Bilge Kral’ın vasiyeti olarak Bosna, Türk’e emanet!

Bosna’nın kurucusu sayılan Aliya İzzetbegoviç ölüm döşeğinde yatarken, Recep Tayyip Erdoğan semada seyahat halindeydi. Haber verdiler kendisine “Aliya’nın durumunun” iyi olmadığını. Çok üzüldü Erdoğan ve uçağın rotasını Saraybosna’ya çevirtti. Yatmakta olduğu hastanede ziyaret etti “Bilge Kral”ı. Bir süre görüştü iki lider. Ayrılma esnasında İzzet Bey oğlu Aliya, Erdoğan’ın ellerini sıkı sıkıya tuttu ve son söz olarak şöyle dedi: “Bosna sana emanet!”

FUTURİST senaryolar yazmak, Yahudi’nin buluşu; Musevi Rabbiler, binlerce sene öncesinden günümüze kadar uzanan onar, yüzer ve biner yıllık gelecek çizmişler kavimlerine, planlar yapmışlar. Bu planlamaları hayata geçirmek için tarihe müdahaleleri de vaki coğrafyada. Yahudi toplumunun bilinen en yakın planı da İsviçre’nin Basel şehrindeki “Messe Planı”ydı ve yüzyıl içinde gerçekleşmesi katiyetiyle yapılmıştı -takvimler 1887’yi gösterirken-.

Söz konusu plan, 20. yüzyıl içerisinde bir İsrail devleti oluşumunu öngörüyordu ve bu öngörüyü hayata geçirmek üzere aşama aşama yapılacaklar kaydedilmişti. Kayıt o kadar başarılı bir şekilde hayata geçirildi ki, İsrail, planlandığı gibi 1987 değil, öngörülenden kırk yıl önce -1948’de- kuruldu, yani altmış yılda tamamlandı. İşte ideal örnek bizim için de, Bosna ve diğerleri için de budur!

Doğruyu söylemek gerekirse Bosna, bir planın uzun süreli aşamalarından geçilerek kurulmadı. 1877 yılında tarihimize kara bir leke gibi düşen Osmanlı-Rus Harbi’nin bir başka tarafı olarak Avusturya buraya hâkim oldu. O coğrafyaya Berlin Antlaşması’ndan sonra Cermenler karabasan gibi çöktüler. Habsburg Hanedanlığı’nın sonunu getiren Birinci Cihan Harbi’nin başladığı nokta olarak Bosna, savaş sonrasında da Sırbistan Krallığı’na ait tali bir bölge olma şeklini sürdürdü.

Avusturya Veliahtı Ferdinand’ın Saraybosna’da ölümüne sebep olacak kurşunu sıkan kişi Sırplı bir teröristti. Fakat savaşın sonunda toprağını kaybeden Boşnaklar oldu. Savaş neticesinde kurulan paylaşım masasının taraftarları Osmanlı’nın Bosna-Hersek’ini görmezden gelip, buna karşın Osmanlı’nın pek önemsemediği Sırp ve Hırvat bölgelerini birer devlet olarak tescillediler ve “Osmanlı Bosna mirası”nı da oraya dâhil ettiler. Zaten var oldukları andan itibaren kendilerini “kader ırmağı”nın delibaş sularına salmış olan Boşnaklardan da oldubittiye yeterli itiraz çıkmadı. Ta ki İkinci Dünya Savaşı’na kadar…

Elbette savaşa girerken de, çıkarken de Boşnakların dört başı mamur bir planları yoktu. Bilatarih, yolculukları kader ırmağında yüzegidiyordu. Neyse ki Osmanlı’nın sınır taşları olan camiler ve minareleri hâlâ ayaktaydı.

Yugoslavya’yı planlayanlar ise İsa Bey Camii’ni görmezden gelemedi ve bölgeyi Bosna, hâkim çoğunluğu da “Müslüman milleti” olarak tescil ettiler. Daha sonra Müslüman milleti, kendisini “Boşnak” olarak isimlendirdi. Günümüzde, ülkede hâlâ Müslüman milletinden olduğunu söyleyenler de bulunmakta.

“Bosna sana emanet!”

Bosna’nın kurucusu sayılan Aliya İzzetbegoviç ölüm döşeğinde yatarken, Recep Tayyip Erdoğan semada seyahat halindeydi. Haber verdiler kendisine “Aliya’nın durumunun” iyi olmadığını. Çok üzüldü Erdoğan ve uçağın rotasını Saraybosna’ya çevirtti. Yatmakta olduğu hastanede ziyaret etti “Bilge Kral”ı. Bir süre görüştü iki lider. Ayrılma esnasında İzzet Bey oğlu Aliya, Erdoğan’ın ellerini sıkı sıkıya tuttu ve son söz olarak şöyle dedi: “Bosna sana emanet!”  

Ne yazık ki ne Bosna, ne de Aliya’nın uzun vadeler için planlama yapacak, Boşnaklar için gelecek tanzim edecek tarihî arka planı ve milli gücü yoktu -bugün de yok-. İşte bu sebeple ülkesini Türklere emanet etti Aliya! Zira onun arka planı da sadece Osmanlı ve Osmanlılardan ibaretti; ön planı da Osmanlıların torunları üzerineydi. Onun için diyorlar Bosnalılar, Arnavutlar, Pomaklar, Torbeşler ve Batı Trakyalılar, “Siz (Türkiye) güçlü olursanız orada, biz de burada güçlü hissederiz kendimizi”.

