
Bilim
İLİM ya da bilim... Daha önceki bir makalemde (“Bilimler ve Düşünceler”, Haber Ajanda Net, 25 Temmuz 2023) “ilim” ve “bilim” kavramlarının etimolojik ve epistemolojik olarak durumunu ve Türkiye’de kullanılış amaçlarındaki farklılığın târihî arka plânını kısaca özetlemeye çalışmıştım.
Biz burada, modern zamanların söylem biçimiyle yine “bilim” diyelim ve bu konudaki düşüncelerimizi aktarmaya devam edelim.
Şurası unutulmasın ki, bilim bilgi temellidir ve bilgi olmadan insanlığın ve dünyanın, hatta iman etmenin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Dikkat edilirse, iman nokta-i nazarından meseleleri en fazla sorgulayan ve sorgucu olan rasûller Hazreti İbrahim ve Hazreti Mûsâ idi. Onlar, varlıklar hakkında bilgi edinerek ve varlığın bilgisini kazanarak iman etmek istiyorlardı. Çünkü bu şekilde iman etmenin değeri bin kat daha artacaktı. Onun için akılları aktif olarak hep devrede idi.
Ontolojik olarak evrendeki tüm varlıkların (eşyanın) özü, cevheri bilgi potansiyeliyle doludur. Diğer bir deyişle evrende hiçbir varlık yoktur ki bünyesinde bilgi depolamasın ya da tabiatında ve mahiyetinde bilgi bulundurmasın. Buna “varlığın bilgisi” denilebilir.
Ancak, varlığın özünde potansiyel olarak bulunan bu bilgilerin kinetize edilerek açığa çıkarılması gerekiyor. Diğer bir ifâde ile varlık, özündeki, tabiatındaki bilginin keşfedilmesini bekliyor. Doğal olarak bu görev akıllı, zeki ve sorumlu bir varlık olan insana düşüyor.
Bilgi, bilen (suje, özne) ile bilinen (obje, nesne) arasındaki ilişki ve bu ilişki neticesinde ortaya çıkan hâsılaya deniliyor. Yâni bilgi, suje ile obje arasında kurulan bir iletişim ve korelasyon neticesinde açığa çıkıyor. Bu bir nev’î enerjinin açığa çıkması için bir tepkimenin ya da bir etkileşimin zorunlu olmasına benziyor.
İşte bu sahada yapılan tüm faaliyetlere biz “bilim” diyoruz. Hiç şüphesiz ki bilimin temeli, objektif kriterlere uygun bir şekilde yapılan deney ve gözlemlere dayanır. Bilim, ancak bu şekilde anlam ve mânâ kazanır.
Varlığın bilgisi ve bilim adına yapılan faaliyetler o kadar önemlidir ki, işte bu öneme binâen Allah insanoğluna ilk emir olarak “Oku!” diyor.
Bu “Oku!” emr-i İlâhisi, sadece okuma yazmayı kastetmiyor, bilâkis varlıklar âleminden müteşekkil bu evrende varlık nâmına ne varsa hepsinin künhüne vâkıf olmayı, tabiatını anlamayı, cevherine nüfuz etmeyi, tözünü çözmeyi amaçlıyor. Tıpkı Arşimet, Galileo, İbni Sînâ ve Harezmî’nin yaptığı gibi…
“Oku”mak akletmeyi, düşünmeyi, tefekkür, tezekkür, tedebbür, tefehhüm ve taallûm etmeyi ve dahi araştırarak, gözlemleyerek, deneyler yaparak varlığın bilgisini elde etmeyi gerektiriyor.
Bilimsel özgürlük
Bir bilimin ya da bilim dalının özgür olabilmesi için her şeyden önce tüm bilimsel faaliyetlerin ve bu faaliyetleri yapan bilim insanlarının “özgür” olması gerekiyor. Hatta bilim adına bu özgürlüğün, bilim insanının kendisinden de özgür ve bağımsız olması gerekiyor.
Başka bir deyişle bilimsel çalışma ve faaliyetler o kadar özgür olmalı ki, bu çalışmaların hiçbir safhasında bilim insanının ne kendisinin, ne de bir başkasının indî, suflî, siyâsî, şahsî, ideolojik ve politik görüşleri buna müdahil olmasın, hiç kimseyle hiçbir şekilde çıkar ve menfaat ilişkisine girilmesin, dış dünyadan ve ikinci, üçüncü şahıslardan hiçbir şekilde etkilenmesin.
İşte o zaman bilim, bilim için yapılır ve netice itibariyle çıktıları ve hâsılası da topluma ve tüm insanlığa fayda getirir.
