“HİÇ bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)
Bu
ayet, bizlere açık ve net olarak bilgi aktarımında bulunuyor. Bilmek, onu
ispata mecbur bırakır. Kanıtlarla, deneylerle, ispatlanmış verilerle bildiğiniz
herhangi bir şeyi karşı tarafa aktarmak, karşı tarafı bildiğiniz bir konu
hakkında bilgilendirmek ve sahip olduğunuz bilgiyi sunmakla yükümlüsünüz.
Bilmediğiniz bir şeyi anlatamaz, aktaramaz, inandıramazsınız. Bu süreçte
bilginin de doğruluğu ispatlanmış olmalı.
Elbette
herkes her şeyi bilmek zorunda değil. Ayrıca bu mümkün değil. Bilmek eylemini,
“herhangi bir bilgiyi anlamak, öğrenmek, o bilgi üzerinde veriler elde etmek ve
sonuçta o bilgiye sahip olmak” şeklinde tanımlayabiliriz.
Geçmişten
günümüze kadar edinilmiş bilgiler ve öğreneceğimiz bilgiler var; üstelik sonu yok.
Sürekli bilgi akışı devam etmekte.
Herkes
her bilgiye ulaşamaz, herkes her şeyi bilemez. Buna ne zamanı yeterli olur, ne
şartlar, ne de insan hafızası. Edinilen bilgi, zaman içinde tekrarlanmadığı
sürece unutulma riskini de taşır. Eski çağlarda bilgi üstündü ve bilginin
kıymeti vardı; bulunduğumuz zamandaki gibi kolay ulaşılmıyordu. Uzun uğraşlar
sonucu araştırmalar yaparak ve zor şartlarda bilgi ediniliyordu. Bir bilginin
başkasına aktarımı da elbette zaman alıyordu. Tarihte bunun kanıtları çok. O
bilgileri o zamanın şartlarına göre düşünmek gerek.
Şimdi
bir tıkla birçok bilgiye ulaşabiliyoruz; üstelik hazır… Sahip olduğumuz
bilgileri sorgulamıyoruz bile. Teknolojinin etkisiyle ortalıkta kirli bilgiler
de dolanıyor. Bilgi kirliliğini yok etmek için gerçeği kanıtlanmış, üzerinde
düşünülmüş, sonuçları ispatlanmış ve diğer bilgilerle karşılaştırmalı olarak
doğru bilgiye ulaşılması gerekiyor. Araştırmadan, sorgulamadan, gerçekliğine
bakmadan iletilen/aktarılan bilgiyi ne yazık ki hemen kabul ediyor, o bilgiye
inanıyoruz. Hele son zamanlarda manipüle edilmiş hâlde algı oluşturmak için kurulu
yanlış bilgiler ortalıkta dolaşıyorken... Üstelik tarihte gizlenen birçok
bilginin doğru bir şekilde açığa çıkması, bazı kötü emelli kişiler veya
kurumlar tarafından saklanıyor. Bize aktarılan kadarını biliyoruz ne yazık ki!
Özellikle kendi tarihimizle ilgili birçok bilgi, şimdiye kadar ya yanlış
anlatıldı ya da eksik.
Çok
şükür, bunun farkına varan birçok akademisyen ve araştırmacı doğru bilgileri
bulup ortaya çıkarmaya başladı. Artık tarihimizle ilgili doğru bilgilere ulaşıyoruz.
Eskiden inandıklarımızın yerine, doğru bilgilerle ortaya çıkarılan gerçeklere
inanıyoruz.
Oysa
tarihi bilmekle övünüyorduk. Araştırma ve karşılaştırma, doğruyu yanlışı sorgulama
yokken, hazır bilgi varken böyleydi. Bilmek ve inanmak, kişinin hür iradesine
bağlı elbette, fakat yanlış bilgi ve bilgilendirmeyle istenmeyen sonuçlar
doğacaktır. Burada Hazreti Mevlâna'nın bir sözü geldi aklıma: “Bir lâfa bakarım
lâf mı diye, bir de adama bakarım adam mı diye…”
Bu
söz birçoğuna ağır gelebilir, lâkin hakikatin kendisini anlatmaktadır. Bilgiyi
aktaran kişinin de doğru, gerçekçi ve inandırıcı olması gerekir. Hangi bilgiyi
nasıl aktardığına bakmak gerekir. Bir de çokça kullanılan bir söz var: "Herkes
bildiğini okuyor!" Sonuçta kimse bilgisiz değil...