Böyle düşünenler sadece Balkan milletleri mi? Dünyanın tüm mazlumları… Somalya’dan tutun da Rohinyalı Arakanlara, Moralılardan tutun da Güney Amerikalı Türkoslara kadar unutulmuş tüm mazlum kavimlerin ortak düşüncesi bu ve işte bu yüzden Türkiye güçlü olmak zorunda, buna mecbur! En azından kurucusundan emaneten teslim aldığı Bosna için…

Cermenden bulaşan virüs: Rus ideali

Yukarıda “Bosna’nın arka planı” dedik tarihî geçmişini kast ederek; hakikaten Bosna ve Boşnakların kökü sadece Osmanlı’ya kadar mı uzanıyor? Veya ondan önceki Bogomil tarikatı ve ondan öteye de gitmiyor mu?

“Bogomil” kavramı bir ırkı değil, bir inancı anlattığına göre, Bosna toprağında mukim bu halkın etnisitesine bakmak ve kavmî köklerinin nereye kadar uzanmakta olduğuna göz atmak lazım? O halde bakalım…

Boşnaklar da Sırp, Hırvat, Sloven ve Karadağlılar gibi Slav ırklarından sayılıyor günümüzde. Bu saydığımız toplumlara “Güney Slavları” deniyor ya da “Yugo Slav”. Bu yüzden söz konusu bu toplumların bir önceki devletlerinin adı Yugoslavya’ydı.

Günümüzde Slavlar üç grup şeklinde tasnif ediliyor: Doğu Slavları, Batı Slavları ve Yugo Slavlar. Doğu Slavları Rus, Ukrayni ve Belarus/Beyaz Ruslar olarak biliniyorlar. Batı Slavları ise Ponezyalılar ve Baltık cumhuriyetleri halkları… Coğrafyaları birbirine bitişik olan bu kavimlerin Slav sayılmalarının nedeni ise “konuştukları dilin benzeş olması”. Bununla birlikte, onlarla apayrı bir dille konuşan Bulgarlar da Salvik ırk çerçevesindeler ve buna sebep de çakır göz, sarı saç, yani ben-i Esver fizik…

Antropologlar söz konusu bu ulusları Slav sayıyorlar, ama onlar ne diyor bu duruma peki?

Slav sayılma hususunda Rusların itirazı yok, çünkü Slav ırkının baba ocağı Rusya ve babası da “Rus” olarak kabul görüyor. Bu yüzden Rusya’nın konumu başat ve Ruslar, dominant durumdalar. İlaveten “Panislavizm” fikriyatını ortaya atan da 19. yüzyılda bizzat Petersburg, yani Rus Çarı’nın başşehrinin kolonyalist ve ırkçı düşünürleri.

Baş hecesi “pan” diye başlayan kavramın özünde bir dizi “yakın veya benzeş kavmi” sahiplenmenin sömürgeci pragmatist yaklaşımı olduğu biliniyor ve bu fikrin mucidi de Almanya. Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı “aşiretten millete” fikri ile ortaya üreyen “millet, milliyet, milliyetçilik” gibi kavramlar ilk karşılığını Prusya’da buldu. Ancak Prusyalı Almanlar, milliyetçiliği ırkçılık olarak tevil ettiler. Peşi sıra kendileriyle şöyle ya da böyle benzeşen çevre toplulukları “Pancermenizm” çadırında toplamak üzere harekete geçtiler. Amaçları, amca çocukları sayılan Anglosaksonların kolonyalist atılımla dünyadaki uçsuz bucaksız toprakları “Güneş Batmayan İmparatorluk” mottosuyla işgal etmeleriyle kazandıkları ekonomik ve siyasî ivmeyi yakalamaktı.

Kısacası, Almanlar da dünyanın sahipsiz uluslarını sömürmek istiyorlardı. Bu istek sonucunda ortaya çıkan Pancermenizm akımı, kendisinden beklenen işlevi yerine getirdi. İlk adım olarak 360 şehir devletinden oluşan Alman topluluklar birleşip Alman Birliği’ni kurdular. Bu birlik, onları güçlü bir oyuncu olarak tarih ve dünya sahnesine çıkardı.

Almanların başarısının “Pancermenizm” kavramında saklı olduğunu anlayan Rus Çarı da -Prusya’ya muvazi- “Panislavim”i ortaya attı. Amaç, Ruslarla gerek dil, gerek kültür, gerekse fizikî benzerlik nedeniyle yakın sayılabilecek her kavmi “Panislavizm” çadırı altında bir araya getirmekti. Bu plan üzerine Panislavist ajanlar, ceplerinde ruble ve yüreklerinde idealleriyle çevre ülkelere dağıldılar ve dil, din, fizik benzeşmesini Rus çıkarlarına hizmet edecek bir kanala sokmak için propagandaya başladılar.

