Bildiğin ve inandığın kadarsın bu dünyada!

Hazreti Ali'ye (kv) sormuşlar “Allah'ı gördün mü?” diye, “Görmediğim Allah'a ibadet etmem!” buyurmuş. “Nerede gördün?" diye sormuşlar, “Olmadığı yeri gösterin!” buyurmuş. İşte varlığı bilinmeyen, görünmeyen, gerçeği kabul edilmeyen hiçbir şeye inanmamamız gerektiğini bu sözlerden anlayabiliriz. Bilmek ve inanmak, birbirinden farklı kavramlar gibi görünse de birbirini tamamlayan gerçekler bütünüdür.

“HİÇ bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)

Bu ayet, bizlere açık ve net olarak bilgi aktarımında bulunuyor. Bilmek, onu ispata mecbur bırakır. Kanıtlarla, deneylerle, ispatlanmış verilerle bildiğiniz herhangi bir şeyi karşı tarafa aktarmak, karşı tarafı bildiğiniz bir konu hakkında bilgilendirmek ve sahip olduğunuz bilgiyi sunmakla yükümlüsünüz. Bilmediğiniz bir şeyi anlatamaz, aktaramaz, inandıramazsınız. Bu süreçte bilginin de doğruluğu ispatlanmış olmalı.

Elbette herkes her şeyi bilmek zorunda değil. Ayrıca bu mümkün değil. Bilmek eylemini, “herhangi bir bilgiyi anlamak, öğrenmek, o bilgi üzerinde veriler elde etmek ve sonuçta o bilgiye sahip olmak” şeklinde tanımlayabiliriz.

Geçmişten günümüze kadar edinilmiş bilgiler ve öğreneceğimiz bilgiler var; üstelik sonu yok. Sürekli bilgi akışı devam etmekte.

Herkes her bilgiye ulaşamaz, herkes her şeyi bilemez. Buna ne zamanı yeterli olur, ne şartlar, ne de insan hafızası. Edinilen bilgi, zaman içinde tekrarlanmadığı sürece unutulma riskini de taşır. Eski çağlarda bilgi üstündü ve bilginin kıymeti vardı; bulunduğumuz zamandaki gibi kolay ulaşılmıyordu. Uzun uğraşlar sonucu araştırmalar yaparak ve zor şartlarda bilgi ediniliyordu. Bir bilginin başkasına aktarımı da elbette zaman alıyordu. Tarihte bunun kanıtları çok. O bilgileri o zamanın şartlarına göre düşünmek gerek.

Şimdi bir tıkla birçok bilgiye ulaşabiliyoruz; üstelik hazır… Sahip olduğumuz bilgileri sorgulamıyoruz bile. Teknolojinin etkisiyle ortalıkta kirli bilgiler de dolanıyor. Bilgi kirliliğini yok etmek için gerçeği kanıtlanmış, üzerinde düşünülmüş, sonuçları ispatlanmış ve diğer bilgilerle karşılaştırmalı olarak doğru bilgiye ulaşılması gerekiyor. Araştırmadan, sorgulamadan, gerçekliğine bakmadan iletilen/aktarılan bilgiyi ne yazık ki hemen kabul ediyor, o bilgiye inanıyoruz. Hele son zamanlarda manipüle edilmiş hâlde algı oluşturmak için kurulu yanlış bilgiler ortalıkta dolaşıyorken... Üstelik tarihte gizlenen birçok bilginin doğru bir şekilde açığa çıkması, bazı kötü emelli kişiler veya kurumlar tarafından saklanıyor. Bize aktarılan kadarını biliyoruz ne yazık ki! Özellikle kendi tarihimizle ilgili birçok bilgi, şimdiye kadar ya yanlış anlatıldı ya da eksik. 

Çok şükür, bunun farkına varan birçok akademisyen ve araştırmacı doğru bilgileri bulup ortaya çıkarmaya başladı. Artık tarihimizle ilgili doğru bilgilere ulaşıyoruz. Eskiden inandıklarımızın yerine, doğru bilgilerle ortaya çıkarılan gerçeklere inanıyoruz.

