İNSANI bunaltmayacak
kadar sıcak, üşütmeyecek kadar rüzgârın estiği bir bahar öğlesiydi. Üstünde çok
kalın olmayan bir mont vardı. Bense paltomu elimde tutuyordum. Güneşin iç
ısıtan ışığı korudaki yemyeşil yapraklı ağaçların üzerine düşüyor, renk renk
çiçekleri aydınlığa çıkartıyordu. Ona bakarken gözlerimi kısmam gerekiyordu.
Bu
bakış ona dair olduğunda, yüzüme her zaman büyükçe bir gülümseme yerleşirdi.
Işık çiçekleri nasıl aydınlatıyorsa, kirpiklerinin de aynı o şekilde
ışıldamasını sağlıyordu. Derin bir nefes aldım. Böyle havalar insanın içine
ferahlık verirdi…
Ağır
adımlarla zaten bildiğimiz koruyu kaldığımız yerden yürümeye başladık. Hiç
acelemiz yokmuş gibi yol alıyorduk. Yetişmeye çalıştığımız bir yer de yoktu
zaten. Adım adım ilerlerken, “İnsan neden
gider?” diye sordum. Bu sorunun cevabını bilmiyordum. Belki henüz bilecek
kadar yaşamamıştım, belki de daha önce birinden hiç gitmemiştim. Öncesinde
benden giden biri olmuş olsaydı da muhtemelen soruma cevap bulabilmiş
olmayacaktım. İnsan neden gider? Bildiğim bir şey varsa, o da bu gidişlerin
yalnız fiilî olarak gerçekleşmiyor olduğuydu. İnsan olduğu yerde dururken de
bir yerlerden, birilerinden gidebilirdi.
O
henüz soruma cevap vermemişken, soruyu zihnimin içerisinde tekrar evirip
çevirmeye başladım. Dönüyor, dönüyor, lâkin durmak bilmiyordu. İnsan niçin
gider? Kaldığı evden, yaşadığı şehirden, birlikte güzel vakit geçirdiği bir
insandan, bağlı olduğu bir düşünceden, yılları kat ettiği bir dostundan?
Yıllardan
beri hatırıma işlenmiş olan sorulardan bir diğeri ise, “Giden olmak mı, yoksa kalan olmak mı daha zordur?” sorusuydu.
Bunun için kendimce bir felsefe geliştirebilmiştim. Gitmek zaten bir tercihti.
Giden kişi daha önce gidişini kendi zihninde plânlamış, bu durumun zorluğunu
veya umursanmazlığını kabul etmişti. Lâkin kalmak, bir tercih değil, âdeta bu
kalışa maruz bırakılmaktı. “Kader” diyen, her daim kalan olurdu.
İnsanlar
kendi ellerinde olmayan şeyler başlarına geldiğinde bunu kadere sığdırıyor,
yaşananların, arka plândaki bir noktada kendi ellerinde olmadığını işte o an
fark ediyorlardı. Lâkin giden, giderken bunun kaderden olduğunu düşünmüyordu. “O
an kaderin varlığı hatırına gelmiyordu” demek daha doğru bir ifade olacaktır.
“Nasip”
ve “kader”, belki de kalanın kendisini aklında dönen düşüncelerin
keskinliğinden koruması ve tutunması için kendi kendine bahşettiği bir
dayanaktı. Her ne olursa olsun, bunu kendi istememiş ve gidiş, ona bunu yaşatan
kimse tarafından hediye edilmiş acı bir armağandı.
Ben
bu düşünceler içerisindeyken, yürümeye devam ediyorduk. Soruma henüz bir cevap
vermemişti. Sanırım bu soruyu soralı çok vakit de geçmemişti. Yürürken onu
seyretmeye başlamıştım. İçten içe, hafifçe bir gülümseme kondurduğu ifadesi,
umursamaz görünen her hareketinin aslında kontrol altında olduğunu belli eden
kollarının bir ileri bir geri süzülüşünü seyrediyordum.
Adımlarını
takip etmeye başladım. Bunu yaptığımı fark edince gülmeye başladı. Bu havada
seyahat etmenin ne kadar güzel olacağını söyledi. Bunun üzerine yolculuklardan
konuşmaya başladık. Küçüklüğümden beri araba yolculuklarını çok severdim. Bu
yolculukları zaman zaman yazın, çoğunlukla ilkbaharda, bazense sonbaharda
gerçekleştirirdik. Yola çıkış saatimiz her daim sabahın saat altısı olurdu.
Güne heyecanlı bir başlangıç ile uyanırdım. Annem yolda yemek için bir şeyler hazırlarken
ona yardım ederdim. Ardındansa babamla eşyaları arabaya yükleme faslı gelirdi.
Günün o saati, içimde her daim neşenin ve umudun yeşermesine neden olmuştur.
O
saatlerde -hangi mevsim olursa olsun- hafif bir serinliğin var oluşu, az önce
bahsinde bulunduğum ferahlığı getirirdi yeniden. Yanıma camımın pervazında yer
alan fesleğenimi alırdım. Yolculuğumuzda o da bize eşlik ederdi… Onunla bir
araba yolculuğu yapmanın ne kadar güzel olabileceğini düşündüm. Yolda çalacak
müzikler kulağıma çalındı o an…
Birlikte
hayâl kura kura korunun neredeyse yarısına ulaşmıştık. Bir ara çimenlerin
üzerine oturup soluklandık. Bana bir çiçek armağan etti. Parmaklarımı
mutlulukla yapraklarında dolaştırıyordum. Başımı kaldırdığımdaysa, ayağa
kalkmış hâlde uzaklarda manzarayı seyre daldığını gördüm. Ara ara bana dönüyor,
bana bakıyordu. Başımı bir sonraki kaldırışımda onu göremeyeceğimi asla
düşünmemiştim…
Yoktu!
“İnsan
neden gider?” Birlikte güzel vakit geçirdiği bir insandan bir anda?
Ayrılıkların
en zoru, habersiz olanlarıdır. Ölümlerin en kötüsü, âniden gelenleridir. Bu
defa kulağıma Tanpınar’ın, “Aşk, ölümün
gülümseyen yüzüdür” sözü çalındı.
“Neden gitti?”
Bu
sorunun cevabını bilmiyorum. Kendi kendime, “Seyahat
etmekten söz ettiğinde beni bırakıp gideceğini hiç düşünmemiştim” diye
sayıklıyordum. Zaten gitmeyi de asla istemezken, kalan oluyordum. Ne gidişini,
ne de onsuz kalışımı kabul edebiliyordum.
Önceden
tanıyor olduğumu sandığım koru, o an gözümde yabancılaşıyordu. Onu arıyordum, lâkin
yetişmiyordu ona sesim. Gözlerim, seyretmeyi pek sevdiği denizlercesine
dolmuştu. Zaman geçiyordu fakat arayışım bitmek bilmiyordu. Bir süre sonraysa
bu, hasretli bir bekleyişe dönüşmüştü. Kaybolmaya başlayan güneşin altında dudaklarımdan
Cahit Sıtkı’nın şu dizeleri döküldü: “Günlerden
sonra bir gün/ Şayet sesimi fark edemezsen;/ Rüzgârların, nehirlerin, kuşların
sesinden/ Bil ki ölmüşüm...”
Ellerimde bir başıma kaldığım çiçeğimle derin bir nefes aldım. Bu havalar insana soluyamıyormuş hissi verirdi...