Çar’ın hedefinde elbette Doğu ve Batı Slavları vardı, onları Slavlaştırmak kolaydı. Ancak onun asıl amacı, güneydeki toplumları kendine benzetmekti. Çünkü o bölge halkları Osmanlı’nın tebasıydı ve Türklerin imparatorluğundan çatırtılar geliyordu. Üstelik Fransız İhtilali’nden ilk etkilenen Balkan toplumu Sırplar olmuşlardı -Yunanlılardan bile önce-.

Sırplar ve çevresindeki bir kısım topluluklar, Slavcaya benzer bir dil konuşuyorlardı. İşte Osmanlı’ya “Hasta Adam” yakıştırması da bu dönemde takıldı ve bu lakabın bulucusu bizzat Çar’ın kendisiydi. Hasta Adam’ın tâbiyetindeki Slavca benzeri lisanla tekellüm eden halkların bir grubunun da tıpkı Ruslar gibi Ortodoks olduğunu öğrenmek, Çar’ı zil takıp oynatacak kadar sevindirmeye yetti. Ortodoks olan toplum Sırp’tı. Diğer Slavik toplumlardan Hırvatlar Katolik, Slovenler Protestanlaşmış Ortodoks, Boşnaklar ise Müslüman Sünnilerdi. Bölgede Ortodoks olan Bulgarlar ve Makedonlara Yunanlıları da katınca, Rus Çarı açısından Balkanların tamamı hedef tahtasındaydı. Ama Panslavizm kanalından, ama Panortodoksizm damarından, her yol mubahtı Petersburg için…

Çar, atalarından miras kalan “sıcak denizlere inme ideali”ne Balkanlar üzerinden ulaşabileceğini anlamıştı. Bu nedenle tüm propaganda gücüyle bölgeye yüklendi.

İki Slavik kuşak arasında başka milletler var

Şimdi Avrupa’nın haritasını gözünüzün önüne getirin, Avrupa’nın kuzeyinde Manş denizinden başlayıp Urallara dayanan kuşak, başta Ruslar olmak üzere diğer Doğu ve Batı Slavlarının yaşadığı coğrafya olarak uzayıp gidiyor, değil mi? (Fakirin buraya “Ortakuzey” dediğini biliyorsunuz.)

Ortakuzey’in altındaki bölgeye, yine doğu-batı cihetinde bir doğru parçası çizip toprağı ikiye ayıralım: Üstte kalan parçaya “Orta Avrupa Kuşağı” diyelim, en alta da “Güney Kuşak”. Şimdi Güney Kuşağı’nın Balkanlar kısmı üzerinde konuşuyoruz: Bu bölgenin üst kısmında, Slavcaya benzer bir dille anlaşan Müslüman, Ortodoks ve Katoliklerle birlikte Ortodoks Bulgarlar oturuyorlar. Orta Avrupa Kuşağı’nın batı cihetinde Cermenler, doğusunda ise Macarlar ve Latin ekalliyeti olarak Romenler ikamet etmekteler.

Bu tasnifle şunu demek istiyoruz: Üç katmanlı Avrupa’nın kuzey kuşağında ve güney diliminde rastlanan Slavlar ve Slaviklere ne hikmetse orta kuşakta rastlanmıyor. Yani iki Slavik kuşağın arasında başka milletler yer alıyor. Neden? Bu kopuk ve ayrışık coğrafya parçalarında Slav milleti mi oturuyor, yoksa Slavlarla Slavlaştırılmış ayrı etnik yapılar mı? Buna bakalım…

Avrupa’ya yerleşim

Ortakuzey: Günümüz Rusya Federasyonu’nda Rus nüfusun yaşadığı bölge ile Kazakistan’ı da içine alan coğrafyaya, yani Ural Dağları’nın doğusu ile batısına verilen ad. Bir başka koordinat ve konumlandırmayla Ortadoğu’nun kuzeydeki simetriği olan arazinin ismi…

Bilinen tarihi M.Ö. yaklaşık bin yılında başlıyor Ortakuzey’in. Burada Orta Asya orijinli İskitler var o tarihlerde. Bu anlamda kitaplar, onların tarih aralığını M.Ö. 800-300 bandı diye veriyor. O vakitler henüz yeryüzünde Slav veya Rus diye bir kavim ya da kavim grubu yok, dolayısıyla bu bölge Türklerin atayurduna dâhil. Saka Türkleri olarak da bilinen İskit İmparatorluğu’nun en meşhur kağanı, hepimizin “Alper Tunga öldü mü?/ Isız acun kaldı mı?” şiir tarifinden hatırladığı “Alper Tunga”. Onu Türkler, “Acun Kağanı” diye yüceltiyorlar. Tunga ömrünü, kendisine “Yeraltı Şeytanı”, yani Afresiyab lakabını takmış olan İranlılarla savaş yaparak geçirmiş. Farisî edebiyatının en büyük şairlerinden Firdevsî’nin Şehname’sinde menkıbeleri kayıtlı olan Tunga’nın rakibi ise tanıdık biri: Zaloğlu Rüstem…

Saka Türklerinin, doğu komşuları olan Perslerle kavgaları, ancak batı komşuları olan Greklerle yakın ve kazançlı bir ticarî ilişkileri var. Bu anlamda köle satımı bile yapıyorlar. Daha sonra “memluk” adını alacak olan bu kölelerin tıpkı Çin-Ortadoğu hattındaki ticarî güzergâha “İpekyolu” denilmesi gibi “Köleyolu” nitelemesine uygun bir trafik oluşturduğu da biliniyor. Bu nedenle Yunanlı Heredot onları tanımış ve ünlü tarih kitabında uzun uzun konu edinmiş. Tarihçi Heredot’un onlarla yakından ilgilenmesi, Ortakuzey’le sınırlı kalmayan Saka İmparatorluğu’nun bir ara Ortadoğu’ya da inmesiyle ilgili.

