Bilge

Anladım ki, en samimi dil, kalbin diliydi. Eğitim ve benzeri ihtiyaçlar için gerekli olan işaret dili, dostluk ve sevgi bağı kurmak için acil gerekli değildi. Heves ve heyecanımla belki onu incitmiş bile olabilirdim. Kalpten kalbe akıp giden sesler ve kelimeler yeterliydi…

İKİNDİ ezanının mûsikîsi yüreğime usulca aksederken ders bitmiş, öğrenciler dağılmış, sınıfta yoklama defterimi imzalıyordum. Pencereden içeri taze yosun ve deniz kokusu giriyordu. Yağmur çiseliyordu dışarıda, begonvil ağaçlarının berrak yapraklarına. Ruhumun kanatlarını havalandıran bir mevsim iyiden iyiye kaplıyordu yeryüzünü. Denize kıyısı olan şehirlerde ılık geçiyordu günler. Ilık esiyordu hüzünler ve düşler…

Kapı çaldı hoyratça ve bir genç kız geldi sınıfa. Upuzun kirpikleri ve yemyeşil gözleriyle dikkatle baktı yüzüme. Sonra sınıfa göz gezdirdi. Alnının üzerine düşen terle karışık ıslanmış saçlarını düzeltti bir eliyle. Haşur huşur eden torbalarını kucakladı, pat diye bir masaya bıraktı ve omuzlarını düşürerek yanıma doğru yürüdü. Telaşlı, kontrolsüz bir hâli olmakla birlikte nazik görünmeye çalışıyordu. Ayağa kalktım ve bir şey söylemesini bekledim. “Buyurun” diyerek başımı salladım. Birkaç işaretle anlatmaya çalıştı derdini. Anlamadım. Anlamadığımı da anlatamadım. Çünkü Bilge konuşamıyor ve işitemiyordu. 

Elimi tutup kendine doğru çekti. Korkmuştum. Hızlı ve çevikti hareketleri. Üstelik rüzgârın kuvvetiyle de kapı çarpmıştı. Çarpmanın etkisiyle irkildim. Bilge’de herhangi bir refleks yoktu. Avucumu açtı ve parmağının ucuyla avucumun içine harfler yazdı tek tek. Ablasının nerede olduğunu soruyordu. Ablası Kur’ân kursumuzda öğrencimizmiş. Ben de aynı şekilde onun avucuna “Camide” yazdım. Anlaşabilmenin rahatlığı gelmişti yüzümüze huzur renginde. İletişimin yeni bir diline kucak açmış gibiydim. Avuç içimde yeşeren dualara güzel bir kızın parmak ucu değmişti. Belki de o izle kalbime gidecek bir yol çizilmişti. İmanî bir tohum verilmişti elime.

İlk defa bu kadar yakından işitme engelli biri ile temas sağlamıştım. “Haydi gel, camiye götüreyim seni” diye işaret ettim. “Tamam, olur” anlamında başını salladı. Yüzünde parlayan gamzesine korku ve heyecan yağıyordu. Bir yanda gözlerini kırpıştırarak gülümsemek istiyor, diğer yandan ürkek adımlarla yürüdüğü yollar dağ gibi büyüyordu. Hâlbuki şuracıktı.

Bilge konuşamıyor ama farkında olmadan bazen bir bebeğin gülme sesine, bazen de ağlama sesine benzer değişik sesler çıkarıyordu. Bunlar onun bile isteye çıkardığı sesler değildi. İlk defa bir camiye girmiş olmanın o muazzam atmosferinde bulmuştu kendini. İnceden bir çığlık sesi kopuverdi. Ona sessiz olmasını söyleyemedim. Ama o tedirginliğimi fark etti. Cemaatten birinin bir uyarıda bulunması hem onu, hem de beni üzebilirdi. Neyse ki kimse bir şey demedi. Omzuna dokunup gülümsedim, rahat olmasını işaret ettim. Caminin her karesini teneffüs etmesini, aklının ve kalbinin güzel bir seyirde olmasını diledim. 

Ablası Ceyda hemen koştu, geldi yanımıza. İşaret diliyle konuştular karşılıklı. Bakakaldım. Ona mihrabı, minberi, kürsüyü, mahfeli anlatamadım. Caminin tarihinden ve özelliğinden bahsedemedim. Kılınacak farz namaz için saf olunmuştu. Okunan kamet hazır olmaya davetti. Ancak bunu da Bilge’ye nasıl anlatacağımı bilemedim. Bir eksiklik düştü içime, bir yara açıldı göğsüme. Güzelce sarıp sarmaladığım başörtüsü içinde ne kadar da rahattı Bilge. Çünkü o gücünün yettiğini yapmakla mükellefti. Niyetini kalbiyle yapabilirdi. Bense derdine düşmüştüm, ona ne verebilirdim?