Bir
soru soralım kendimize: "Bizler neyi bilmiyoruz? Neyi bilmediğimizi
biliyor muyuz?" Nedense her şeyi bildiğimizi iddia ediyoruz. Bilgi eksikliğimizi
göstermemek için her konu hakkında bilgi sahibiymiş gibi ya fikir beyanında
bulunuyor ya da bilgiyi aktaracak kişiyi dinlemiyor, dinlediğimizi
zannediyoruz. İkili konuşmalarda, toplantılarda, konferanslarda, panellerde
konuşmacılar bir konuyu anlatırken, dinleyen kişi, o anlatılan konuyu bildiğini
zannederek kafasını başka şeylerle meşgul ediyor. “Madem biliyor, orada ne işi
var?” diye sorabiliriz. Bunun cevabı basit: Ya o konu hakkında ehil biri (bilirkişi)
ya da "Dostlar alışverişte görsün" modunda görünmek için orada.
Nitekim
herkesin bilgisi kendine göredir. İletileni nasıl aldığı, aldığını nasıl
aktardığı ve bunun sonucunda ne bildiği, şartlara göre ortaya çıkar.
Bilgi
niçin gerekli?
İsmet
Özel, “Üç Zor Mesel” isimli kitabının "Bilgi Niçin Gerekli?" başlıklı
yazısında şu satırları aktarıyor:
“Çağımız,
insanların yaşadıkları çevre, kullandıkları araçlar, ulaşabildikleri alanlar,
kısacası eskilerin makro-kosmos (evren) mikro-kosmos (insan) diye ayırdıkları
bölgeler hakkında çok fazla bilgi sahibi oldukları bir çağdır. Belki eski
medeniyetlerin sahip olduğu bilgiler bizimkilerden nitelik bakımından çok
üstündü, ama tahmin edebiliriz ki çeşitlilik bakımından bizim içinde
bulunduğumuz medeniyet, bilgiyi son derecelerine vardırmayı gözetmiştir. Bugün
artık insanlar gerek kendi tabiatları, gerekse kendileri dışındaki tabiat
hakkında uzmanca bilgilere sahiptirler. Tıp çok ileri, hatta aşırı noktalara
varmış bilgilerin toplamıyla iş görüyor. Maddenin özellikleri hakkında insan
bilgisi şaşılacak derecede ince noktaları içine alıyor.
Tarihî olaylar hakkında öyle bilgilerimiz var ki bizzat bu, tarihî olayları yaşayanlar kendileri hakkında bizim bildiğimiz kadarını bilmiyorlardı. Toplumların aldığı şekiller hakkında da uzmanlar çok teferruata inen, toplumun tabiî seyrine müdahale noktasına gelmiş bilgilere sahipler.
Medeniyetin
tümden sahip olduğu bir bilgi var şüphesiz. Ama bu bilgi öyle uzmanlaşmış,
dallara ayrılmış, küçük parçalara bölünmüş ki her insan hesaba katılır ölçüde
‘bilgili’ olabilmek için sadece bir konunun bir dalının bir hücresinde
derinleşmek mecburiyetinde. Denilebilir ki, ‘bilgin’ kişi kendi dar alanının
bir adım ötesinde bomboş bir kara cahil kabul edilebilir. Bu yüzden
medeniyetimizin sahip olduğu bütün bu bilgilerin ne için olduğu sorulabilir hâle
geldi.