Peki, 500 yıllık İskit devrinin ardından, M.Ö. 300 yılında devletleri yıkılan Saka Türkleri nereye gittiler? Bu, birinci soru!

İskit Saka İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinin ardından, bölgenin, soydaş Hunların eline geçtiği görülüyor. Çin kaynaklarının sözünü ettiği ilk Hiyung-Nu İmparatoru, yani Hun Kağanı Teoman, oğlu Maotung, yani Mete’nin M.Ö. 209’da kendisini vurmasına kadar kağanlık tahtında oturuyor. Ölümünden sonra yerine oğlu Mete geçiyor. Lakin Mete’nin kırk yıla yaklaşan iktidarının sonunda Büyük Hun İmparatorluğu da sarsılmaya başlıyor. Ve takvim “İsevî miladı” gördüğünde, devlet yıkılmanın eşiğine geliyor.

Çok sürmüyor, Hun ulusundan iki devasa parça kopuyor. Bunlardan biri, Afganistan merkezli “Ak Hunlar”. Tarihin “Eftalitler” adıyla zikrettiği Ak Hunlar konumuzun harici olduğu için onları geçiyor, mevzuumuza “Avrupa Hunları” olarak dâhil olan “Atillalılar”a atlıyoruz.

Bir ucu bugünkü Macaristan’a inen Atilallıların yolu Ortakuzey’den geçiyor doğal olarak. Avrupa Hunlarının bir kısmı günümüzde Orta Avrupa’dalar, dolayısıyla Atillalıların ufak bir kısmını temsil eden Macarlara dair bir sorumuz yok, lakin “Atlıhan İmparatorluğu”nun geri kalan halkı nerede? İşte bu da ikinci soru!

Hunların hemen ardından bölgede görünen ilk “anti-Türk unsur”, Hindistan’dan yola çıkan “Tötonlar”. Tarihler, onların Hint kıtası-Avrupa hattındaki yolculuklarını “Kavimler Göçü” diye adlandırıyor ve 0 ile 500 arasındaki banda yerleştiriyor. Söz konusu göç, Avrupa’nın kimyasını bozan ve kıtayı bambaşka bir yapıya dönüştüren devasa bir hareketlenme olarak kayıtlı.

Bununla birlikte mevzubahis hareketlenme, ara çağları şekillendiren bir sonucun da müsebbibi; günümüzde Anglosakson, Cermen ve Franklarla temsil edilen Tötonların Ortakuzey bölgesinde herhangi bir işaretleri yok. Denildiğine göre onlardan kalan tek unsur, “Malakanlar” olarak bilinen azınlık Almanlar ki bunlar daha sonra da gelmiş olabilirler. Ancak bölgeye söz konusu göçün devamı olarak inen Tötonlar dışında bir başka grup daha vardı: Slavlar ve (varsa) Slavikler…

Başta Balkanlar olmak üzere dünyanın değişik coğrafyalarında 450 “yapay cemaat” oluşturup bunları Petersburg’a bağlamak istediler. Bunu başardılar da. Bu cemaatlere ve çevresine uyguladıkları plan, Ortodokslaştırma değil, Ortodokslaştırarak Slavlaştırmaydı... 

Üst üste sorular

Takvimler 610 yılını gösterdiğinde, Arabistan’da İslamiyet zuhur etti. Efendiler Efendisi’nin inancını yaydığı yıllar ve akabinde Ortakuzey bölgesi hâlâ Türk yurduydu ve bu topraklarda Orta Asya merkezli Göktürklerin vassalı olan Turanlı boyları hüküm sürmekteydi. Daha sonra bölgede, Bozkırlı boylar arasında İslamiyet’i kabulde ilk davranan yapılanma olarak bilinen Bulgar Devleti görüldü. Daha sonra ikiye ayrılan devlet, Tuna ve Volga Bulgarları olarak parçalandı.

Tuna Bulgarları günümüzde Bulgaristan’da yaşadığına göre Volga Bulgarları nereye kayboldular? Bu, üçüncü soru!

Bulgarlara yakın tarihte, bölgede ortaya çıkan bir diğer Türk unsuru da “Hazarlar” olarak boy gösteriyor “Ortakuzey tarihi”nde. Hıristiyan Bizans ve Müslüman Arap İmparatorluğu’nun ortasında preslenen ve Şamanizmden ayrılıp Museviliği seçen Hazarlar, uzun bir hâkimiyetin ardından Orta Asya’dan çıkıp gelen Cengiz oğullarından Cuci ile karşılaştığında tası tarağı topladılar. Zira zamanın tüm ulusları gibi, onların da “Cengizli seli”ne dayanacak güçleri kalmamıştı.