Oysa tarihi bilmekle övünüyorduk. Araştırma ve karşılaştırma, doğruyu yanlışı sorgulama yokken, hazır bilgi varken böyleydi. Bilmek ve inanmak, kişinin hür iradesine bağlı elbette, fakat yanlış bilgi ve bilgilendirmeyle istenmeyen sonuçlar doğacaktır. Burada Hazreti Mevlâna'nın bir sözü geldi aklıma: “Bir lâfa bakarım lâf mı diye, bir de adama bakarım adam mı diye…”

Bu söz birçoğuna ağır gelebilir, lâkin hakikatin kendisini anlatmaktadır. Bilgiyi aktaran kişinin de doğru, gerçekçi ve inandırıcı olması gerekir. Hangi bilgiyi nasıl aktardığına bakmak gerekir. Bir de çokça kullanılan bir söz var: "Herkes bildiğini okuyor!" Sonuçta kimse bilgisiz değil...

Bir soru soralım kendimize: "Bizler neyi bilmiyoruz? Neyi bilmediğimizi biliyor muyuz?" Nedense her şeyi bildiğimizi iddia ediyoruz. Bilgi eksikliğimizi göstermemek için her konu hakkında bilgi sahibiymiş gibi ya fikir beyanında bulunuyor ya da bilgiyi aktaracak kişiyi dinlemiyor, dinlediğimizi zannediyoruz. İkili konuşmalarda, toplantılarda, konferanslarda, panellerde konuşmacılar bir konuyu anlatırken, dinleyen kişi, o anlatılan konuyu bildiğini zannederek kafasını başka şeylerle meşgul ediyor. “Madem biliyor, orada ne işi var?” diye sorabiliriz. Bunun cevabı basit: Ya o konu hakkında ehil biri (bilirkişi) ya da "Dostlar alışverişte görsün" modunda görünmek için orada.

Nitekim herkesin bilgisi kendine göredir. İletileni nasıl aldığı, aldığını nasıl aktardığı ve bunun sonucunda ne bildiği, şartlara göre ortaya çıkar.

Bilgi niçin gerekli?

İsmet Özel, “Üç Zor Mesel” isimli kitabının "Bilgi Niçin Gerekli?" başlıklı yazısında şu satırları aktarıyor:

“Çağımız, insanların yaşadıkları çevre, kullandıkları araçlar, ulaşabildikleri alanlar, kısacası eskilerin makro-kosmos (evren) mikro-kosmos (insan) diye ayırdıkları bölgeler hakkında çok fazla bilgi sahibi oldukları bir çağdır. Belki eski medeniyetlerin sahip olduğu bilgiler bizimkilerden nitelik bakımından çok üstündü, ama tahmin edebiliriz ki çeşitlilik bakımından bizim içinde bulunduğumuz medeniyet, bilgiyi son derecelerine vardırmayı gözetmiştir. Bugün artık insanlar gerek kendi tabiatları, gerekse kendileri dışındaki tabiat hakkında uzmanca bilgilere sahiptirler. Tıp çok ileri, hatta aşırı noktalara varmış bilgilerin toplamıyla iş görüyor. Maddenin özellikleri hakkında insan bilgisi şaşılacak derecede ince noktaları içine alıyor.

Tarihî olaylar hakkında öyle bilgilerimiz var ki bizzat bu, tarihî olayları yaşayanlar kendileri hakkında bizim bildiğimiz kadarını bilmiyorlardı. Toplumların aldığı şekiller hakkında da uzmanlar çok teferruata inen, toplumun tabiî seyrine müdahale noktasına gelmiş bilgilere sahipler.


Medeniyetin tümden sahip olduğu bir bilgi var şüphesiz. Ama bu bilgi öyle uzmanlaşmış, dallara ayrılmış, küçük parçalara bölünmüş ki her insan hesaba katılır ölçüde ‘bilgili’ olabilmek için sadece bir konunun bir dalının bir hücresinde derinleşmek mecburiyetinde. Denilebilir ki, ‘bilgin’ kişi kendi dar alanının bir adım ötesinde bomboş bir kara cahil kabul edilebilir. Bu yüzden medeniyetimizin sahip olduğu bütün bu bilgilerin ne için olduğu sorulabilir hâle geldi.