Bütün
bilimlerin sonuçlarından haberdar olabilen filozoflar, en çok 19’uncu yüzyıla
kadar yaşayabildiler. Bugün ise bir filozof bunca artmış bilginin bir atlasını
çıkarmak için elkitaplarına, âmiyâneleştirilmiş bilgilere başvurmak zorunda. Bu
da onun filozof olmasına, filozofça düşünceler yürütmesine engel tabiî. Bugün
artık ‘Her şeyi yeterince bilmeli’ tezi ileri sürülemiyor. Bilinecek şeylerin
sınırlı olduğu düşüncesinin yaşadığı zamanlarda bilginin mutluluk getirdiği de
söylenebilirdi belki. Ama bugün her şeyi bilmeye kalkışmanın peşin bir hüsranı
getireceği de açık.” (Sf. 482-483)
İsmet
Özel yine aynı kitapta, “Kurtaran Bilgi” başlıklı yazısının son satırında
bilgiyle ilgili fikirlerini şöyle açıklıyor:
“Bilgi
kuvvet kazandırıyor. Bilgi silahlandırıyor. Bilgi zenginleştiriyor. Ama bir tek
soru kalıyor geriye; tek ama vazgeçilmez bir soru: Bilgi kurtarıyor mu? Bilgi
hürriyet veriyor mu insana? Yoksa insan bildikçe paçasını daha çok kaptırıyor,
kurtulmaya çalıştığı sıkıntının ağına daha çok mu dolaşıyor?” (Sf. 488)
Evet,
bunları sorgulayabiliriz: "Bilmek bizi nereye götürür? Fazla bilginin
faydası mı var, yoksa zararı mı?"
Elbette
gerçeği bilmenin faydası daha çoktur. Bizi, ulaşmak istediğimiz bilgiye,
insanı, doğayı, hayvanı, tabiatı ve kâinat üzerinde ne varsa haklarında
bilmemiz gerekenleri bize kazandırır. Çünkü bildiklerimizle amel ederiz.
Bilmediğimiz, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız, üzerinde araştırma
yapmadığımız bilgilerle yaşadığımız süreç boyunca bir şey elde edemeyiz.
Bildiklerimizle ya velî ya da deli olmamız muhtemel. Tabiî herkes velî veya
deli olamaz; o da meziyet isteyen bir iş. Aşırı bilginin hafızamızı zorlayacağı
muhakkak; eksik bilgi de bizi doğru olan yöne yöneltmez. O vakit, her şeyin
dozunda olması en sağlıklı olanı. Yeter ki, "Ben her şeyi biliyorum"
durumuna düşmeyelim.
Kaldırılabilecek
yük
Allah,
kullarına kaldırabilecekleri yükü yükler. Bu süreçte Allah insana, yüklendiği
misyon ve O'nun istediği kadar bilgiyi almasına izin verir. Kulların istediği
kadarını değil! Her ne kadar kimi bazı bilgileri saklasa da gerçeklerin zamanla
ortaya çıkması gibi bir âdeti var.
Peki,
her bilgiye, herkese, her anlatılana, her görülene inanmak doğru mu? Elbette
inandığımız bazı gerçekler var. Bir Yaratıcı’nın olduğuna, O'nun varlığına,
birliğine, yaratılıştaki düzene, nizama, varoluşun hakikatten geldiğine
inandığımız gerçekler… İnançlı insanlar olarak gönderilen peygamberlere, kutsal
kitaplara imanımız var. Materyalist bir düşünceye sahip değilseniz, bu
saydığımız inanç çerçevesinde görmeden Allah'a, peygamberlere, bozulmayan
Kur'ân-ı Kerim'e kul olarak inanırsınız. Bütün bilgilerin Allah'tan geldiğine, “‘Ol’
deyince olur” şiarıyla inancımızı tazeleriz şeksiz şüphesiz. Hükmü O'nun
verdiğine kanaat ederiz.
Bunun
dışında kendi içimize döndüğümüzde, neye inanmak istiyorsak, ona inanma
tercihimiz de vardır. Birinin bizi sevdiğine, duygu ve düşüncelerimiz
çerçevesinde güvenilir olduğuna inanmak isteriz. Hissedilen duygular karşısında
aşk, acı, öfke, hırs, kin, nefret, kandırılmışlık, umut, beklenti, kötü olanı
güzel görme, güzel olanı kötü görme gibi duygular da soyut olarak inanmışlığımızla
ilgili olarak harekete geçer.