Devasa “Karaim İmparatorluğu” yıkılıp bir avuç araziye “Gazarya” olarak sıkışırken, bölge hâlâ Türk yurduydu. Peki, günümüzde birkaç bin mevcudu kalmış olan Musevi Hazaryalı Türklere ne oldu? Bu da dört!

Artık bölge, Türk Moğol Cengizlilerinin Altınorda ve Akorda unsurlarınındı. 1200’lü yılların ilk çeyreğinde kurulan Altınorda’nın Batuhan kolunun 1380’de yıkılma sürecine girmesinin sebebi olan askerî gücün başında, ilk defa bir Orta Asyalı ismi taşımayan biri vardı: Dimitry Donskoy… O ve emrindeki güçler, kendilerini Slav, hatta Rus olarak isimlendiriyorlardı. Ve bu harekât, söz konusu kavmin Ortakuzey’deki ilk “Ben de buradayım!” başkaldırısıydı. Ondan sonra da hep oldular; yani bölge, artık sadece Türklerin yurdu değildi, Türkler ve Ruslar burada ortaktılar.


Görüldüğü gibi, bölgedeki Türk yapısı 1400 tarihine yaklaşan zamana kadar monopoldü. Tek tip yapı, ilk defa Altınorda zamanında bozuldu. Zira Ruslar geldiler… Geldiler mi? Hayır, ortaya çıktılar. Çünkü geliş tarihlerinin, Kavimler Göçü’nün ardıllarından olarak 0-500 arasındaki tarih dilimi olduğu yukarı da belirtilmişti. O zamana kadar Türk coğrafyası ile Orta Avrupa’daki Macarlar ve Batı Avrupa’yı yurt tutan Tötonlar arasında, günümüzde “Moskova” olarak bilinen şehrin etrafında yer alan bataklıklarda oldukları biliniyordu. Ancak herhangi bir varlık gösterecek güç ve mevcutta olmadıkları için yüzyılları sessiz sedasız geçirmişlerdi. Tabiî “sessiz sedasız” demek yerine “Orta Asyalı akıncıların kontrolünde” demek daha doğru olur.

Rus komutan Donskoy, yenile yenile yenmesini öğrenmiş ve ilk kez 1380’de yaşanan bu savaşta Türk gücünü kırmıştı. Ancak bu, Rusların coğrafyaya hâkim oldukları anlamına gelmiyordu, zira “ilk Slav zaferi”nden yirmi yıl sonra Orta Asya kaynamış ve Bozkır budunu, Ortakuzey’e bir evladını daha yollamıştı. Yeni gelen evlat “Timur” idi.

Timur Han’ın bölgede ilk yaptığı iş, tabiî ki birdenbire ortaya çıkan Slav varlığını geldiği yere, yani Moskova bataklıklarındaki -bir nevi “prenslik” anlamına gelen- “Minyatür Knezlik”e yeniden yollamak oldu. Ancak Timurluların bölgedeki varlıkları da çok sürmedi. Buradaki soru da şu: Bölgeye gelen Timurlular, sadece Kırım’a ve Kazan’a sıkışan bir avuç Tatar Türkü olamayacağına göre, kalan kısımları neredeler? İşte beşinci soru!

Avrupa’da kendini “Avar” diye tarif bir millet var mı?

Konuyu biraz daha açalım…

Peki, kimdi bu Ruslar ve nereden gelmişlerdi? Yukarıda denildiği gibi, antropologlar dünyanın en yeni milletlerinden biri olan Rusların Kavimler Göçü ile Hindistan’dan yola çıkan Töton klanlarından biri olduğunu iddia ediyorlar. Anlaşılan o ki, Slav klanları Tötonların adıllarıydı ve öncül kavimler Batı Avrupa’ya inerken, onların Ukrayna-Belarus çizgisinde ve kuzey-güney hattında yer alan Moskova ve etrafında kümelendikleri görülüyor. Zaten “Moskova” da “Moskofların yurdu/şehri” anlamındadır ki Ruslar, aynı zamanda -dar bir adlandırmayla- “Moskoflar” olarak da bilinmektedirler. Kanaatimiz o ki Moskoflar, Slavları, bölgeye indikleri esnada yöneten hanedanlıklardan biri, belki de en büyüğüydü. Oğuzlu Türklerinin kurduğu devlete Osmanlılar denildiği gibi -ya da Atillalılar, Cengizliler, Timurlular örneklerinde olduğu misal-…

Moskof Slavlarının Tötonlardan kopmaları ve kuzey kuşakta kalmalarının nedeni de Atillalı Hunları olarak görülüyor. Yani 0 ile 500 arasındaki geniş zaman diliminde Asya’dan Avrupa’ya olağanüstü bir insan akışı olmuştu, her ne kadar Kavimler Göçü denen bu selin rotası olarak Hindistan-Avrupa hattı gösterilse de aynı zaman içinde Asya’nın değişik bölgelerinden yola çıkan kavimler de Avrupa’ya indiler.