Bütün bilimlerin sonuçlarından haberdar olabilen filozoflar, en çok 19’uncu yüzyıla kadar yaşayabildiler. Bugün ise bir filozof bunca artmış bilginin bir atlasını çıkarmak için elkitaplarına, âmiyâneleştirilmiş bilgilere başvurmak zorunda. Bu da onun filozof olmasına, filozofça düşünceler yürütmesine engel tabiî. Bugün artık ‘Her şeyi yeterince bilmeli’ tezi ileri sürülemiyor. Bilinecek şeylerin sınırlı olduğu düşüncesinin yaşadığı zamanlarda bilginin mutluluk getirdiği de söylenebilirdi belki. Ama bugün her şeyi bilmeye kalkışmanın peşin bir hüsranı getireceği de açık.” (Sf. 482-483)

İsmet Özel yine aynı kitapta, “Kurtaran Bilgi” başlıklı yazısının son satırında bilgiyle ilgili fikirlerini şöyle açıklıyor:

“Bilgi kuvvet kazandırıyor. Bilgi silahlandırıyor. Bilgi zenginleştiriyor. Ama bir tek soru kalıyor geriye; tek ama vazgeçilmez bir soru: Bilgi kurtarıyor mu? Bilgi hürriyet veriyor mu insana? Yoksa insan bildikçe paçasını daha çok kaptırıyor, kurtulmaya çalıştığı sıkıntının ağına daha çok mu dolaşıyor?” (Sf. 488)

Evet, bunları sorgulayabiliriz: "Bilmek bizi nereye götürür? Fazla bilginin faydası mı var, yoksa zararı mı?"

Elbette gerçeği bilmenin faydası daha çoktur. Bizi, ulaşmak istediğimiz bilgiye, insanı, doğayı, hayvanı, tabiatı ve kâinat üzerinde ne varsa haklarında bilmemiz gerekenleri bize kazandırır. Çünkü bildiklerimizle amel ederiz. Bilmediğimiz, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız, üzerinde araştırma yapmadığımız bilgilerle yaşadığımız süreç boyunca bir şey elde edemeyiz. Bildiklerimizle ya velî ya da deli olmamız muhtemel. Tabiî herkes velî veya deli olamaz; o da meziyet isteyen bir iş. Aşırı bilginin hafızamızı zorlayacağı muhakkak; eksik bilgi de bizi doğru olan yöne yöneltmez. O vakit, her şeyin dozunda olması en sağlıklı olanı. Yeter ki, "Ben her şeyi biliyorum" durumuna düşmeyelim.

Kaldırılabilecek yük

Allah, kullarına kaldırabilecekleri yükü yükler. Bu süreçte Allah insana, yüklendiği misyon ve O'nun istediği kadar bilgiyi almasına izin verir. Kulların istediği kadarını değil! Her ne kadar kimi bazı bilgileri saklasa da gerçeklerin zamanla ortaya çıkması gibi bir âdeti var.

Peki, her bilgiye, herkese, her anlatılana, her görülene inanmak doğru mu? Elbette inandığımız bazı gerçekler var. Bir Yaratıcı’nın olduğuna, O'nun varlığına, birliğine, yaratılıştaki düzene, nizama, varoluşun hakikatten geldiğine inandığımız gerçekler… İnançlı insanlar olarak gönderilen peygamberlere, kutsal kitaplara imanımız var. Materyalist bir düşünceye sahip değilseniz, bu saydığımız inanç çerçevesinde görmeden Allah'a, peygamberlere, bozulmayan Kur'ân-ı Kerim'e kul olarak inanırsınız. Bütün bilgilerin Allah'tan geldiğine, “‘Ol’ deyince olur” şiarıyla inancımızı tazeleriz şeksiz şüphesiz. Hükmü O'nun verdiğine kanaat ederiz.

Bunun dışında kendi içimize döndüğümüzde, neye inanmak istiyorsak, ona inanma tercihimiz de vardır. Birinin bizi sevdiğine, duygu ve düşüncelerimiz çerçevesinde güvenilir olduğuna inanmak isteriz. Hissedilen duygular karşısında aşk, acı, öfke, hırs, kin, nefret, kandırılmışlık, umut, beklenti, kötü olanı güzel görme, güzel olanı kötü görme gibi duygular da soyut olarak inanmışlığımızla ilgili olarak harekete geçer.