Her
ne kadar dış etkenler bizi etkilese de, kendi içimizde sorgulama başlattığımızda
ona inanmak isteriz. Bazı durumlarda da inanmış görünürüz ya karşı tarafı incitmemek
ya da kendimizi inanmış konumda göstermek adına. Her inandığımızı soyuttan
çıkarıp somut ifadelere dönüştürmek gibi bir mottomuz var. Kendi
ifadelerimizle, edinmiş olduğumuz bilgilerle hem kendimizi, hem de karşı tarafı
inandırmak açısından inanmak eylemi önem arz ediyor. Görmediği, hissetmediği,
dokunmadığı şeylere inanmak, insan doğasına ters! Görmeli, bilmeli, hissetmeli
ki inandığı gerçek olsun! Buna bu şekilde inanırsa ya aklını kiraya vermiştir ya
da akıldan yoksundur; düşünme yetisini kaybetmiş, başkaları tarafından
yönlendirilen, başkaları tarafından inanması istenen şeylere inandırılan birine
dönüşür. Yanlış olan bir şeyi doğru göstermek için her yönteme başvuran kişi de
zamanla o ürettiği yalanın gerçekliğine inanmaya başlar. “Birine kırk gün ‘Deli!’
desen, kırkıncı gün deli olduğuna inanır”.
Dediğimiz
gibi, insan neye inanmak istiyorsa, ona inanmakta özgürdür. Sabit bir fikre
tâbi olan kişiyi doğru olana döndürmek biraz zor iştir. Gerçekleri gördüğü hâlde
yalana inanmak istiyorsa, bu kendi tercihidir. Hakikate inanan kişi, inandığı
şeyler adına fedakârlıktan kaçınmaz. Vatan gibi, bayrak gibi, adalet gibi…
Bunlara inanan her kim varsa, Allah'ın ipine tutunup bildiği ve inandığı doğru
yol üzerinde yürüyüşünü tamamlar. Nitekim insanlar inandıkları iş üzerine amellerini
gerçekleştirirler.
Hazreti
Ali'ye (kv) sormuşlar "Allah'ı gördün mü?" diye, “Görmediğim Allah'a
ibadet etmem!” buyurmuş. "Nerede gördün?" diye sormuşlar, “Olmadığı
yeri gösterin!” buyurmuş. İşte varlığı bilinmeyen, görünmeyen, gerçeği kabul
edilmeyen hiçbir şeye inanmamamız gerektiğini bu sözlerden anlayabiliriz.
Bilmek ve inanmak, birbirinden farklı kavramlar gibi görünse de birbirini
tamamlayan gerçekler bütünüdür.
Yazımızı
Nasrettin Hoca'nın meşhur menkıbesi ile bitirelim.
Hoca
merhum, ömrünü vazetmekle geçirdiği cemaatin gitgide bozulduğunu gördükçe çok
üzülürmüş. Bir gün yine vazetmek için kürsüye çıkıp, “Ey cemaat, benim ne
söyleyeceğimi biliyor musunuz?” demiş. Camidekiler hep bir ağızdan, “Bilmiyoruz”
demişler. Hocanın buna daha fazla canı sıkılmış ve “Madem bu zamana kadar bir
şey öğrenmediniz, bir şey bilmiyorsunuz, ben size ne söyleyeyim?” demiş ve
kürsüden inmiş.
Bunun
üzerine cemaat kendi arasında, “Hoca yine aynı soruyu sorarsa, ‘Biliyoruz’
diyeceğiz” diye karar almış. Hoca bir başka gün kürsüye çıkıp da “Ey cemaat,
benim ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?” diye sorunca, “Biliyoruz!” diye
bağırmışlar. Hoca, “Madem biliyorsunuz, benim konuşmama hiç lüzum yok!” deyip
kürsüden inmiş bu kez de.
Bu
durum karşısında Hoca merhumun vazını dinlemek isteyen cemaat ne yapacağını
şaşırmış. Bu sefer de “Eğer yine sorarsa, bazımız ‘Biliyoruz’, bazımız da ‘Bilmiyoruz’
diye cevap veririz” demişler. Hoca yine kürsüye çıkıp sormuş: “Ey cemaat, benim
söyleyeceğimi biliyor musunuz?” Bir kısmı “Biliyoruz!” diye seslenirken, bir
kısmı da “Bilmiyoruz” demiş. Hocanın işi daha da kolaylaşmış: “Öyleyse bilenler
bilmeyenlere öğretsin!”
Körü
körüne bir bilgiye inanmaktansa, araştırıp sorgulayarak, gerçekliğini
tartışarak doğru olan bilgiye ulaşmak da bizim şiarımız olsun.
Sadece görünenin değil, görünmeyenin ardındaki bilgiye de sahip ve ona inananlardan olmak ümidiyle…