Evet, bu göçün önemli bir bölümü Hindistan çıkışlıydı. Bu göçe tarihte geniş bir isimlendirmeyle “Kavimler Göçü”, göçe katılanlara ise dar bir isimlendirmeyle “İndocermen” denildi. Oysa Kavimler Göçü’ne Orta Asyalılar da katıldı ve dağılan Hun İmparatorluğu’nun batı kolu, kağanları Atilla’nın önderliğinde Orta Avrupa kuşağına indi. Tarihlerse 450’yi gösteriyordu. Bu durumda söz konusu göçü dalga dalga analiz etmek daha doğru bir yaklaşım olur kanaatindeyiz.

Buna göre ilk göç dalgasını Tötonlar oluşturdu ve Batı Avrupa’ya yerleştiler. Onları Atillalılar takip etti ve onlar da Orta Avrupa kuşağındaki yerlerini aldılar. Üçüncü dalga Slavlardı; onlara ayrılan kuşak ise Kuzey Avrupa şeridinin ortasıydı. Şeridin en batı ucunda Skandinav kavimleri tecrit halindeydiler. Türklerin yeri de koridorun doğusu, yani Ortakuzey’di.  

Sözünü ettiğimiz unsurlar, öz tarihlerine bir de bu makalenin çizdiği yol haritasından baksınlar. Avrupa'da kaybolan Avarlar, Kumanlar, Peçenekler, İskitler, Kıpçaklar, Hazarlar, Altınordalılar ve diğerleri kendi genetiklerinde yaşıyor. 

Göçler durmadı, Avarlarla devam etti. Bir başka Asya Bozkırlısı olan Avarların oluşturduğu göç dalgası bölgeye indiğinde küçük kıtada boş yer kalmamıştı. Bu yüzden onlar, Slavların bulunduğu bölge ile Manş Denizi arasında kurdular çadırlarını ve Atilla’nın ardından 800 yılına kadar süren bir imparatorluğun sahibi oldular. Günümüzde Avrupa’da, kendisini “Avar” diye tarif eden bir tek insan bulunmamakta. O halde nerede Kuzey Avrupa kuşağında –ki buraya “Slav Kuşağı” da diyebiliriz- yüzlerce yıl süren Avar Devleti’nin halkı? Bu da altı!

Burada kısa bir paragrafla dönelim geriye…

“Altınorda’yı parçalayan bir diğer Türk hakanı olan Timur’un Orta Kuzey’e yerleşen halkı nerede?” diye sorduğumuz yerden sürdürelim tezimizi ve durumun bir başka boyutunu soralım: “Altınorda’nın ardılları olarak ortaya çıkan Kırım, Astrahan, Nogay ve Kazan hanlıklarına ne oldu?” Hanlıkların halkları, -yukarıda Timurlular için sorduğumuz sorunun içerisinde yer almış olmalarına rağmen elde başka malzeme bulunmayışı sebebiyle çaresiz şekilde- “Bir avuç Kırım Tatarı ile bir küme Kazan Tatarı mı?” diye ek yapalım. Bu da yedi!


Derin harekât: Slavlaştırma

Kaldığımız yerden Slavları anlatmaya devam edelim…

Timur korkusundan geri çekilen ve tekrar Moskova bataklıklarındaki derebeyi ölçüsünde -Knezlik diye tarif edilen- Moskof varlığı haline rücu eden Slavların, çok değil, 80 yıl sonra yeniden doğruldukları görüldü. İşte asıl kalkışma burada başladı! 1460’tan itibaren Knezleri birleştiren “Korkunç” lakaplı Knez İvan, bugünkü Rus halkının babası oldu. İvan’la başlayan millileşme mücadelesi, 1700’e kadar Ortakuzey’de kalmış olan Türk unsurlarına karşı yapıldı. Bu esnada artık “Stepli” olarak anılacak olan bölge, Bozkırlılarına karşı verdikleri her savaşın sonunda yenilen Slavların bu mücadeledeki tek kazançları, “geleneksel Rus milleti”ni inşa ediyor olmalarıydı.

Rus milleti bu arada Ortodokslaşıyor ve Knezler, artık Roma imparatorlarının kullandığı unvan “cesear” kelimesinden bozma “çar” unvanıyla anılmaya başlıyorlardı.

1720’de Slavlar ikinci atılımlarını yaptılar ve “Deli” lakaplı “Çar Petro”nun liderliğinde Osmanlıların 1830’da girecekleri yola meylederek “Batılılaşma hareketi”ni başlattılar. Bu hareket, bölgedeki tüm Slav klanlarını Ruslaştırmakla kalmadı, Rus halkına yenile yenile yenmeyi öğretti. Ve artık mağlup olmanın acısını tadan Türk unsurları da Slavlaştırma kıskacındaydılar.

Rus ırkçılığı, etraftaki Slavik halkları Slavlaştırmanın tadını almış, kazancını devşirmişti. Bu sebeple doymaz bir iştahla Ortakuzey Türklerine yöneldi. Yukarıdan beri saya geldiğimiz, tam yedi kere “Nerede onlar?” diye sorduğumuz ve akıbetlerini araştırdığımız Bozkırlıları iliklerine kadar yok ettiler. Çinlilerin “cungırın” adını verdikleri ve Orta Asyalıları sistemli olarak absorbe etme ameliyesi sonunda uluslarının nüfusuna Çinlileşmiş Türkleri kitleler şeklinde dâhil ettikleri gibi, Ruslar da kendi cungırınlarını buldozer gibi geçirdiler Bozkır halklarının üzerinden. 

