yoluna odaklanmanın zorunluluğuna bir atıftır bu. Aksi durumda sağır, dilsiz ve kör olup kalp ve kulakları mühürlenir. Onları dünyada kazandıkları mutlu etmez ve ahirette de bunun karşılığı vardır.

Besmeleyi oluşturan dört kelimeden biri olan isim, varlıklara verilen ad olarak bilinir. Müsemma ise, “adlandırılan varlık” demektir. İsim “gerçeği gösteren lafız”, müsemma ise “bu gerçeğin kendisi” olması nedeniyle melekût âlemdeki cevherin (Hû) şahadet âlemindeki karşılığı olan Hüve (be), bütün bilim/ilim ve fennin köprüsü hükmündedir.

Son söz

Bilim insanlarının madde perdesinin arkasındaki gerçeği görmesi gerekiyor. Firavun’un tabiatperestliği ile bilim insanının tabiatperestliği aynı şeydir. Mükemmel nizam ve intizamı tesadüfe, tabiatperestliğe ve evrim gibi büyük tuzaklara vermek, aldanmanın en büyüğüdür. Çünkü Hazreti Âdem’e (as) öğretilen bütün isimler, bir nesne olabileceği gibi, zihnî bir varlık veya onların gösterdiği Yüce Yaratıcı da olabilir.

İnsanlara Yüce Yaratıcı’yı tanıtan; Kur’ân-ı Kerim, Hazreti Muhammed (sav) ve evrendir. Bu üçlüden biri olan kâinat kitabının lisanının dinlenmesi ve anlaşılması Bakara Sûresi’nde açıkça ve şiddetle dile getiriliyor. Hiçbir yorum, hiçbir skolastik görüş ve hiçbir taraflı bakış çıplak olarak bakıldığında kâinat kitabının lisanının Yüce Bir Yaratıcı’yı gösterdiğine perde olmamalı. Aksi durumda son, Ramses’inki gibi de olmaz. Bu nedenle Bakara Sûresi, günümüze açık ve net bir bakış sunuyor.