Bil ki, ölmüşüm!

Gitmek zaten bir tercihti. Giden kişi daha önce gidişini kendi zihninde plânlamış, bu durumun zorluğunu veya umursanmazlığını kabul etmişti. Lâkin kalmak, bir tercih değil, âdeta bu kalışa maruz bırakılmaktı. “Kader” diyen, her daim kalan olurdu.

İNSANI bunaltmayacak kadar sıcak, üşütmeyecek kadar rüzgârın estiği bir bahar öğlesiydi. Üstünde çok kalın olmayan bir mont vardı. Bense paltomu elimde tutuyordum. Güneşin iç ısıtan ışığı korudaki yemyeşil yapraklı ağaçların üzerine düşüyor, renk renk çiçekleri aydınlığa çıkartıyordu. Ona bakarken gözlerimi kısmam gerekiyordu.

Bu bakış ona dair olduğunda, yüzüme her zaman büyükçe bir gülümseme yerleşirdi. Işık çiçekleri nasıl aydınlatıyorsa, kirpiklerinin de aynı o şekilde ışıldamasını sağlıyordu. Derin bir nefes aldım. Böyle havalar insanın içine ferahlık verirdi…

Ağır adımlarla zaten bildiğimiz koruyu kaldığımız yerden yürümeye başladık. Hiç acelemiz yokmuş gibi yol alıyorduk. Yetişmeye çalıştığımız bir yer de yoktu zaten. Adım adım ilerlerken, “İnsan neden gider?” diye sordum. Bu sorunun cevabını bilmiyordum. Belki henüz bilecek kadar yaşamamıştım, belki de daha önce birinden hiç gitmemiştim. Öncesinde benden giden biri olmuş olsaydı da muhtemelen soruma cevap bulabilmiş olmayacaktım. İnsan neden gider? Bildiğim bir şey varsa, o da bu gidişlerin yalnız fiilî olarak gerçekleşmiyor olduğuydu. İnsan olduğu yerde dururken de bir yerlerden, birilerinden gidebilirdi.

O henüz soruma cevap vermemişken, soruyu zihnimin içerisinde tekrar evirip çevirmeye başladım. Dönüyor, dönüyor, lâkin durmak bilmiyordu. İnsan niçin gider? Kaldığı evden, yaşadığı şehirden, birlikte güzel vakit geçirdiği bir insandan, bağlı olduğu bir düşünceden, yılları kat ettiği bir dostundan?

Yıllardan beri hatırıma işlenmiş olan sorulardan bir diğeri ise, “Giden olmak mı, yoksa kalan olmak mı daha zordur?” sorusuydu. Bunun için kendimce bir felsefe geliştirebilmiştim. Gitmek zaten bir tercihti. Giden kişi daha önce gidişini kendi zihninde plânlamış, bu durumun zorluğunu veya umursanmazlığını kabul etmişti. Lâkin kalmak, bir tercih değil, âdeta bu kalışa maruz bırakılmaktı. “Kader” diyen, her daim kalan olurdu.

İnsanlar kendi ellerinde olmayan şeyler başlarına geldiğinde bunu kadere sığdırıyor, yaşananların, arka plândaki bir noktada kendi ellerinde olmadığını işte o an fark ediyorlardı. Lâkin giden, giderken bunun kaderden olduğunu düşünmüyordu. “O an kaderin varlığı hatırına gelmiyordu” demek daha doğru bir ifade olacaktır.

“Nasip” ve “kader”, belki de kalanın kendisini aklında dönen düşüncelerin keskinliğinden koruması ve tutunması için kendi kendine bahşettiği bir dayanaktı. Her ne olursa olsun, bunu kendi istememiş ve gidiş, ona bunu yaşatan kimse tarafından hediye edilmiş acı bir armağandı.

Ben bu düşünceler içerisindeyken, yürümeye devam ediyorduk. Soruma henüz bir cevap vermemişti. Sanırım bu soruyu soralı çok vakit de geçmemişti. Yürürken onu seyretmeye başlamıştım. İçten içe, hafifçe bir gülümseme kondurduğu ifadesi, umursamaz görünen her hareketinin aslında kontrol altında olduğunu belli eden kollarının bir ileri bir geri süzülüşünü seyrediyordum.

Adımlarını takip etmeye başladım. Bunu yaptığımı fark edince gülmeye başladı. Bu havada seyahat etmenin ne kadar güzel olacağını söyledi. Bunun üzerine yolculuklardan konuşmaya başladık. Küçüklüğümden beri araba yolculuklarını çok severdim. Bu yolculukları zaman zaman yazın, çoğunlukla ilkbaharda, bazense sonbaharda gerçekleştirirdik. Yola çıkış saatimiz her daim sabahın saat altısı olurdu. Güne heyecanlı bir başlangıç ile uyanırdım. Annem yolda yemek için bir şeyler hazırlarken ona yardım ederdim. Ardındansa babamla eşyaları arabaya yükleme faslı gelirdi. Günün o saati, içimde her daim neşenin ve umudun yeşermesine neden olmuştur.

O saatlerde -hangi mevsim olursa olsun- hafif bir serinliğin var oluşu, az önce bahsinde bulunduğum ferahlığı getirirdi yeniden. Yanıma camımın pervazında yer alan fesleğenimi alırdım. Yolculuğumuzda o da bize eşlik ederdi… Onunla bir araba yolculuğu yapmanın ne kadar güzel olabileceğini düşündüm. Yolda çalacak müzikler kulağıma çalındı o an…

Birlikte hayâl kura kura korunun neredeyse yarısına ulaşmıştık. Bir ara çimenlerin üzerine oturup soluklandık. Bana bir çiçek armağan etti. Parmaklarımı mutlulukla yapraklarında dolaştırıyordum. Başımı kaldırdığımdaysa, ayağa kalkmış hâlde uzaklarda manzarayı seyre daldığını gördüm. Ara ara bana dönüyor, bana bakıyordu. Başımı bir sonraki kaldırışımda onu göremeyeceğimi asla düşünmemiştim…

Yoktu!

“İnsan neden gider?” Birlikte güzel vakit geçirdiği bir insandan bir anda?

Ayrılıkların en zoru, habersiz olanlarıdır. Ölümlerin en kötüsü, âniden gelenleridir. Bu defa kulağıma Tanpınar’ın, “Aşk, ölümün gülümseyen yüzüdür” sözü çalındı.

“Neden gitti?”

Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Kendi kendime, “Seyahat etmekten söz ettiğinde beni bırakıp gideceğini hiç düşünmemiştim” diye sayıklıyordum. Zaten gitmeyi de asla istemezken, kalan oluyordum. Ne gidişini, ne de onsuz kalışımı kabul edebiliyordum.

Önceden tanıyor olduğumu sandığım koru, o an gözümde yabancılaşıyordu. Onu arıyordum, lâkin yetişmiyordu ona sesim. Gözlerim, seyretmeyi pek sevdiği denizlercesine dolmuştu. Zaman geçiyordu fakat arayışım bitmek bilmiyordu. Bir süre sonraysa bu, hasretli bir bekleyişe dönüşmüştü. Kaybolmaya başlayan güneşin altında dudaklarımdan Cahit Sıtkı’nın şu dizeleri döküldü: “Günlerden sonra bir gün/ Şayet sesimi fark edemezsen;/ Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden/ Bil ki ölmüşüm...”

Ellerimde bir başıma kaldığım çiçeğimle derin bir nefes aldım. Bu havalar insana soluyamıyormuş hissi verirdi...