Ancak bu sayısal bir çoğaltımdı ve buna bilinç de eklenmeliydi. İşte bunun yolunu da onlara Fransız İhtilali açtı! İhtilalden sonra Ruslar, yuttukları toplumlara “ırkî şuur” aşılamayı sistemleştirdiler ve “Panslavizm” etiketi altındaki etki alanına yeniden girip, operasyon neticesinde “Kuzey Avrupa Kuşağı”nı “Slav Kuşağı” formatına soktular. Bu furyadan sadece -kendi yarımadalarında tecrit halinde yaşayan- Skandinavlar azade kaldılar; onların dışındaki herkes geçmişini unuttu ve yeni ırkının fedaisi biçimini aldı.

Ardından doymadı tabiî Rus midesi ve “Slavlaştırma cungırın”ını alt Avrupa kuşağına doğru yaydı. Yani Bulgarların ve komşularının yaşadığı Balkan coğrafyasına…

Onlar için Slavlık, sonradan giyindikleri bir abadan ibaret ve bu manada başta Bulgarlar ve Macarlar olmak üzere Balkan Müslümanı Boşnak-Pomak-Torbeşler, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Voyvodinler ve Karadağlıların titreyip kendilerine dönmeleri şart! 

Neredeler?

Daha önce kaleme aldığımız bir yazıda işaret etmiştik; Orta Asya’nın temel halkı olarak Türkler, dünyanın en kolay din ve tabiyet değiştiren toplumu olarak çıkıyor karşımıza. Bu, göçerliğin verdiği bir kolaylık olsa gerek…

Konargöçerlik sebebiyle derin bir kültür ve inanç müktesebatına sahip olmayan toplumlar, temas halinde oldukları yerleşik toplumların yoğun kültür ve inancından etkilenmeden kalamıyorlar. Bu sebeple yerinde duramamalarıyla tanınan Orta Asya atavatanlı Türkler ve akraba topluluklar, dünyanın dört bir tarafına saçılıp savrulurken dilleri, dinleri, hatta fizikî standartlarını koruyamadılar. Asya’dan iki güzergâhı takiple batıya akan Hunlar, İskitler, Bulgarlar, Kumanlar, Fin-Ogurlar, Macarlar, Peçenekler, Hazarlar, Avarlar ve kısmen Tatarlar neredeler?

Bunlardan büyük bir bölümü, tarihin netameli koridorlarının alacakaranlığında kaybolup gitmiş ve Slavlaşmış durumdalar. Bir kısmı da “Orta Asya orijini”ni kaybederek bir başka ulusal boyuta evrilmiş haldeler.

Dün-bugün

Yukarıda sözünü ettiğimiz yol, Orta Asyalıların takip ettiği iki göç güzegâhından biri Hazar Denizi’nin kuzeyini, diğeri de güneyini takip eden yoldur. Yukarıda hatırladığımız kadarıyla bir kısmını saydığımız “kayıp toplumlar”, Hazar’ın kuzeyini takip edenlerdir. Hazar’ın güneyini takip edenlerse bizleriz: Selçukî Kınıklar, Karamanî Afşarlar, Osmanî Kayılar, Türkmenler, bir başka bölük Tatarlar ve diğerleri... Maalesef “Kuzey Yolcuları” artık yoklar. Dedik ya, Ruslaşmışlar, Slavlaşmışlar ya da kendilerini bir başka ırk olarak tanımlıyorlar. Çok şükür “Güney Yolcuları” hâlâ Türk! Değişen sadece inançları; dünün Şamancıları artık Müslümanlar…

Rumelili Türkücü Arif Şentürk, farklı ses ve yorumuyla söyler ya “Yandı Kumanova!” diye, Kumanova, sözünü ettiğimiz Orta Avrupa Kuşağı’nın Balkanlar arazisinde yer alan bir kent ve vaktiyle Kumanlar tarafından kurulmuş. “Kuman” ismi, Ortakuzey’den yola çıkıp Yugo Slav coğrafyasına inmiş olan bir kısım Türklere verilen ad. Tarihin derinliklerinde yitip gitmiş olan bu Türk unsurunun kurduğu kent orada duruyor, peki kendileri nerede?

Bugün bir tek Kuman var mı Kumanova’da? Ne yazık ki yok! Bunun gibi, bölgeye inen “Kuzey Yolcuları” olarak bilinen bir tek Peçenek, Kıpçak, Saka ve diğerlerine de rastlamak mümkün değil. Ya onların yerinde kimler yaşamakta? Bölge Slavlaşmış Boşnak, Sırp, Hırvat, Ulah, Karadağlı, Torbeş veya Pomakla kaynıyor. En önemlisi de bu topluluklar, kendilerine tarihî bir kök arıyorlar. Bu çaba sonucunda bir yere kadar gidip orada kalıyorlar. Niçin?