Okunan kıraati duymuyor, ama secdeye nemli gözlerini bırakıyordu. Başımda binlerce karınca hücum ediyordu kimliğime… 

Bilge, beş kardeşli bir ailenin en küçük kızıydı. İşitme Engelliler Lisesinde yatılı, birinci sınıf öğrencisiydi. Ailesi ile birlikte şehre yakın bir köyde yaşıyorlardı. Çok geçmeden misafir oldum evlerine. Bilgeyle kalbî bir yaklaşım sağladık. Oturup saatlerce konuşamadık ama fotoğraf çekerek ortak bir alan oluşturduk kendimize. Harflerin mahrecinden söz edemedik ancak hislerimizi aynı frekansta buluşturduk. Aynı kefeye koyduk renklerin dilini. Dalında sallanan bir yaprağın, göğe doğru dalga dalga yayılan bulutların, annesinin ardında zıplayan kuzuların fotoğraflarını çektik. Gören gözlerimize şükrettik. Kalbimizin dilini fotoğrafın diline nakşettik. Hakikat ağları ördük şiirlerden. Hecelere böldük göğü, güneşi... Kanat takıp rüzgâra, yol aldık Rahmânî diyarlara… Şarkılar düşledik. Yüreğimizde sessiz, yumuşak bir tını…

Bir uçurtmanın kuyruğuna takılmış gibiydim. Unuttuğum sesler duydum onunla birlikte. Bilge, yüreğinde taşıdığı hisleri sessizce elime veriyordu. Onun tercümanı olmak, duygu ve düşüncelerini insanlara taşımak istiyordum. Az geliyor, yetmiyordu parmak ucundan yayılan muhabbet. Daha iyi bir iletişim kurabilmek için işaret dili öğrenmeye karar vermiştim. İşaret dili sözlüğü edindim ilk önce. Öğrendiğim yeni işaretleri Bilge’ye gösteriyordum. Ama çabamın karşılığını göremiyordum ondan. İşaret dili kursuna giderek daha da ilerlettim bilgilerimi. Ceyda ile pratikler yaptım. Hatta şarkıları, şiirleri çevirdim. Heyecan duyuyordum. 

Bilge her Cuma ablasıyla birlikte köylerine dönmek üzere kursa geldiğinde, “Bak neler öğrendim” diye hevesle parmaklarımı gösteriyordum ona. O ilgisiz duruyordu. Ben işaret diliyle konuşmaya çalıştıkça onun gözlerinde bir fer sönüyordu. 

Bir gün dört yaşındaki kızımı ve Bilge’yi birlikte resim yaparken nasıl mutlu olduklarını, gözleriyle nasıl bir iletişim sağladıklarını ve ışıl ışıl parlayan gülüşlerin kelimelerden nasıl daha kıymetli olduğunu gördüm. O an anladım ki, en samimi dil, kalbin diliydi. Eğitim ve benzeri ihtiyaçlar için gerekli olan işaret dili, dostluk ve sevgi bağı kurmak için acil gerekli değildi. Heves ve heyecanımla belki onu incitmiş bile olabilirdim. Kalpten kalbe akıp giden sesler ve kelimeler yeterliydi. Onun kalbinin sesi zaten ruhumda yankı buluyordu. Bunu ikimiz de biliyorduk. Ben de zamana bıraktım. Hâlce anlattım konuşmak istediklerimi. 

Onun kalbiyle duydukları, bizim kulağımızla duyduklarımızdan çok daha öteydi. Gözlerinden düşen boncuk taneleri kâinatın zikrini işittiğine bir delildi. Engellerin olmadığı bir kubbe altında aynı secdeye baş koyabilmek ve ona bu imkânı sağlayabilmek onun için kâfiydi. Kabul görmek istiyordu. Sadece kendisi için değil, tüm engelli bireylerin camilerin manevî atmosferinden mahrum kalmaması için yapılabilecek her türlü çalışmada gönüllüydü. Standartlara uygun rampası bulunan, erişimi kolay, asansörlü ve rahatlıkla abdest alınabilen ibadet mekânlarının elverişli hâle getirilmesi ve sayılarının çoğaltılması için düzenlemeler yapılmasını diliyordu. Dinî yayınevlerinde Braille Kur’ân-ı Kerîm ve meali, Braille Elifba ve çeşitli Braille dinî kitaplara yer verildiğini görmek, işaret diliyle hutbe uygulamasının başlatıldığını bilmek umudunu canlı tutuyor, ibadete olan merak ve iştiyakını arttırıyordu. 

Bilge, sözlerin yetmediği yerde, kalbiyle duyduklarını bir fotoğraf makinesi ile anlatmanın peşinde ışığa koşuyordu…