Her ne kadar dış etkenler bizi etkilese de, kendi içimizde sorgulama başlattığımızda ona inanmak isteriz. Bazı durumlarda da inanmış görünürüz ya karşı tarafı incitmemek ya da kendimizi inanmış konumda göstermek adına. Her inandığımızı soyuttan çıkarıp somut ifadelere dönüştürmek gibi bir mottomuz var. Kendi ifadelerimizle, edinmiş olduğumuz bilgilerle hem kendimizi, hem de karşı tarafı inandırmak açısından inanmak eylemi önem arz ediyor. Görmediği, hissetmediği, dokunmadığı şeylere inanmak, insan doğasına ters! Görmeli, bilmeli, hissetmeli ki inandığı gerçek olsun! Buna bu şekilde inanırsa ya aklını kiraya vermiştir ya da akıldan yoksundur; düşünme yetisini kaybetmiş, başkaları tarafından yönlendirilen, başkaları tarafından inanması istenen şeylere inandırılan birine dönüşür. Yanlış olan bir şeyi doğru göstermek için her yönteme başvuran kişi de zamanla o ürettiği yalanın gerçekliğine inanmaya başlar. “Birine kırk gün ‘Deli!’ desen, kırkıncı gün deli olduğuna inanır”.

Dediğimiz gibi, insan neye inanmak istiyorsa, ona inanmakta özgürdür. Sabit bir fikre tâbi olan kişiyi doğru olana döndürmek biraz zor iştir. Gerçekleri gördüğü hâlde yalana inanmak istiyorsa, bu kendi tercihidir. Hakikate inanan kişi, inandığı şeyler adına fedakârlıktan kaçınmaz. Vatan gibi, bayrak gibi, adalet gibi… Bunlara inanan her kim varsa, Allah'ın ipine tutunup bildiği ve inandığı doğru yol üzerinde yürüyüşünü tamamlar. Nitekim insanlar inandıkları iş üzerine amellerini gerçekleştirirler.

Hazreti Ali'ye (kv) sormuşlar "Allah'ı gördün mü?" diye, “Görmediğim Allah'a ibadet etmem!” buyurmuş. "Nerede gördün?" diye sormuşlar, “Olmadığı yeri gösterin!” buyurmuş. İşte varlığı bilinmeyen, görünmeyen, gerçeği kabul edilmeyen hiçbir şeye inanmamamız gerektiğini bu sözlerden anlayabiliriz. Bilmek ve inanmak, birbirinden farklı kavramlar gibi görünse de birbirini tamamlayan gerçekler bütünüdür.

Yazımızı Nasrettin Hoca'nın meşhur menkıbesi ile bitirelim.

Hoca merhum, ömrünü vazetmekle geçirdiği cemaatin gitgide bozulduğunu gördükçe çok üzülürmüş. Bir gün yine vazetmek için kürsüye çıkıp, “Ey cemaat, benim ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?” demiş. Camidekiler hep bir ağızdan, “Bilmiyoruz” demişler. Hocanın buna daha fazla canı sıkılmış ve “Madem bu zamana kadar bir şey öğrenmediniz, bir şey bilmiyorsunuz, ben size ne söyleyeyim?” demiş ve kürsüden inmiş.

Bunun üzerine cemaat kendi arasında, “Hoca yine aynı soruyu sorarsa, ‘Biliyoruz’ diyeceğiz” diye karar almış. Hoca bir başka gün kürsüye çıkıp da “Ey cemaat, benim ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?” diye sorunca, “Biliyoruz!” diye bağırmışlar. Hoca, “Madem biliyorsunuz, benim konuşmama hiç lüzum yok!” deyip kürsüden inmiş bu kez de.

Bu durum karşısında Hoca merhumun vazını dinlemek isteyen cemaat ne yapacağını şaşırmış. Bu sefer de “Eğer yine sorarsa, bazımız ‘Biliyoruz’, bazımız da ‘Bilmiyoruz’ diye cevap veririz” demişler. Hoca yine kürsüye çıkıp sormuş: “Ey cemaat, benim söyleyeceğimi biliyor musunuz?” Bir kısmı “Biliyoruz!” diye seslenirken, bir kısmı da “Bilmiyoruz” demiş. Hocanın işi daha da kolaylaşmış: “Öyleyse bilenler bilmeyenlere öğretsin!”

Körü körüne bir bilgiye inanmaktansa, araştırıp sorgulayarak, gerçekliğini tartışarak doğru olan bilgiye ulaşmak da bizim şiarımız olsun.

Sadece görünenin değil, görünmeyenin ardındaki bilgiye de sahip ve ona inananlardan olmak ümidiyle…