Doğu ve Batı filtresi ürünleri

“Asya’dan yola çıkan Bozkırlılar iki güzergâhı takip ettiler” dedik ya, bu iki güzergâhta göçerlerin önünü iki filtre kesti: Kuzeyde Slav yerleşikleri, güneyde Farisî medeniyeti… Bu kavimlerin her ikisi de derin bir dönüştürme özelliğine sahipti. Bu sebeple süzgeçlerinden geçen “başı kavak yelli” Bozkırlıları değiştirdiler, dönüştürdüler. İran coğrafyasına doğudan giren Şamancı Türkler, batıdan Müslüman olarak çıktılar; hem de orijine uymayan bir inancın heteredoksiyasıyla…

Bunun gibi, doğudan Slav kuşağına giren Türk klanları, Avrupa’ya Slavlaşmış olarak çıktılar. Üstüne üstlük -Korkunç İvan dönemini geçerek söylüyorum- 1700’ün başlarından başlayarak, Deli Petro bidayetiyle adı konulmamış, ondan yüz yıl sonra konulan adıyla, yani “Panislavizm” cungırın filtrasyonuna tâbi tutularak süzüldüler ve ırkçı şuurla sıvandılar.

“Rocor Kilisleri” tabirini duydunuz mu? Kısaca izah edelim: 18. Yüzyıl Panislavizminin heyecanlı ortamında Ruslar, kiliselerini Rum Fener’inden ayırarak “Petersburg Fener”ini, yani milli kiliselerini kurmuşlardı. Bu atraksiyon tamamen siyasiydi ve başta Balkanlar olmak üzere dünyanın değişik coğrafyalarında 450 tane “yapay cemaat” oluşturup bunları Petersburg’a bağlamak istediler. Bunu başardılar da. Bu cemaatlere ve çevresine uyguladıkları plan, Ortodokslaştırma değil, Ortodokslaştırarak Slavlaştırmaydı. Planın en başarılı olduğu bölge ise Balkanlar oldu.

Bugün Avrupa’da mukim olan Ortakuzey’den inmiş toplumlardan tamamı Slavlaşmış durumda. En bariz örneği de Bulgarlar… Bu filtrasyondan azade olan tek Asyalı toplumsa Macarlar. Onlar, Bizans döneminde Ortodokslaştılar, fakat Slavlaşmadılar. Çünkü onlar Avrupa’ya Kavimler Göçü içerisinde indiler, fakat bu göçün bir parçası olan Slavlar, bölgelerine, yani kuzey kuşağa henüz yerleşmemişlerdi. Cungırından zaman farkıyla kurtuldular. Öncül oluşları hasebiyle Slavlaşmadılar, ancak Bizanslaştılar. Rumlaşabilirlerdi, fakat Konstantinopolis’in imparatorluk felsefesi içerisinde üzerlerine ırkçı baskı uygulanmadı. Ama bir başka ulus olarak yeniden formatlandılar.

Son söz

Dememiz o ki, sözünü ettiğimiz -başta Boşnaklar olmak üzere mevzubahis coğrafyada mukim- unsurlar, öz tarihlerine bir de bu makalenin çizdiği yol haritasından baksınlar. O zaman fark edecekler ki, Avrupa'da kaybolan Avarlar, Kumanlar, Peçenekler, İskitler, Kıpçaklar, Hazarlar, Altınordalılar ve diğerleri kendi genetiklerinde yaşıyor. Onlar için Slavlık, sonradan giyindikleri bir abadan ibaret ve bu manada başta Bulgarlar ve Macarlar olmak üzere Balkan Müslümanı Boşnak-Pomak-Torbeşler, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Voyvodinler ve Karadağlıların titreyip kendilerine dönmeleri şart! Çünkü tarihin derin koridorlarında üstte turkuvaz gök, altta yağız yer varken arada onlar bulunuyorlardı devasa bir budunun boyları olarak.

Bitirmeden, Bilge Kral Aliya'ya atfen söylenen bir anekdotu da kaydetmemiz lazım: Diyor ki İzzet Bey oğlu, "Bize, ‘Türklere ölüm!’ diye saldırıyorlardı. Dedik ki, ‘Biz Türk değiliz’. Dediler ki, ‘Hayır, siz Türksünüz, lakin bundan haberiniz yok. Fakat haberiniz olsa da öleceksiniz, olmasa da’. Çünkü Türk demek, Müslüman demektir”.

Bu sayfaların izin verdiği ölçüde bu makale de tarihe not düşüyor ki, ey “Türklere ölüm!” diye saldıranlar, galiba siz de bizdensiniz, benden söylemesi! Geçmişte “Slav cungırını”na nasıl tâbi tutulup ortalık yere nasıl savrulduysanız, biliniz ki istikbalde de Tötonik Batı medeniyeti sizi yutup yok edecek; Orta Asyalı köklerinizi bilseniz de yok edecek, bilmeseniz de... Kendinizi Slav sanmanız bir anlam ifade etmiyor. Zaten yutulmuşsunuz Ortodoksluk ve Katoliklik tarafından. Bari öze dönün ve hangi köke bağlı olduğunuzu bilerek yok olun; bir avuç Gagavuzun bilgeliğini yaşayın ve hilkatinize sabitlenin...