Ancak ve maalesef ki, ülkemizde tam bir bilimsel özgürlük yoktur. Kısa ve orta vâdede olacağı da düşünülmemektedir. Çünkü bu ülkede bilime ve bilim insanlarına yeterince saygı gösterilmemekte ve gereken önem verilmemektedir. Sürekli olarak müdâhaleci bir tavır sergilenmektedir. Zâten bilimsel özgürlüğün olmadığı ve bilimsel çalışmaların bilimin temel ilke ve kriterlerine uygun olarak yapılmadığı bir yerde bilim olmaz, bilimsel faaliyetler yapılamaz, dolayısıyla bilim de gelişemez.
Üniversiteler
Üniversiteler doğal olarak bilim yuvalarıdır. Öyle olmalıdır. İşin tabiatı budur. Ancak ülkemizde durum böyle değildir. Vasatın biraz üstü sayılabilecek bazı istisnâları bir kenara bırakacak olursak ülkemiz üniversiteleri hiçbir zaman bir Oxford, Cambridge, Harvard, Sorbonne seviyesine ulaşamadı.
Çünkü bu üniversitelerde bilim, bilim için yapılırdı, çıktı olarak tüm hâsılası da topluma yayılırdı. Bilimsel özgürlük esastı. Bilim ve bilimsel özgürlük adına üniversitelerin kendine özgü kuralları vardı. Özü itibariyle hiçbir güç bunlara müdâhale etmez ve hiçbir siyâsî güç bunları değiştirmeye çalışmazdı.
İşte bundan dolayı bu üniversitelerde bilimsel özgürlük vardı ve bilim, bilim için yapılırdı. Bu üniversiteler yüzyıllardan beri bu şekilde topluma ve insanlığa hizmet ettiler. Dünya çapında sayısız bilim insanı yetiştirdiler, ilk buluşlara imza attılar, patent sayısını artırdılar, ilk sıralarda yer aldılar ve haklı olarak bunun gururunu yaşadılar. Üçüncü dünya ülkeleri de bu üniversitelere talebe göndermek için çırpınıp durdu. Çünkü bu üniversitelerde okumak idealist olan her gencin hayâli idi.
Üçüncü dünya ülkeleri ve bizim ülkemizde durum tamamen tersidir. Doğru dürüst bilimsel özgürlük yoktur. Sürekli olarak üniversitelere müdâhale edilir. Siyâsî iktidarlar ve oluşturulan kurumlar eliyle üniversite yönetim kadroları ve akademisyenler her zaman cendere altında tutulur, şu veya bu sebeple başlarından Demokles’in kılıcı hiç eksik edilmez. Yönetim kadroları ve akademik kadrolar hep politik ve ideolojik kaygılarla oluşturulur ve ahbap çavuş ilişkileriyle şekillendirilir.
Bu durum dün de böyleydi, bugün de böyledir. Bir zamanlar Kemalist ve seküler kesimler böyle yapıyordu, şimdi de politize olmuş dinci kesimler (sahih İslâm’ı ve sahici Müslümanları bundan ayrı tutuyorum) böyle yapıyor.
Türkiye’deki düzen budur maalesef. Üniversite camiâsı da bundan nasibini almıştır. Bu şekilde bir yere varmak mümkün değildir. Ancak kendimizi kandırır, tatlı makam ve unvanlarımızla ancak kendimizi tatmin etmiş oluruz. Yetmez, yedi sülâlemizi kadrolara atamak için muazzam bir mücâdele veririz. Böylece alan razı olur, veren razı olur. Çünkü balık baştan kokar!
Hele de siyâsete bulaşmış, parti yönetimlerinde çalışmış, herhangi bir partiden aday ya da aday adayı olmuş, milletvekilliği yapmış akademisyenlerin üniversite yönetimlerine (rektör veya dekan olarak) atanmaları hiç doğru değildir. Çünkü o kişiler artık partici olarak damgalanmış ve mühürlenmişlerdir. Ne kadar başarılı ve yetenekli olurlarsa olsunlar fark etmez. Öğrenciler ve diğer akademisyenlerin nezdinde tarafsızlıklarını kaybetmişlerdir. Onlar olaya böyle bakarlar. Bizim gibi aşırı politize olmuş ve ideolojik olarak kutuplaşmış toplumlar bunu kaldırmaz, kaldıramaz. Bu gibi hatalı uygulamalardan bilim, bilimsel özgürlük ve üniversiteler zarar görür.
Dolayısıyla tam bir bilimsel özgürlüğün olmadığı ve bilimsel çalışmaların bilimin temel ilke ve kriterlerine uygun olarak yapılmadığı bir ülkede ve o ülkenin üniversitelerinde gerçek mânâda bilim olmaz, bilim de üretilip geliştirilemez.